Cuma, Kasım 21, 2008

Kapitalistler Kurtarılıyor, İşçiler İşsizlik ve Açlığa İtiliyor Genişleyen AB Çatlağı ve Marksizmin Tarihsel Haklılığı Obama Değişim Getirir mi?

Kapitalistler Kurtarılıyor, İşçiler İşsizlik ve Açlığa İtiliyor
Kasım 2008


Ekonomik kriz her geçen gün etki alanını yaygınlaştırıp daha da derinleşirken, burjuva medya günün 24 saati, borsadaki düşüşten, doların fırlamasından, yüz milyarlarca dolarlık kurtarma paketlerinden söz ederek krizin vurduğu tekeller için sızlanıyor. Bankalar patır patır batıyormuş, otomobil tekelleri çok zor durumdaymış, bunları kurtarmak için devlet elini taşın altına sokmalıymış! Devlet elini taşın altına soksun derken, emekçilerin ödediği vergilerin sermayeye peşkeş çekilmesinden söz ediyorlar. “Kâr bizim kârımız” diyen patronlar sınıfı, iş zarara gelince toplumsallıktan, devletten, korumacılıktan söz etmeye başlıyor.
Peki ya işçiler, emekçiler? Onların zararlarını kim karşılayacak? Patronunu korumak için seferber olup oluk oluk para akıtan devlet, işsiz kalan işçiyi de koruyor mu? Bankaların borçlarını üstlenen devlet, aldığı üç kuruş ücretle yaşaması olanaksız olduğu için borç batağına saplanan işçinin borçlarını da üstleniyor mu? Hayır, çünkü düzen sermayenin düzeni, devlet sermayenin devleti.
Tekeller, ekonomik kriz yüzünden kâr beklentileri düştüğü için ağlaşırlarken, on binlerce işçiyi işten atma planlarını en ufak bir iç sıkıntısı duymaksızın ilan ediyorlar. Kâr beklentisini %3,5’ten 1,3’e (her iki rakam da milyar dolarlara karşılık geliyor) indirdiğini açıklayan Peugeot, Fransa’daki fabrikalarından bazılarını kapatacağını ve Türkiye ya da Polonya’da yeni bir fabrika kurabileceğini dile getiriyor. Yani, binlerce Fransız işçisi sokağa atılırken, fabrikalar emeğin çok daha ucuz olduğu ülkelere kaydırılacak. Volkswagen, 25 bin geçici ve sözleşmeli işçiyi çıkarma planları yaparken, Renault ve Ford’da da binlerce işçi işten atılıyor.
Burjuvazi krizin herkesi vurduğundan dem vurarak, işçilere kaderinize razı olun diyor. Ama aynı kriz patronları kârlarından zarar etmeye sürüklerken işçileri açlığa mahkûm ediyor. Onlar örneğin Daimler- Mercedes gibi 7 milyar dolar kâr etmek yerine 6 milyar dolar kârla yetinmek zorunda kalırken, milyonlarca işçi için asgari ücret bile bir lüks haline geliyor.
Türkiye’de de patronlar kriz sopasına sarılıyorlar. Metal sanayiinde 100 binden fazla işçiyi ilgilendiren ve MESS’le yürütülen grup toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde uyuşmazlığa gidilirken, patronların imdadına ekonomik kriz yetişti. %4’lük komik ücret artışı önerileri, fazla mesai ücretlerinin düşürülmesi, ikramiye gün sayısının azaltılması, esnek çalışmanın dayatılması karşısında greve çıkmaya hazırlanan on binlerce işçi, şimdi de kriz sopası gösterilerek işsiz kalmakla tehdit ediliyor.
Çok sayıda fabrikada daha şimdiden ücretli ve ücretsiz zorunlu izin uygulamaları başladı, vardiya sayıları düşürüldü, işten atmalar hız kazandı. Renault, Ford, Toyota gibi otomobil fabrikalarında üretime belirli sürelerle ara verilirken işçiler zorunlu izne çıkarılmaya başlandı. Sadece Ford’da yılbaşından bu yana binden fazla işçinin işine son verildi. Otomobil tekellerinin izlediği üretimi düşürme politikası, otomotiv yan sanayiini de vuruyor. Ücretsiz izinler, işten çıkarmalar, tazminatların ödenmemesi, sıfır zamla çalışmanın dayatılması gibi durumlar tüm sektörde alabildiğine yaygınlaşıyor. Geçtiğimiz yıl patronların siparişler birikti diyerek dayattıkları zorunlu fazla mesailerden yaka silken işçiler, şimdi vardiya sayılarının üçten ikiye hatta bire inmesiyle ve işsizlikle yüz yüzeler. Ücretlerin düşüklüğünü fazla mesai ücretleriyle telafi edebilmek için günde 12 saat, haftada 7 gün çalışmaya boyun eğen işçiler, şimdi de “işler kesildi” denerek kapı önüne konuluyorlar. Ekonominin büyüme dönemlerinde siparişleri yetiştirmek için ölümüne çalıştırılan işçiler, kriz dönemlerinde stoklar birikince sokağa fırlatılıyorlar. Kapitalizmin plansız ve anarşik doğası, işçiyi ya aşırı çalışmaktan ya da işsiz bırakılarak aç kalmaktan ölümle burun buruna getiriyor.
Krizden dolayı zarar ettiklerini söyleyen patronlar, işçilerden fedakârlık istiyorlar ve onları en kötü şartlarda çalışmaya boyun eğmeye zorluyorlar. Ama aynı patronlar, muhasebe kayıtlarını işçilerden bir sır gibi saklıyorlar. Oysa işçilerden fedakârlık isteyenler önce muhasebe defterlerini işçilere açarak işe başlamalıdırlar. Açsınlar ki bizim için krizin ne anlama geldiğiyle onlar için ne anlama geldiğini açıkça öğrenelim; havsalamıza sığmayan kârlarından bir parça olsun zarar etmemek için gözlerini kırpmadan bizi nasıl da sokağa fırlattıklarını açık açık görelim.
İşler yoğunlaşınca fazla mesailerde posamızı çıkaranlar, işler kesilince bizi kapının önüne koyma özgürlüğüne sahip olmamalıdırlar. Onların açgözlülüğünün neden olduğu bu krizin faturasını bize ödettirmek isteyenlere yanıtımız net olmalıdır. İş saatleri düşürülmeli, işçilerin kayıpları İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmalı, patronların işçi çıkarma özgürlükleri ellerinden alınmalıdır. Ücretsiz izinlere son verilmeli, üretime ara verildiği takdirde işçilerin ücreti çalışıyormuş gibi ödenmelidir.
Devlete, batık bankaları, iflas eden şirketleri kurtarmak için bizim vergilerimizi sermaye gruplarına peşkeş çekme hakkı tanınmamalıdır. Devlet, bu krizin sorumlusu olan burjuvaları değil onun mağduru olan ve borç batağı içinde yüzen işçi-emekçileri kurtarmalı, onların iflasının önüne geçmek için her türlü önlemi almalıdır. Bankalardaki mevduatlara sınırsız garanti getirebilecek kadar zengin olan bu devlet, öncelikle işçilerin-emekçilerin ödenemez duruma gelen kredi kartı borçlarını silmeli, doğalgaz, elektrik ve su faturalarını sıfırlamalıdır. Asgari ücret tamamen vergi dışı bırakılmalı, vergiyi zengine yükleyen bir kademeli vergilendirme sistemine geçilmelidir.
Bunun yanı sıra, yapılan tüm zamlar geri alınmalı, ev kiraları dondurulmalı, işçilerin-emekçilerin barınma hakkı devlet tarafından güvence altına alınmalıdır. Eğitim, sağlık ve ulaşım tümüyle ücretsiz olmalıdır. Kamu hizmetlerinin yaygın bir biçimde örgütlenmesi talebi, işsizliğe karşı mücadele açısından da son derece yakıcı bir taleptir.
İşçiler tüm bu talepleri ancak örgütlü bir mücadeleyle savunabilirler ve kendilerini yıkımdan ancak bu sayede koruyabilirler. Bu mücadelenin başarıya ulaşabilmesi için, sendikalı olsun olmasın her fabrikada derhal işyeri komitelerinin oluşturulması ve bunlar arasında organik bir birliğin kurulması gerekiyor. Sendikalı işçiler, patronların bindirdiği basınç karşısında geri adımlar atan, işçileri boyun eğmeye zorlayan ve dolayısıyla onların işsizliğe, açlığa sürüklenmesine göz yuman sendika bürokrasisinin karşısına da örgütlü güçleriyle dikilmek zorundalar.
Egemen sınıf ve temsilcileri elbette bu taleplerin “gerçekçi olmadığını” söyleyeceklerdir. Hatta iflasa sürüklenen küçük kapitalistlerden hesap defterlerini gösterip kendini acındıranlar da olabilecektir. Ancak işçiler bu tür savunmalara prim vermemelidirler. İşçilerin talepleri sonuna kadar meşrudur.
(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:44, Kasım 2008)

































Genişleyen AB Çatlağı ve Marksizmin Tarihsel Haklılığı
Utku Kızılok

Kasım 2008

Avrupa Birliği’nin emperyalist savaş sürecinde belirginleşen çatlakları, dünyayı sarsan ekonomik krizle birlikte daha da genişlemiş buluyor. Kriz dalgaları Amerika’dan Avrupa’ya sıçradığında, başta Birliğin lokomotif gücü Almanya olmak üzere, her kapitalist devlet, “her koyun kendi bacağından asılır” misali, ortaklığı unutarak kendi sermaye gruplarının imdadına koşmuştur. Önce İrlanda, ardından Almanya, Birliğin onayını almadan kendi bankalarındaki mevduatlara tam devlet güvencesi verdiler. Kimi burjuva ideologlar, Avrupa Birliği’nin ortak karar alma süreçlerinin üzerinden atlayan ve kendi sermaye gruplarını kurtarma peşine düşen devletleri ayıplayıp hayıflansalar da hakikat budur.
Devam eden günlerde ise, krize karşı önlem alınması amacıyla Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya bir araya geldiler. Fakat bu toplantıdan Birliği bağlayan ortak bir karar çıkmadı; Almanya, Birlik düzeyinde ortak önlemler alınmasına ve böylece diğer ülke sermayelerinin zararının üstlenilmesine karşı çıkmıştır. Almanya’ya göre her ülke ulusal düzeyde sorumluluk almalıydı! Almanya’nın bu tutumu ve diğer üyelerin kaale alınmayarak sadece dört büyük gücün toplanmış olması, AB’nin gerçek niteliğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Dört emperyalist ülkenin bu tutumları, kendi paçalarını kurtarmaktan ve diğerlerine ise “ne haliniz varsa görün” demekten başka bir anlama gelmemektedir. Nitekim AB şakşakçılığında başı çeken Fransız gazetesi Le Monde “herkes kendi başının çaresine baksın” diye manşet atarken, Le Figaro da “pragmatik olunması” ve “küresel tek bir çözümün bulunacağı hayaline kimsenin kapılmaması” gerektiğini söylemektedir.
Ortak önlem paketi demek, üye tüm ülkelerin kendi güçleri oranında Birliğin ortak fonuna para aktarması ve bunun, zor durumda olan bankalara aktarılması ya da o bankaların kurtarılması demektir. Bu, Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi emperyalist ülkelerin, ortak fona daha fazla para aktarması ve Birliğe üye diğer ülkelerin bankalarının batıklarını da üstlenmesi anlamına geliyor. Ancak bu dört emperyalist güç, ne birbirlerinin ne de diğer zayıf ülkelerin yükünü üstlenmeyi kabul etmişlerdir. Nitekim krize karşı yapılan ikinci AB liderleri zirvesinden de ortak bir önlem paketi çıkmamıştır. Fakat bu toplantıda, her ülkenin kendi bankalarını kurtarmak için aldığı kararlar onaylanmıştır ki, bunun için Birliğin var olması zaten şart değildir. Böylece bugüne kadar oluşturulan AB mekanizmalarının pek de işe yaramadığı ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Bu zirveden çıkan en önemli ve Birliği bağlayıcı karar, 1993’te devreye sokulan Maastricht kriterlerinin esnetilmesidir. Maastricht kriterlerine göre, Birliğe üye ülkelerin bütçe açıklarının GSMH’lerinin %3’ünü geçmemesi gerekiyor. Bu kriterin esnetilme kararıyla birlikte Birliğe üye ülkeler kendi ihtiyaçları doğrultusunda borçlanabilecek ve devlet bütçesinden daha fazla açık verme pahasına batık şirketler kurtarılacaktır.
Siyasi birlik yolunda ilerleyemeyen, ağır darbeler yiyerek çatlayan AB, ekonomik bir birlik olarak da ortak hareket edememiştir. Birlik, emperyalist savaş ve ekonomik kriz fırtınasında su almaya başlamıştır. Oysa dört beş-yıl öncesine kadar burjuva ideologlar, liberaller ve Marksizm soslu sol liberaller AB’yi göklere çıkartıyorlardı. Burjuva ideologlara göre, küreselleşme denen olgu gümrük duvarlarını yıkarak ve sermayenin sınırsızca dolaşımının önünü açarak, daha büyük birliklere doğru ulus-devletleri ortadan kaldırıyordu. Bu noktada özellikle Avrupa Birliği projesi parlatılıyordu. Güya Avrupa Birliği, demokrasinin, özgürlüklerin, barışın, hukukun üstünlüğünün, kalkınmanın ve müreffeh bir yaşamın somutlaşmasıydı! AB projesinin ulus-devletleri ortadan kaldırmaya ve dolayısıyla da ulusal çelişkilere ve çatışmalara kıta düzeyinde son vermeye başladığı önemle vurgulanıyordu. Burjuva ideolojisinin basıncı altında kalan kimi Marksistler ise, bu söyleme, Kautskici bir çizgiyle katılıyorlardı. Ulus-devletin aşıldığını ve emperyalizm ötesi yeni bir dönemin başladığını savlayan ve özünde Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” teorisinin ısıtılıp sahneye sürülmesinden başka bir şey olmayan düşünceler itibar görmekteydi.
Oysa tüm bu söylenenler gerçekliğin çarpıtılmasından başka bir şey değildi, bunu anlamak için kapitalizmin hakikatin duvarına bir kez daha toslamasını beklemek de gerekmiyordu. AB benzeri birliklerin her zaman olanak dâhilinde olduğunu söyleyen Rosa, Lenin ve Troçki gibi devrimci Marksist önderler, bu tip birliklerin ortaya çıkmasından hareketle, “emperyalizm ötesine geçiliyor ve kapitalizm ulus-devlet çelişkisinden kurtuluyor” biçiminde bir değerlendirmenin doğru olmayacağını defalarca vurgulamışlardır. Troçki’nin şu değerlendirmesi AB’nin bugünkü durumuna da ışık tutmaktadır: “Avrupa’nın az çok tam ekonomik birliğinin, kapitalist hükümetler arasındaki bir anlaşma sayesinde yukarıdan gerçekleştirilmesi, bir ütopyadır. Bu yolda, kısmi uzlaşmalar ve yarım tedbirlerin ötesine geçilemez.”[1]
Avrupa Birliği, özünde, Amerika ve Japon emperyalist tekellerine karşı rekabet edebilmek, yeni pazar ve yatırım alanlarına uzanabilmek ve var olan pazarları derinlemesine sömürebilmek için oluşturulmuş bir emperyalist birliktir. Elif Çağlı, sözde imparatorluk teorileriyle Kautskici “ultra-emperyalizm” görüşlerinin ortalığı kapladığı bir dönemde, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum adlı broşüründe AB’nin gerçek niteliğine dikkat çekiyordu: “Emperyalizmin tarihi, diğer rakiplere karşı koyabilmek için çeşitli kapitalist güçler arasında çıkar birliği oluştuğunda, askeri, ekonomik ittifakların, koalisyonların, blokların, kurumların inşa edilebildiğinin örnekleriyle dolu. İşte Avrupa Birliği de böyle bir birliktir. Belirli somut koşulların ve hesapların sonucu oluşturulan bu tür birlikler, şartlar değiştiğinde bozulur; yerine yenileri kurulur. Avrupa Birliği’nin kaderi de kesinlikle bu çerçevede değerlendirilmelidir.”[2]
Avrupa’nın kapitalist temellerde birliğinin sağlanması sorunu çok eskilere dayanmaktadır. Napolyon’dan günümüze değin uzanan çizgide, burjuvazi bir Avrupa Birleşik Devletleri hayaliyle yanıp tutuşmuştur. Ne var ki, farklı sermayeler, farklı ulus-devletler, dolayısıyla da farklı çıkarlar temelinde bölünmüş Avrupa’nın kapitalizm altında bir siyasal birliğe dönüşmesi mümkün olmamıştır ve olamaz da! Sermayenin ekonomik birlik eğilimi ile ulus-devletin varlığı hep tezatlık oluşturur ve sermayenin birlik eğilimi sürekli olarak kapitalist özel mülkiyet ve ulus-devlet engeline çarpar. Bu gerçeğin üzerinden atlayan ve sermayenin uluslararasılaşması sürecine bakarak ulus-devletlerin aşıldığını iddia eden düşünceler, tarihsel ve güncel deneyimler tarafından çürütülmüştür. “Birlik ihtiyacı, sermayenin rakiplere karşı daha güçlü olma ihtirasından kaynaklanıyor, ama böyledir diye de ulus-devletler kendiliğinden yok olmuyor. Ulus-devlet formu sermayenin dünyasal hareketiyle ne denli bağdaşmaz görünürse görünsün, çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki çıkar çatışmaları, hatta aynı üst birlik içinde yer aldıklarında dahi ortadan kalkmamaktadır. Dolayısıyla sermayenin ulus-devlete duyduğu ihtiyaç da son bulmamaktadır.”[3]
Tekelleşmenin ve rekabetin gün geçtikçe daha da üst düzeylere yükseldiği günümüzde, sermayenin ulus-devletlere olan ihtiyacı, azalmamakta, tersine artmaktadır. Yaşanmakta olan ekonomik kriz ve sermayenin kendisini devletin kollarına atması gerçeği, bunun çarpıcı bir göstergesidir. Şurası çok açık ki, kapitalizmin çelişkili doğasına burjuva hükümetlerin iradi kararlarıyla son verilemez. Ekonominin büyüdüğü ve emperyalist hegemonya kavgasının daha düşük tempolarda seyrettiği konjonktürlerde göreli olarak bir yumuşama olur; nitekim AB benzeri birlikler de bu ekonomik büyümenin ve yumuşamanın ürünüdürler. Ancak dünyayı etkisine alan ekonomik buhran ve emperyalist savaş dönemlerinde, o güne kadar sorunsuz yol alır gözüken bu tip birlikler çatırdamaya başlar. Her ülke sermayesi kendini korumak, zararı başkalarına ödetmek, rakiplerini alt etmek üzere ileri atılır. Elif Çağlı’nın vurguladığı üzere “kapitalizmin doğası budur. Emperyalizm dönemini de içermek üzere, ulus-devletler arasındaki rekabet ve çatışmalar olmaksızın kapitalizm var olamaz. Bu gerçek yalnızca dünya genelini değil, özelde Avrupa kıtasını da aynı derecede ilgilendiriyor. Eğer ki rekabetin kızışması nedeniyle artan gerilim iki Avrupa ülkesini karşı karşıya getirirse –örneğin İngiltere ve Almanya’yı–, bu ülkelerin egemen burjuvaları, sosyal-papazların «Avrupa Birliği» doğrultusundaki vaazlarına hiç de kulak asmayacaklar.”[4]
Netice itibariyle, bir ekonomik birlik olarak AB’nin bugünkü düzeyde varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği dahi meçhuldür. Kaldı ki, emperyalist birliklerin ya da ittifakların amacı dünyaya barış, demokrasi ve özgürlük getirmek değildir, onların amacı rakipleri karşısında güçlenmek, pazar ve yatırım alanlarına hâkim olmaktır. Marksizm, Avrupa’nın birliği sorunu gündeme geldiği günden beri bunun kapitalizm altında mümkün olamayacağını söylüyor ve olaylar her seferinde onu doğruluyor. Kapitalizmin içine sürüklendiği kriz ve savaş, Marksizmin tarihsel haklılığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Yalnızca Avrupa’yı değil, tüm dünyayı ulus-devletlerden, üretici güçlerin önünde bir engel teşkil eden özel mülkiyetten, kriz ve savaşlardan ancak işçi devrimleriyle kurulacak işçi iktidarları kurtarabilir. İnsanların sömürülmeden, müreffeh ve barış dolu bir dünyada yaşaması mümkündür ve bunun için mücadele vermek gereklidir. Artık miadını dolduran ve gün geçtikçe daha da çürüyen kapitalizmi ebediyete intikal ettirmenin zamanı geldi de geçiyor!
________________________________________
[1] Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., 2000, s.16
[2] Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, Tarih Bilinci Yay., 2004, s.26
[3] Elif Çağlı, Küreselleşme: Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme, Tarih Bilinci Yay., 2006, s.88
[4] Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, s.41
(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:44, Kasım 2008)


yazarın diğer yazıları

































Obama Değişim Getirir mi?

Bilindiği gibi ABD’de yaklaşık bir yıldır süren seçim süreci sona erdi ve Barack Obama Beyaz Saray’ın yeni başkanı oldu. Burjuva medyada bu olay “devrim” olarak yankı buldu. Obama’nın siyahî oluşu, baba tarafının Müslüman oluşu değişimin göstergesi olarak algılanıyor. Dünyada ezilen, hor görülen siyah ırkın temsilcisi olacağı umutları ile başkanlık koltuğuna oturacak olan Obama’nın Müslüman halklara yapılan baskı ve zulme de son vereceği düşünülüyor. ABD’nin saldırgan politikasına son vereceği, Müslüman halkların ise itibar kazanacağı iddia ediliyor.
Peki, Obama gerçekten de değişimin ismi olabilir mi? Tabii ki hayır. Zaten ilk yaptığı toplantıdan yansıyanlar da bunu gayet açık bir şekilde gösteriyor. Obama, Berkshire CEO’sunun, JP Morgan’dan bir yönetim kurulu üyesinin, eski hazine bakanının ve eski FED başkanının da aralarında bulunduğu 17 önemli ismin katıldığı bir toplantı düzenledi. Toplantıda alınan kararlara göre ilk olarak ekonomiye el atılacak ve istihdam yaratanlar ve KOBİ’ler için vergi indirimine gidilecek. Yani işçi-emekçiler için hiçbir karar yok ortada. Daha göreve gelmeden kimlere hizmet edeceği ortaya çıkmış oluyor. Nitekim seçim sürecinde de Obama’nın oy toplamak üzere başvurduğu demagojik söylem, Hillary Clinton saf dışı bırakıldıktan sonra pek çok noktada eğilip bükülmeye, hatta 180 derece dönmeye başlamıştı. Irak’taki Amerikan askerlerini kademeli olarak çekeceğini vaat eden Obama daha sonra buna çeşitli koşullar eklemişti.
Bu seçimleri zafer olarak niteleyenler bir de bu seçimlerin gerisine bakmalıdır. Başkanı acaba gerçekten halk mı seçmiştir? 200 milyondan fazla seçmenin bulunduğu ülkede, vergi borcu olanlar ve belirli suçlardan sabıkalı olanlar oy kullanamamaktadır. Bunun anlamı ise özellikle işçi sınıfının en yoksul katmanlarının, göçmenlerin ve siyahların önemli bir kesiminin oy kullanma hakkından mahrum kalmasıdır. İkinci filtre ise dolaylı seçim sistemidir. Bunun anlamı, yürütme gücünün başını temsil eden başkanı halkın doğrudan seçememesi, ancak onu seçecek olan “Seçici Kurul” delegelerini seçebilmesidir. Önce bir yıla yakın bir sürece yayılmış olarak önseçimler yapılır ve bu delegeler seçilir. Üstelik 50 eyaletin 41’inde delege seçimlerine sadece parti üyeleri katılabilmektedir. Bir başkan adayının seçilebilmesi için bu 50 eyaletten seçilen 538 delegenin en az 270’inin oyunu alması gerekir ki, bu da adayın 50 eyaletin hepsinde birden seçim çalışması yapması anlamına gelir. Demokrat ve Cumhuriyetçi parti dışında bir partinin, tüm eyaletlerde birden yeter sayıda delege çıkartması mümkün olmadığından ve delege seçimlerine de ancak parti üyeleri katılabildiğinden, küçük partilerin adaylarının ya da bağımsız adayların bu sistemde hiçbir şansı yoktur. ABD’nin son 250 yıllık tarihinde, bir kez bile Demokrat ve Cumhuriyetçi parti dışından birinin başkan olamaması yahut Kongreye temsilci sokamaması bu yüzdendir.
Seçim sürecinde birçok kişinin umudu olan Obama sermayenin sözcüsüdür ve onların sözünden dışarıya çıkamaz. Bu sistemde başa kim geçerse geçsin burjuvazinin egemenliği sürer. Onlar savaşa devam derlerse devam edilir. Çözüm ise işçi sınıfının örgütlü mücadelesinden geçmektedir. Krizleri, savaşları, açlığı, işsizliği ancak devrimci Marksist ideolojiyi kendine rehber edinmiş örgütlü işçi sınıfının mücadelesi bitirebilir.
Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir öğrenci