Perşembe, Eylül 27, 2007

Burjuva Demokrasisi ve İşçi Demokrasisi "Utku kizilok"

Burjuva Demokrasisi ve İşçi Demokrasisi
Utku Kızılok


Haziran 2007

Emperyalist çürüme çağı ve demokrasi
Statükocu-devletçi burjuva güçler ile liberal geçinen AB’ci burjuva güçler arasında şiddetlenen tepişme ve ortaya çıkan kriz, Türkiye’deki burjuva demokrasisinin dar çerçevesini ve sınıfsal özünü bir kez daha gözler önüne serdi. Ön cephede ağırlıklı olarak asker-sivil bürokrasinin yer aldığı statükocu güçler, tarihsel mevzilerini –devlet-siyaset üzerindeki hâkimiyetlerini– kaybetmemek için her türlü anti-demokratik yönteme başvuruyorlar. Buna karşın, TÜSİAD’ın başını çektiği liberal geçinen AB’ci güçler, karşı tarafın saldırılarına gerektiği gibi tavır alamamış ve çok savunur göründükleri verili burjuva demokrasisine bile sahip çıkamamışlardır.

Asker-sivil bürokrasinin vesayetine son vermenin, 1982 faşizan Anayasasını bütünüyle değiştirmenin, sendikal ve siyasal örgütlenmelerin önündeki tüm engelleri ve yasakları kaldırarak özgürlükleri genişletmenin, Kürt halkının haklarını tanımanın yolunun köklü demokratik dönüşümlerden geçtiği çok açık. Ancak defalarca gündeme gelmesine rağmen, şimdiye kadarki pratik tecrübe bunun bir halk hareketi olmadan bir türlü gerçekleşemediğini göstermektedir. Lakin burjuvazi ucu devrime açık olan böylesi bir halk hareketinden öcü gibi korktuğu için bu tür demokratik dönüşümlere öncülük edebilecek cesaretten yoksundur.

Birincisi, emperyalist siyasal gericilik çağında yaşanıyor olunmasıdır. Kapitalizmin emperyalizm aşaması sınıflar arası çelişki ve çatışmaların alabildiğine arttığı, emperyalist savaşlar ve proleter devrimlerle kendini dışa vurduğu bir çağdır. Bu çağda burjuva düzene damgasını basan siyasal gericiliktir. Emperyalizmin göreli savaşsız dönemlerinde bile bir “olağanüstülük” göze çarpar. Devletler rutin bir şekilde silahlandırılır, ordu, polis ve gizli istihbarat teşkilatlarına takviyeler yapılır ve ani toplumsal patlamalara karşı “tetikte” beklenir. Tarihsel ve güncel deneyimlerin de gösterdiği üzere, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında şiddetlenen çelişkilerin ne zaman, ne biçimde ve hangi boyutlarda patlayacağı hiç belli olmaz. Şiddetlenen toplumsal çelişkiler emperyalizm çağında proleter devrimleri daima güncel bir olasılık haline getirir. Devrimin güncelliği burjuvazinin yüreğine korku saldığından, emekçi kitleler üzerindeki baskı ve şiddet görünen ve görünmeyen araçlar üzerinden devam ettirilir. Devrim korkusuna kapılan burjuvazi, kitleleri pasif yaşamlarından alarak hareketli siyasal süreçlerin içine çekebilecek köklü demokratik dönüşümleri hayata geçiremez.

İkincisi, siyasal gericilik bugünkü gibi emperyalist savaş dönemlerinde daha belirgin bir şekilde, kitlelerin yaşamını doğrudan etkileyecek anti-demokratik uygulamalarla karakterize olur. Nitekim son birkaç yıldır başta Amerika, Avrupa ve Türkiye olmak üzere, dünyanın her yerinde benzeri gelişmeler yaşanıyor. Verili burjuva demokrasisinin sınırları görece barışçıl dönemlere göre alabildiğine daraltılmakta, polis devleti uygulamaları yaygınlaşmakta ve olağanüstü rejimler gündeme gelmektedir. Bu dönemin en tipik özelliklerinden biri de siyasal gericiliğin tüm burjuva siyasetine ve onun her rengine damgasını basmasıdır. Bu damgayla belirlenen burjuva siyaseti, demokrasinin göreli işlediği dönemlerden farklı olarak, militarizmi ve milliyetçi saldırganlığı alabildiğine yükseltmekte ve anti-demokratik uygulamaların borusunu çalmaktadır.

Üçüncüsü, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın Kürt sorununa uluslararası bir boyut kazandırması ve Güney’de bağımsız bir Kürt devletinin şekillenmekte oluşu TC’yi bir hayli sıkıştırmış bulunuyor. Buna mukabil, gerek burjuvazinin bölgede alt-emperyalist bir güç olarak yükselme arzusu gerekse ABD emperyalizminin Türkiye’yi olası bir İran savaşında kendi yanında, savaşın aktif bir parçası olarak görmek istemesi, Türkiye’yi şu ya da bu biçimde savaşın içine çekmekte ve bu, düzeni daha da sıkıştırmaktadır. İşte Türkiye burjuvazisi içindeki tarihsel çelişki ve çatışma tam da böyle bir konjonktüre denk gelmiştir. Verili siyasal durum, liberal geçinen AB’ci burjuvaziden ziyade statükocu-darbeci burjuvazinin zeminini güçlendirmektedir. Son haftalarda yaşananlar bunu açıkça göstermektedir. Tüm bunlardan ötürüdür ki, emperyalizm çağında genel olarak burjuvaziden, özel olarak da Türk burjuvazisinden kapsamlı ve tutarlı demokratik dönüşümleri hayata geçirmesini beklemek gerçekten de boş bir hayaldir.

Burjuva demokrasisinin özü ve biçimi
Bilindiği üzere devlet bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki tahakküm aygıtıdır ve kapitalist düzende de devlet, burjuvazinin sömürülen kitleler üzerindeki diktatörlüğünün cisimleşmesidir. Fakat burjuva ideologları kitlelerin bilincini bulandırmak amacıyla devleti sınıflar üstü, “tarafsız” bir konuma yükseltirken, kendinden menkul bir diktatörlük kavramının karşısına da demokrasiyi koyarlar. Sanki demokrasinin kendisi de bir diktatörlük değilmiş gibi sunulur. Oysa demokrasi burjuva egemenliğinin bir ifadesi, onun bir siyasal biçimidir.

Burjuva demokrasisi kuvvetler ayrılığı ilkesine göre şekillenir. Bu üç kuvvet, yasama –yani parlamento–, yürütme –yani hükümet– ve yargıdan –yani mahkemeler– müteşekkildir. Gerçekte kitlelerin bu kurumlar üzerinde hiçbir denetim hakkı yoktur. Fakat genel oy, seçme ve seçilme hakkı, her dört-beş yılda bir yinelenen seçimler kitlelerde “biz yönetiyoruz” yanılgısına yol açar. Oysa burjuva demokrasisinin en genel özelliği, kitleleri hiçbir şekilde yönetime katmama ve pasifleştirme üzerine kurulmuş olmasıdır. Tüm siyasal mekanizmalar bu amaçla oluşturulmuştur. Temsili demokrasi ilkesi bu mekanizmaların başında yer alır. Bu ilkeye göre, halk yığınları vekillerini seçerek parlamentoya gönderecek ve bunlar da güya halkı temsil edecektir! Lakin kitleler dört-beş yılda bir seçimlere katılıp “vekillerini” seçtikten sonra, hiçbir şekilde sürece dâhil edilmezler. Ne “seçtikleri” vekillerini geri çağırabilir, ne parlamentoda yapılan yasalara müdahale edebilir, ne de bu yasaların uygulanmasını denetleyebilirler.

Öte yandan, yargı-mahkemeler, işçi-emekçi kitlelere parlamento kadar bile yakın değildir. Türkiye’de siyaset üzerinde belirleyici bir rolü olan Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve diğer mahkemelerin başkanları ve heyetleri kitlelerin seçimleriyle işbaşına gelmemekte, bürokratik bir şekilde atanmaktadırlar. Esasında aynı şey diğer devlet kurumları için de geçerlidir. Tüm bu kurumlarda yöneticiler halkın oyuyla değil, tepeden, bürokratik atama yoluyla göreve gelirler. Yani tüm devlet örgütlenmesi yığınların denetiminden uzaktır. Burjuva parlamenter demokrasi, halk yığınlarının her düzeyde siyasal yaşama katılmasına ve aşağıdan yukarıya devletin demokratik bir tarzda örgütlenmesine izin vermez. Ve gelişen her türlü demokratik kitle hareketini boğar.

Burjuva devlet görünen ve görünmeyen kısmıyla, tüm bürokratik yapısıyla halk kitlelerinin üzerine çökerken, parlamenter demokrasi burjuvazinin diktatörlüğünü örten bir incir yaprağı işlevi görür. Fakat ne zamanki emekçi kitleler sistemi şu ya da bu şekilde zorlamaya başlarlar, işte o vakit incir yaprağı kalkar ve sistemin gerçek özü olan diktatörlük tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar. Türkiye’de Kürt halkı, devrimciler ve emekçi kitleler yıllardır devletin terörüne maruz kalıyorlar. Neredeyse polisin saldırmadığı bir miting ve yürüyüş yok gibidir.

Şurası açık ki, bizimki gibi ülkelerin burjuva demokrasisinde toplantı ve basın özgürlüğü göstermeliktir; düzen tehlikeye girdiğinde göreli özgürlükler bile anında çöpe atılmaktadır. 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen işçi kitlelerine burjuva devletin tüm hışmıyla saldırması ve İstanbul’da terör estirmesi, burjuva demokrasisinde toplantı özgürlüğü söyleminin ne kadar sahtekârca olduğunu bir kez daha doğrulamıştır. Kapitalist düzende gazeteler, radyolar, televizyonlar, internet gibi iletişim araçları burjuvazinin tekelindedir. Burjuvazi bu aygıtlar aracılığıyla emekçileri gece gündüz ideolojik bombardımana tâbi tutuyor. Özellikle yazılı ve görsel medya aracılığıyla gerçekler çarpıtılmakta ve toplum manipüle edilmektedir. İşçi-emekçi kitlelerin bu tür araçları kullanarak kendilerini ifade etmeleri ise bin bir türlü mekanizmayla engellenmektedir. Zor şartlarda ayakta durmaya çalışan demokrat, devrimci ve sosyalist basın, sürekli baskı altına alınarak kovuşturmalara uğramakta, susturulmaya çalışılmaktadır.

Bununla birlikte, oluşturulan siyasal mekanizmalar aracılığıyla emekçi sınıfların seçimden yararlanmasının ve kendi adaylarını parlamentoya göndermesinin bile önüne geçilir. Seçim yasalarında yapılan –%10 barajı gibi– düzenlemeler, seçim bölgelerinin sınırlarının egemenlerin işine geldiği gibi belirlenmesi, temsilde orantısızlık, seçim çalışmalarında çıkartılan fiili engellerle emekçilerin sesi boğulur. Bu topraklarda benzeri yöntemlerle ve süreklileştirilmiş açık şiddetle Kürt halkının yıllardır parlamentoda kendini ifade etmesinin önüne geçilmesi, esasında burjuva demokrasisinin nasıl bir demokrasi olduğunun basit bir örneğidir.

Ne var ki burjuvazi yine de “özgür”, “eşit” ve “genel” oya dayalı demokratik bir düzende yaşadığımızı dillendirmeyi pek seviyor. Ne büyük bir yalan! Nasıl oluyor da siyasal iktidarı ve üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde tutan kapitalistler sınıfı ile tüm bu haklardan yoksun işçi sınıfı eşit olabiliyor?

Çok açık ki, kapitalist düzende üretim araçlarıyla birlikte devlet de burjuvaziye aittir. Dolayısıyla bu düzende “eşitlik”, “özgürlük” ve “demokrasi” gibi kavramlar, üretim araçlarının özel mülkiyetinin burjuvaziye ait olduğu ve bununla birlikte siyasal iktidarın da ona ait olduğu gerçeğini gizlemeye yarar. Demokrasi oyunuyla hem bu gerçeğin üzeri örtülür hem de kitlelere burjuva egemenliği yeniden ve yeniden onaylatılarak emekçilerin sistem dışına çıkmasının önüne geçilir. Yani parlamenter demokrasi emekçi kitleleri siyasal yaşamın dışına atarken, siyaseti de profesyonel burjuva siyaset esnafına havale eder. Nitekim her dört-beş yılda bir, işçi-emekçi yığınların karşısına düzen partileri ve profesyonel siyasetçiler çıkartılmakta ve bir dahaki seçime kadar yığınlar unutulmaktadır. Bu profesyonel siyasetçiler türlü dalaverelerle, olmadık vaatlerle ve çoğu zaman oy satın almalarla işlerini yürütürler. Özetle kapitalist düzende emekçi yığınlar için eşitlik, her dört-beş yılda bir sandık başına gidip burjuvazinin şu ya da bu partisine veya profesyonel siyasetçisine oy vermek ve böylece “demokratik görevini” ifa etmektir. İşte burjuva eşitlik ve özgürlük! İşte burjuva demokrasisi!

Bugüne kadar tüm burjuva demokrasileri, işçi-emekçi sınıflar için baskı, şiddet ve cezaevleri üretmiştir. İnsanlığı burjuva demokrasisinin dar çerçevesinden kurtararak siyasal ve toplumsal gericileşme ve çürümeye son verecek, halk kitlelerine derin bir nefes aldıracak şey, burjuvazinin korkulu rüyası olan işçi devrimleridir.

Bir yaşam biçimi: işçi demokrasisi
Eski sömürülü toplumlarda (örneğin kölecilik ve feodalizmde) sömürü ekonomi dışı zor yöntemleriyle uygulanıyordu. Lakin kapitalist üretim tarzıyla birlikte işgücü bir meta haline geldi ve kapitalist, işçinin işgücünü satın alarak onun ürettiği artı-değere ekonomi dışı bir şiddet uygulamaya ihtiyaç duymaksızın doğrudan el koymaya başladı. (Ayrıntılı bir okuma için bkz: Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme) Kapitalizmle birlikte ekonomi ile siyaset arasında göreli bir ayrışma yaşanırken, demokrasi de siyasal alanla sınırlı kaldı. İşçi sınıfı üretim sürecinin her aşamasında yer almasına ve tüm üretimi gerçekleştirmesine rağmen, üretimin ve ekonominin yönetiminde hiçbir söz hakkına sahip değildir.

Buna son verecek ve yığınların her düzeyde yönetime katılmasının, gerçek ve doğrudan demokrasiye ulaşmasının yolunu açacak şey, bir işçi devrimidir. Devrimle birlikte, kitlelerin üzerine çöken bürokratik burjuva devlet makinesi parçalanır ve onun yerine işçi sınıfının öz-yönetim organları olan sovyetler/konseyler geçer. İşçi-emekçi kitleler öz-yönetim organları olan sovyetler üzerinden bizzat “devletin” kendisi haline gelirler. Siyasal iktidarın yönetimini eline geçiren işçi sınıfı, üretim araçlarını devletleştirerek kapitalist özel mülkiyete son verir ve böylece ekonominin yönetimi ve dolayısıyla kendi kaderi üzerinde gerçekten söz ve karar sahibi olur.

Burjuva devlet yukarıdan aşağıya bürokratik bir tarzda örgütlenen ve toplumun üzerinde yükselen bir aygıtken, işçi sınıfının devleti, sovyetler, konseyler şeklinde örgütlenen ve tüm iktidarı kendi ellerine alan işçi yığınlarının ta kendisidir. İşçi devleti bir yarı-devlettir aslında. Bu “devlet”in oluşum sürecine işyeri, mahalle, il, ilçe ve ülke düzeyinde örgütlenmiş sovyetler/konseyler damgasını basar. İşçi iktidarı burjuva devlet aygıtını parçalayarak bürokratik yapıyı dağıtırken, tüm eski mevki ve makamlara ve ayrıcalıklara son verir. Ayrıcalıkları, apoletleri, rütbeleriyle birlikte sürekli ordu dağıtılıp yerine işçi milisleri geçirilirken, polis aygıtı da ortadan kaldırılır. Tüm sovyet görevlileri seçimle işbaşına gelir, sovyetlerde örgütlenmiş işçi kitlelerine karşı sorumlu olur ve istendiğinde görevden alınabilir. İşçi iktidarı, eski ayrıcalıkların geri dönmemesi için görevlilerinin ücretlerini ortalama işçi ücreti düzeyinde tutar.

Kitlelerin her düzeyde siyasal yaşama katılması, belirleyici olması ve ayrıcalıkların ortadan kaldırılması, siyaseti profesyonel siyasetçilerin işi-mesleği olmaktan çıkartır. Böylece gerçek işçi iktidarı altında siyaset, kitlelerin günlük yaşamlarının bir parçası haline gelerek bir yaşam biçimine dönüşür.

Görüldüğü gibi, işçi demokrasisinde kitleler sovyetler vasıtasıyla, aşağıdan yukarıya işçi devletinin demokratik örgütlenmesine katılmakla kalmazlar, her aşamada onu belirlerler de. İşçi demokrasisinin, kitlelere sadece yasama organını seçme hakkı veren ve diğer tüm yönetim süreçlerinin dışında tutan burjuva demokrasisinden üstünlüğü buradan kaynaklanır. İşçi demokrasisinin, burjuva demokrasisinden binlerce kat daha demokratik ve üstün olduğu gerçeği gerek Paris Komünü deneyimi gerekse 1917 Ekim Devrimiyle somut olarak doğrulanmıştır.

Dünyada ilk kez, tüm emekçilere demokrasiyi proletarya iktidarı vermiştir. Emperyalist siyasal gericilik çağında emekçi kitleler için burjuva demokrasisinin bir kurtuluş olamayacağı yeterince açıktır. Kapitalizmin tarihsel bunalımı derinleştikçe burjuva demokrasisi daha da çürümekte ve kitleleri siyasal yaşamın dışına atarak alabildiğine pasifleştirmektedir. Burjuvazinin gerçek arzusu kitleleri hiçbir şekilde siyasal sürece dâhil etmeyen bir demokrasidir! Nitekim son yıllarda bir eğilim olarak yükseltilen ve diktatoryal yönetimlere kapı aralayan “başkanlık” sistemi bunun tezahürüdür. Savaşlarla ve proleter devrimlerle karakterize olan emperyalist çağın ani patlamalı dünyasında, burjuvazi, önemli kararlar almasını engelleyebilecek parlamentonun ayaklarına dolanmasını istememektedir. Örneğin, Türkiye ABD ile birlikte Irak’taki savaşa katılmak istediğinde, çeşitli basınçlar altında kalan parlamento 1 Mart tezkeresini geçirememişti.

İşçi sınıfı kapitalizmin kendiliğinden çürüyerek yıkılmasını bekleyemez. Bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, burjuva demokrasisinin sınırlarının darlığını veya göreli genişliğini belirleyen sınıf mücadelesinin düzeyidir. İşçi sınıfının örgütlü olduğu, mücadeleyi yükselttiği dönemlerde göreli demokratik kazanımların elde edilmesi ve fakat sınıf hareketinin geri çekildiği dönemlerde kazanılmış demokratik hakların kaybedilmesi bu temel gerçeği döne döne doğrulamaktadır. Bu nedenle işçi sınıfı anti-demokratik, faşizan yasaları geri püskürtmek, siyasal ve sendikal yasakları ortadan kaldırmak ve kendi diğer taleplerinin yanı sıra Kürt halkının da haklı taleplerinin yerine getirilmesini sağlamak için mücadeleyi yükseltmek zorundadır. Lenin’in önemle altını çizdiği gibi, demokrasi mücadelesi vermeyen işçi sınıfı sosyalizm için de mücadele vermeyecektir. Fakat demokrasi mücadelesini yükselten ve bu okulda olgunlaşan işçi sınıfı, kapitalizmin ölümünü hızlandıracak ve kendi iktidarına giden sürecin önünü açacaktır.




(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:27, Haziran 2007)

Cuma, Eylül 21, 2007

HAMAS VE HİZBULLAH ANTİ-EMPERYALİST Mİ? "Utku Kızılok"

Hamas ve Hizbullah Anti-Emperyalist mi?
Utku Kızılok


Ekim 2006

Anti-emperyalizmi şu ya da bu emperyalist ülkeye yahut o ülkenin politikalarına karşı çıkmak olarak kavrayan dünya sosyalist hareketinin bir bölümü, Irak’ta ve Afganistan’da ABD karşıtlığı üzerinden yükselen direnişi tez zamanda anti-emperyalizm ilan etmişti. Öyle gözüküyor ki, solun anti-emperyalist olarak değerlendirdiklerinin sayısı artmaktadır. Nitekim Hamas, Hizbullah ve genel olarak İslamcı güçler de anti-emperyalist ilan edildiler ve selamlandılar. Onlara göre emperyalizm karşıtı cephe genişliyor ve “ezilen halkların anti-emperyalist cephesi”(!) mümkün hale geliyor. Oysa Hizbullah, Hamas ve genel olarak İslamcı güçlerin sözde emperyalizm karşıtlığı anti-Amerikancılık ya da anti-Batıcılıktan öte bir anlam ifade etmiyor. ABD’nin başını çektiği emperyalist hegemonya kavgası bugün esas olarak İslam coğrafyasında yoğunlaşıyor ve Hamas’ı, Hizbullah’ı, İran’ı ve genel olarak İslamcı güçleri hedef alıyor. İşte İslamcı güçlerin ABD emperyalizmiyle özdeşleştirdikleri bir emperyalizm karşıtlığını savunmalarının nedeni budur.

Tarih, burjuva milliyetçi önderlerin ve örgütlerin kendi ulusal çıkarlarını güvence altına almak veya emperyalist güçlerle pazarlık gücünü artırmak üzere, kitleleri milliyetçilik zemininde seferber etmesinin ve sahte bir emperyalizm karşıtlığına soyunmasının örnekleriyle doludur. Bunu en canlı şekilde, Chavez örneğinde görüyoruz; Chavez, kırmızı gömlek ve yukarıya kalkmış yumruk eşliğinde anti-emperyalizmden dem vurup duruyor. Chavez’in kitleleri etkileyici yöntemini Ahmedinecad da tutmuş olacak ki, son Venezuela ziyaretinde Chavez ile birlikte sıkılı yumruk eşliğinde “emperyalizm karşıtı” nutuklar attı: “Venezuela ve İran, Amerikan egemenliği ve emperyalizmden uzak bir şekilde, birlikte çalışıp gelişebildiklerini göstermiştir.” Elbette asıl vahim olan, solun bu sahtekârlıklara kanması, prim vermesi ve bilinç bulanıklığı yaratmasıdır. Bu durum, aslında işçi hareketinin ne denli büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu da gösteriyor. Bu tehlikenin farkında olarak, işçi sınıfının sahip olması gereken Marksist bakış açısını tekrarlamak ve gerçek anti-emperyalizmin anti-kapitalizm olduğunu bir kez daha hatırlatmak gerekiyor.

Anti-emperyalizm anti-kapitalizmdir
Son dönemdeki sıcak gelişmeler karşısında alınan politik tutumlar da ortaya koyuyor ki, dünya solunun bilinci bir hayli bulanıktır. Fakat alınan her politik tutumun ve izlenen her politik taktiğin somut bir karşılığı vardır. Geçmişte izlenen yanlış politikalar işçi sınıfına büyük bedeller ödetti. Kendi yolunda ilerlemesi ve kapitalist dünya düzeninin defterini dürmesi gereken işçi sınıfı, Stalinizm eliyle, “ulusal demokratik cephe” formülleriyle defalarca hedefinden saptırıldı ve şu ya da bu ülke burjuvazisinin peşine takıldı. Ancak öyle gözüküyor ki, tarihten pek ders alınmış değil. İşçi sınıfı bir kez daha, bu kez adı Chavez, Ahmedinecad ve Nasrallah vs. olan burjuva liderlerin ve burjuva güçlerin peşine takılmaya çalışılıyor.

Marksizmin anti-tezi anlamına gelen Stalinizm, devrimci Marksizmin en temel teorik açılımlarını ve politik yaklaşımlarını tahrif etmiştir. Çarpıtılan temel meselelerden biri de emperyalizm konusuydu. Kapitalizmin 19. yüzyıldan sonraki aşaması olan emperyalizm, ekonomik temellerinden kopartılarak, gelişmiş ülkelerin dış politikalarına ya da daha az gelişmiş ülkeler üzerindeki siyasi üstünlüğüne indirgendi. Yapılan tahrifata bir teorik temel de bulundu. Bu teoriye göre sömürgecilik ile emperyalizm aynı şeydi; sömürge ülkeler bağımsızlıklarını kazanmış ve ulus devletlerini kurmuşlardı, ama emperyalistler bu ülkeleri ekonomik mekanizmalarla kendilerine bağlayarak sömürmeye ve bu yolla sömürgeleştirmeye devam ediyorlardı! Yani klasik sömürgecilik bitmiş, onun yerini ekonomik bağımlılığa dayalı “yeni sömürgecilik” almıştı! Emperyalistler IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlar aracılığıyla ekonomik bağımlılığı derinleştirerek ve çeşitli askeri anlaşmalar yaparak bu ülkeleri yeniden “gizlice işgal” etmiş ve sömürgeleştirmişlerdi!

Meselenin “yeni sömürgecilik” ve “gizli işgal” biçiminde ortaya konması, siyasi bağımsızlığını çoktan kazanmış kapitalist ülkeler için bile ulusal sorun icat edilmesini beraberinde getirerek, işçi sınıfının önüne, varolan sınıf ayrımını gölgeleyecek bir engel dikilmektedir. Türkiye ve benzeri kapitalist ülkeler de bu kategoride değerlendirilmektedir. Bugün orta ölçekteki Venezuela, Suriye ve İran gibi kapitalist ülkelerin veya Hizbullah ve Hamas benzeri örgütlerin anti-Amerikancı tavırlarının anti-emperyalist ilan edilmesi de bu yanlış kavrayışa dayanmaktadır. Öyle ya, emperyalizm eşittir sömürgecilikse, bu ülkeler emperyalist ABD’ye kafa tutarak aslında sömürgeciliğe karşı çıkıyorlar ve anti-emperyalizm yapıyorlar! Kavrayış tam olarak bu. Solun bu çarpık tutumunu burjuvazinin “ulusalcı” kesimi de tepe tepe kullanmaktadır; örneğin, AB’ye karşı olan statükocu-devletçi burjuva kesimlerin kimi sözcüleri ülkenin satıldığını, sömürge haline getirildiğini, AB yetkililerinin “müstemleke valisi” olduğunu vaaz edip duruyorlar. Böylelikle görüyoruz ki, küçük-burjuva milliyetçiliği ile burjuva milliyetçiliği aynı çizgide buluşabiliyorlar.

Hizbullah’ın anti-emperyalist olduğunu ilan etmekle hızını alamayan kimi çevreler, 1979 İran devrimini de anti-emperyalist ilan ediyorlar. Oysa İran’da kapitalist sisteme son verilmiş ve emperyalist-kapitalist sistemden kopulmuş değildir. Her ne kadar ABD tekelleri İran’dan dışarı atılmışlarsa da, zamanla bu tekellerin yerini Alman ve Fransız tekelleri doldurmuştur. Bugüne yürüyen süreçte burjuvazi petrol ve doğalgaz gibi doğal kaynakların üzerine basarak palazlanmış, tekelleşmiş ve İran sermayesi mali sermaye sentezine ulaşmıştır. Ekonomik olarak güçlenen İran, bugün emperyalist hegemonya kavgasının orta sıklet bir dövüşçüsüdür; nükleer silahlara ulaşma ve bölgede hegemon güç olma arzusu bunun somut kanıtıdır. ABD emperyalizmine cephe almakla kapitalist sistemin dışına çıkılamayacağının ve anti-emperyalist olunamayacağının en somut örneğini ise belki de Venezuela oluşturuyor; “devrimci” pozlar takınan Chavez, Çin ve Rusya gibi ülkelerle ilişkilerini derinleştirirken, Avrupalı emperyalistlerle de pek çok anlaşmanın altına imza koymuş bulunuyor.

“Kapitalizm, tek bir dünya pazarında somutlanan ve irili ufaklı tüm kapitalist ülkeleri kucaklayan, uluslararası işbölümü temelinde eşitsiz fakat bileşik gelişen ve eşitsizliği içinde karşılıklı bağımlılığı yeniden ve yeniden üreten bir dünya sistemidir.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Y., s.40) Yani bir kapitalist ülkenin dünya ekonomisinden koparak bağımsızlaşması ve mali sermayenin etki alanının dışına çıkması söz konusu olamaz. Bununla birlikte altı çizilmesi gereken bir başka mesele, emperyalizmin kapitalizme dışsal bir olgu olmadığıdır. Unutmayalım ki, kapitalizmin emperyalizm aşamasında sermaye, tekelci mali sermaye biçiminde karakterize olur. Elbette Amerikan ve Alman menşeli devasa tekellerle, Türkiye, İran veya Venezuela menşeli tekeller arasında genel olarak önemli bir çap farkı vardır; lakin özünde kavga büyüklü küçüklü bu tekeller arasında yürür. Türkiye veya İran tekelci sermayesinin emperyalist ülke tekelci sermayesi karşısında boyun eğmesi birincilerin sömürüldüğü, ikincilerin ise sömürdüğü anlamına gelmez. Sömürülen işçi sınıfıdır; güçler oranında paylaşılan ise dünya işçi sınıfının yarattığı toplam artı-değerdir.

Emperyalist tekellerin gittikleri ülkelerde çeşitli yöntemlere başvurarak veya kendi devletlerinin gücünü kullanarak ekonomik ayrıcalıklar elde etmeye çalışmaları, hatta bu ülkelerin iç işlerine karışarak kendi çıkarları için siyasi yönlendirmelerde bulunmaları mali sermayenin rekabetçi doğasındandır. Yaşanan böyle durumları ve işçi sınıfının tavrını Elif Çağlı, net bir şekilde ortaya koyuyor:

Emperyalist ülkelerin, görece daha zayıf durumda bulunan kapitalist ülkelere dayatmaları elbette ki yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmıyor. Ancak bu durum, kapitalist düzenin genel bir yasasıdır. Kapitalizmde parayı veren düdüğü çalar! Büyük emperyalist devletlerden muazzam miktarlarda borçlanan kapitalist devletlerin burjuvazisi, eşitsiz ilişkiler ya da “iç işlerine” karışılması nedeniyle ne kadar sızlansa da, bu bir bütün olarak onların kapitalist düzenidir. Bu tür sızlanmalardan işçi sınıfına ne? Daha güçsüz burjuvazinin derdini dert edinmek, ya da işçi sınıfına kapitalizm temelinde “tam bağımsız ve ulusal bir düzen” propagandası yapmak ancak küçük-burjuvazinin şanına yakışabilir. Oysa, irili ufaklı tüm kapitalist ülkelerde proletaryanın yakıcı sorunu, “kendi” burjuvazisinin “ekonomik bağımsızlığı(!)” değil, kapitalist sömürü düzeninden kurtuluştur. Kısacası, emperyalizm karşısında işçi sınıfının mücadele hedefi burjuva düzene son vermektir, yani siyasal iktidarın fethidir, proleter devrimdir. (age, s.46)

Emperyalizm, kapitalizmin gelişmiş hali olduğuna göre, anti-emperyalizm özünde anti-kapitalizm olmak zorundadır. Emperyalizmi kapitalist dünya sistemi olarak görmemek ve kapitalist ülkelerin ABD ve İngiltere gibi şu ya da bu emperyalist güce ulusal çıkarları çerçevesinde “tavır” almasını anti-emperyalizm katına yükseltmek işçi sınıfı için ölümcül bir politikadır.

Dik tut, karışmasın bayraklar!
Anti-Amerikancılığı anti-emperyalizm olarak değerlendirenler, bugün Hamas, Hizbullah ve genel olarak İslamcı güçlere dönük kuyrukçu ve oportünist bir politika izliyorlar. Bunlar kendi güçsüzlüklerini onların gücüyle örtmeye çalışıyorlar. Onlara göre Ortadoğu’da yürüyen savaşta kalın çizgi, ABD’nin yanında olmak veya Hizbullah’ın yanında olmak biçiminde çiziliyor. Bunlar Irak’ta, Filistin’de ve Lübnan’daki direnişi, dünya halklarının ABD emperyalizmine karşı savaşının bir ifadesi olarak görüyorlar. Onlara göre “sosyalist” Chavez ile İslamcı Ahmedinecad da, Amerikan saldırganlığına (dolayısıyla da emperyalizme) karşı omuz omuza veriyor.

Gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de Hizbullah ve Hamas üzerine övücü yazılar döşeniliyor, bu örgütlerin sanıldığı gibi gerici olmadığı ve emperyalizme karşı savaştığından dem vuruluyor ve koşulsuz desteklenmeleri gerektiği ileri sürülüyor. Avrupa’da karnavalcı kimi sol çevreler, İslamcı güçlerle “savaş karşıtlığı” temelinde sarmaş dolaş olmuşlar ve bayrakları karıştırmışlardır. Türkiye’de de durum farklı değil. Hatta İslamcı çevrelere yönelik bir sempati yaratma gayreti, sahte bir röportaj yayınlamaya kadar vardırıldı ve küçük bir skandalla sonuçlandı.

Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile yapıldığı ileri sürülen ve Evrensel gazetesinde de yayınlanan, fakat düzmece olduğu sonradan kanıtlanan bu röportaj üzerinden başlayan tartışma, bağımsız sınıf çizgisinin ne denli dışına düşüldüğünün kanıtıdır. Evrensel gazetesi, röportajın gerçek olmadığını ileri sürenleri, “Ortadoğu’da gelişen anti-emperyalist mücadeleyi görmemek”le ve “laikçi solcu” olmakla itham etti. İtham edilenlerden bazıları ise Hizbullah’ı gerici olarak görmediklerini ileri sürüyor ve yayınladıkları Hizbullah’ı öven yazıları da kanıt olarak gösteriyorlardı.

Nasrallah ile röportaj yaptıklarını ileri sürenler, gönüllerinden geçeni Hizbullah liderine söyletivermişler. Konuşturulan sanki şeriatçı Nasrallah değil de, enternasyonalizmi ilke edinmiş devrimci bir partinin lideri! Bu düzmece röportajda Nasrallah Che Guevera’yı ve Deniz Gezmiş’i bolca övüyor, onlar gibi savaşçı kahramanlara ihtiyaç duyulduğunu ileri sürüyor, Chavez’i selamlıyor ve hızını alamayarak sosyalist hareketin dünya ölçeğindeki örgütsüzlüğüne değiniyor. Nasrallah, “din düşmanlığını” bir kenara bırakın diyor ve sosyalistleri emperyalizme karşı ortak cepheye çağırıyor.

Kendi düşüncelerini Hizbullah üzerinden meşrulaştırmak isteyenlerin siyasi meşrebi başka bir tartışmanın konusudur; sözde röportajın ileri sürdüğü ise, bildiğimiz küçük-burjuva milliyetçiliktir. Türkiye solunun büyük bir bölümünün malûl olduğu bu siyasal yaklaşımın kaynağı Stalinizmdir. İşçi sınıfının uluslararası anti-kapitalist mücadele perspektifinin karşısına şu ya da bu kapitalist ülke veya örgütleri kapsayan sözümona anti-emperyalist cephe perspektifi dikilmiştir. Dergilerde bu sakat bakış açısı propaganda ediliyor, mitinglerde buna uygun sloganlar atılıyor ve kızıl bayrakların yanında burjuva Lübnan devletinin bayrağı taşınabiliyor.

Bayraklar karışmakla kalmamış, ilginç kombinasyonlar da oluşmuştur. Bu küçük-burjuva sol çevreler anti-Amerikacılık üzerinden Kemalistlerle de söylemde yan yana gelmişlerdir. Statükocu-devletçi burjuva güçler içinde yer alan ve kendilerini “ulusal dalga”cı olarak adlandıran Kemalistler, Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkarken sahte bir anti-emperyalizm söylemine sarıldılar. Bunlar da söz konusu sol çevreler gibi, Türkiye’nin gizlice işgal edildiği ve sömürgeleştirildiği yaygarasını koparıyorlar. Sol yelpazenin bir de “laiklik” hassasiyeti ağır basan kesimi var ki, TKP ve benzerleri bu kategoriye girmektedir. Bu noktada, Kemalistlere daha fazla yaklaşan bu çevreler, Hamas ve Hizbullah’ı, anti-kapitalist olmadıkları gerçeğinden dolayı değil, kendi Kemalist-laikçi önyargılarından dolayı anti-emperyalist olarak değerlendirmiyorlar. Bunlar örneğin İslamcı çevrelerin geldiği savaş karşıtı mitinglere katılmıyorlar.

Görüldüğü üzere, pek çok şey iç içe geçmiş bulunuyor. Belirtmek gerekiyor ki, İslamcı çevrelerin savaş karşıtı mitinglere katılması başka şeydir, bu çevrelerle siyasal ittifak yapmak, Hizbullah ve Hamas gibi örgütleri anti-emperyalist ilan etmek ve cephe kurmaya kalkmak daha başka şey. Ne İslamcı hareketlerle sarmaş dolaş olmak ne de İslamcı çevrelerin kortejinde savaşı protesto etmek isteyen kitleleri “laikçi” bir yaklaşımla miting alanlarına sokmamak doğrudur. Avrupa ve Türkiye solunun bir kesimi Hamas ve Hizbullah’a hak etmedikleri anti-emperyalizm misyonu biçerken, diğer bir kesimi de bu tip örgütleri “terörist” olarak görme eğilimindedir. Bu iki yaklaşım da kabul edilemez. Bu tip örgütlerden ne anti-emperyalizm beklenmeli ne de emperyalistlerin ağzıyla konuşarak onları “terörist” ilan etmeli; işçi sınıfı kitlelerine gerçekleri açıklamak gereklidir. Hamas ve Hizbullah bulundukları ülke burjuvazisinin bir parçası ve hatta ordusu olmayan burjuvazinin silahlı örgütleridir ve kapitalizmle bir sorunları yoktur.

Hizbullah’ı kuran ve yönlendiren İran burjuvazisidir. Ortadoğu’da nüfuz alanını genişletmek isteyen İran burjuvazisi, mollalar önderliğinde ümmetçiliği birleştirici siyasal bir söylem olarak kullanmış ve özellikle Şii’lerin yaşadıkları bölgelerde etkin olmaya çalışmıştır. Ümmetçi söyleme göre İslam devrimi yayılacak ve her yerde Allah’ın kanunları (şeriat hukuku) geçerli hale gelecek! Şeriat hukuku kapitalizme karşı olmadığı gibi, kapitalizmi tasfiye edemeyeceğinin somut kanıtını bizzat İran’ın kendisi ortaya koymuştur. İran’da kapitalist düzen yerli yerinde kalırken, başa geçen mollalar şeriat kanunlarıyla toplumu baskı altına almış ve işçi-emekçi kitleleri korkunç bir sömürüye tâbi tutmuşlardır. Taliban’ın Afganistan’da kitleleri nasıl bir karanlığın içine sürüklediği ise herkesin malûmu.

Zaten ne Hamas’ın ne de Hizbullah’ın kapitalizmi tasfiye etme gibi bir programı var! Bu tip örgütler bulundukları ülkelerde burjuvazinin şu ya da bu kesiminin çıkarlarını ifade ediyorlar. Lübnan’da Şii burjuvazisinin temsilcisi olan Hizbullah’ın, temsil ettiği kesimin çıkarlarını İran burjuvazisinin çıkarlarına bağladığı ve kader birliği yaptığı oldukça net bir durumdur. Keza Hamas’ın durumu da farklı değildir. Sonuç olarak, Hizbullah, Hamas ve diğer İslamcı güçlerin emperyalizme karşıyız söylemi, bir bütün olan emperyalist-kapitalist dünya sistemine karşı olmayı kapsamıyor; esasen anti-Amerikancılık anlamına geliyor. Dünya kapitalist düzenini hedef almayan her türlü sözümona emperyalizm karşıtlığı, şu ya da bu emperyalist ülkeye karşı olmanın çerçevesinin dışına çıkamaz.

İşçi sınıfının perspektifi kapitalizmi alt etmek ve siyasal iktidarı ele geçirmektir. Devrimci perspektiflerin çarpıtılması, “ulusal burjuva cephe”lerin anti-emperyalist olarak gösterilmesi ve burjuvazinin siyasi hegemonyası altına girilmesi işçi sınıfı için ölümcül derecede tehlikelidir. Devrimci uyanıklığı elden bırakmaması gereken komünistler, işçi sınıfı kitleleri içinde bağımsız sınıf perspektifini hâkim kılmalı ve yığınları gerçek anti-emperyalizm olan anti-kapitalizm çizgisine çekmelidirler. Geçmişte düşülen ve bedeli ağır olan hatalara bir daha düşülmesine izin verilemez! Bayrakların karıştırılmasına, hedeflerin saptırılmasına geçit yok! Herkes kendi yoluna!

İslamcı Hareket ve Anti-Amerikancılık
Hedefi SSCB’yi İslam ülkeleriyle kuşatarak geriletmek ve çökertmek olan ABD’nin “yeşil kuşak” projesi 1970’lerde tam olarak ete kemiğe bürünmüştü. Bir taraftan ABD’nin nüfuzundaki Mısır, Türkiye, İran ve Pakistan’da işçi-emekçi kitlelerin devrimci mücadeleye yönelmemesi için İslami hareketler destekleniyor, komünizme karşı din ön plana çıkartılıyor ve öte taraftan da, Müslüman Kardeşler gibi örgütlerin Ortadoğu düzeyinde örgütlenmesi için her türlü yardım yapılıyordu. SSCB’nin 1979’da Afganistan’ı işgal etmesi üzerine “yeşil kuşak” projesi, bugün ABD’nin “terörist” ilan ettiği Bin Ladin üzerinden bu bölgede de uygulamaya sokuldu. Daha sonra El Kaide’ye dönüşecek olan örgüt, “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda SSCB’ye karşı savaştı.

1979 yılına gelindiğinde İran’da devrim patlak vermiş ve ABD’nin sadık müttefiki Şah hanedanlığı işçi-emekçi kitleler tarafından yerle yeksan edilmişti. Ancak sol partilerin yanlış tutumları ve işçi sınıfına yol gösterecek enternasyonalist bir partinin yokluğu koşullarında mollalar devrim sürecinde hegemonyayı ele geçirdiler. Mollalar emekçi kitleleri tam bir denetim altına almak ve iktidarlarını sağlamlaştırmak için sahte bir anti-emperyalizm söylemine baş vuruyor ve ABD’yi “şeytan” ilan ediyorlardı. Mollaların önderliğindeki İran, o günden beri anti-emperyalizm ve “şeytan ABD” retoriğini sürdürüyor.

SSCB’nin yanı başındaki nüfuz alanını kaybeden Amerikan emperyalizmi, eski “düşmanı” Saddam ile anlaşarak Irak’ı İran’ın üzerine saldırttı. Ancak yüz binlerce insanın ölümüne neden olan bu savaş, İran’daki molla rejiminin pekişmesinden ve bu arada anti-Amerikacılığın yükselmesinden başka bir işe yaramayacaktı. Rejimlerini pekiştiren Mollalar, İran’ı tecrit olmaktan kurtarmak ve bölgede hegemon bir güç haline getirmek amacıyla, İslam dünyasında ümmetçilik üzerinden nüfuz alanları yaratmaya giriştiler. İslam devriminin ihraç edilmesi olarak tarif edilen şey, İran’ın başka ülkelerde kendi çıkarlarını temsil edecek örgütler kurması anlamına geliyordu. Şii olan İran, özellikle Şii nüfusun yaşadığı ülkelerde etkili oldu; bugün Türkiye de dahil birçok ülkede Şiiler şu ya da bu biçimde İran’ın etkisi altındadır. İşte Lübnan’daki Hizbullah böyle bir sürecin ürünüdür.

1982’de İsrail güney Lübnan’ı işgal etti. Zira 1970’te güney Lübnan’a yerleşen FKÖ, sadece Lübnan’da önemli bir güç haline gelmemiş, sınırda konuşlandığı için İsrail’e karşı savaş kabiliyetini de artırmıştı. Lübnan iç savaşında Hıristiyan Marûnileri destekleyen ve “Güney Lübnan Ordusu”nu kurduran İsrail, bu kukla ordunun yardımıyla güney Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarında (Sabra ve Şatilla) tam bir katliam gerçekleştirdi. FKÖ, Lübnan’dan çekilmek ve Tunus’a taşınmak zorunda kaldı. Kitlelerin İsrail vahşetiyle karşı karşıya geldiği bu süreçte Hizbullah çıktı ortaya. İran’ın desteklediği Hizbullah bir taraftan yoksul Şii kitlelere yardım ediyor, onların sosyal sorunlarıyla ilgileniyor ve öte taraftan da İsrail’e karşı direnişi örgütlüyordu. Hizbullah’ın 1983’te 241 ABD askerini öldürmesi büyük yankı uyandırdı ve ezilen kitlelerin gönlünü fethetti. Bu tarihten sonra Hizbullah, Lübnan’ın %40’ını oluşturan Şii nüfus içinde tek hakim güç haline geldi.

1987’ye gelindiğinde Filistin’de birinci intifada -ayaklanma- patlak vermişti. Filistinli kitlelerin ayaklanmasıyla iyice sıkışan İsrail, SSCB’nin desteklediği milliyetçi FKÖ ve İran’ın etkisinde olan Hizbullah’ın ateşi altında kalmış bulunuyordu. ABD emperyalizmi ve ortağı İsrail, intifadayı geriletmek ve Filistin ulusal kurtuluş hareketini bölmek için, FKÖ’nün ve İran destekli Şii Hizbullah’ın karşısına Sünni kökenli bir dinci örgüt çıkartmak üzere harekete geçti. 1987’de Hamas, Mısır kökenli Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu olarak kuruldu. “Terörist” ilan edilmiş olan FKÖ’ye karşı Hamas ileri sürüldü. Hamas, geniş kitlelere rahatça ulaşabiliyor ve özellikle Gazze’de Şeyh Ahmet Yasin önderliğinde örgütleniyordu. İzak Rabin, Oslo görüşmeleri sürecinde, Hamas’ı desteklediklerini itiraf edecekti.

Fakat SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, o güne kadar oluşmuş tüm siyasi dengeler çöktü. “Yeşil kuşak” projesini yaratan koşulların ortadan kalkmasıyla ABD emperyalizmi İslamcı örgütlere eskisi gibi itibar etmemeye başladı. Fakat bu projenin doğrudan veya dolaylı ürünü olan Taliban, El Kaide ve Hamas gibi örgütler, artık bulundukları ülkelerde egemen sınıfların çeşitli kesimlerini temsil eder hale gelmişlerdi. Taliban Afganistan’da iktidara geldi ve gerici bir rejim kurdu. Buna karşın, Körfez savaşı sürecinde Suudi Arabistan burjuvazisi içinde yaşanan çatlak Bin Ladin’in dışlanmasıyla sonuçlanacak ve ABD askerlerinin “kutsal topraklara girmesi günahtır” diyen Bin Ladin anti-Amerikancı bir çizgi izlemeye başlayacaktı.

SSCB’nin ortadan kalkması FKÖ’yü uzlaşmaya itecekti. O güne kadar “terörist” olarak addedilen Arafat önderliğindeki FKÖ, Filistin halkının temsilci olarak kabul edilmişti. İsrail ile FKÖ’nün Oslo’daki görüşmelerinde bağımsız bir Filistin devleti kararı alındıysa da, bugüne kadar bir devlet kurulamamış olması, El-Fetih’in yolsuzluklara gömülmesi ve uzlaşmacı bir çizgi izlemesi Hamas’ın öne çıkarak seçimleri kazanmasına neden oldu.

Sonuç olarak, emperyalist hegemonya kavgasının İslam coğrafyasında yoğunlaşması ve Ortadoğu’nun cehenneme çevrilmesi anti-Amerikancılığın yükselmesine neden olmaktadır. Emperyalist savaşı haklılaştırmak ve meşrulaştırmak üzere, emperyalist güçler tarafından geliştirilen “medeniyetler çatışması” kapsamında girişilen provokasyonlar, Ortadoğu’da anti-Amerikancılığın yükselmesini körüklemektedir.



(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no.19, Ekim 2006)

Pazartesi, Eylül 10, 2007

XEBER (65*)ŞEHNAZ XANİM QULAMİ (QADİN HAQDA AKTİVİST) HELEDE DUSTAQDA

شهناز غلامی هنوز در بازداشت به سر می برد


اورمونيوز(۱۷ شهریور ۱۳۸۶): با اینکه نزدیک ۲۰ روز از دستگیری خانم شهناز غلامی فعال سیاسی آذربایجان و فعال حقوق زن در تبریز می گذرد٬ او همچنان بدون محاکمه در بازداشت به سر می برد و هیچ خبری در خصوص اتهامات وارده به وی در اختیار نزدیکان ایشان قرار داده نشده است. بنا به گزارشهای رسیده از تبریز خانم غلامی روز ۲۱ آگوست ۲۰۰۷ توسط نیروهای اداره اطلاعات تبریز دستگیر شده است.

غلامی به تازگی سایتی را در خصوص مسائی زنان و سیاست توسط همفکران خود راه اندازی كرده است. وی عضو انجمن روزنامه نگاران زن ایران (رزا) نیز هست

Güney Azerbaycan genc şaiiri işgenceler etgisinde gergin durumda

وضعیت نامطلوب سلیمان محمدی شاعر جوان آذربایجانی

ساوالان سسی: شاعر و فعال فرهنگی سلیمان محمدی از جراحت حادثه دوم خرداد ماه امسال (86) در شرایط بد جسمانی به سر می برد. وی در سالروز اعتراض آذربایجان از سوی عوامل اطلاعاتی مورد ضرب و شتم و اهانت قرار گرفته بود دوباره از ناحیه فک ، گوش و سینه به علت جراحتهای داخلی و تورم زیاد در حالت بیهوش روانه بیمارستان شد.


وی خرداد ماه 85 نیز از سوی ماموران اطلاعات با ضبط وسایل شخصی قریب دو ماه حبس و مورد شکنجه قرار گرفته بود.

نوشته شده توسط ساوالان سسی در شنبه هفدهم شهریور 1386

Cuma, Eylül 07, 2007

XEBER (63*)

1-Güney Azərbaycan Əhər şəhərində 24 nəfər siyasal dustaqli Güney Azərbaycan 1 May 2006 harəkatinda iştirak etməkləri için şallaqlanmişlar,bu dustaqlilar hələdə işgəncə edilirlər.

2-Güney Azərbycan Marağa şəhərinde dinc əhali tərəfindən İlxanlilar dövründən qalmiş "Göy külə" və "Yuvarlaq kulə" ("Borce kebud ve Borce modəvvər") çevrəsində hazirda yapilmaqda olan tikintilərin yixilmasi(devrilməsi) amacli bir tumar imzalamaq vasitəsilə istənilməkdədir,bu tikintilər işarət olunan arxayik əsərləri ciddi təhlikəye məruz qoyurlar,artirmaliki İran islam Emperyalizminin Güney Azərbaycanin arxayik tikintilərini yixmaq için taninmiş türlərin birisi bu arxayik binalarin çevrəsində yeni binalar tikməkdir,və bu tikintilər zamaninda ağir araclarla arxayik binalarin peyini (kökünü) yixmaq ya onlara zərələr yetirməkdir,örnək için həmin olay yillardir Təbriz şəhərinin tarixsəl Ərk Qalasi həmin faşisti siyasətə məruz qalmişdir.

AZƏRBAYCAN KOMÜNİSTLİK BİLDİRİLƏRİ (AZKOB)