Perşembe, Ağustos 28, 2008

Küresel Saldırıya Karşı Küresel Mücadele Kerem Dağlı

Küresel Saldırıya Karşı Küresel Mücadele
Kerem Dağlı


Temmuz 2008

Ekonomik kriz sıkıştırdıkça kapitalistler can havliyle işçi sınıfına saldırıyorlar. Çünkü kâr oranları düşüyor, yatırımlar kısılıyor, stoklar elde birikiyor. Borsalar sürekli olarak düşme eğiliminde. Dünyanın hemen her ülkesinde, öncelikle mali açıdan daha zayıf durumda bulunanlardan ve küçük ölçekli işletmelerden başlamak üzere iflasların sayısı hızla artıyor. Yüz binlerce işçi çalıştıran çokuluslu tekeller bile fabrikalarını kapatıyor ve işçi çıkartıyorlar. Tensikat, yani işçi kıyımı, kriz dönemlerinde kapitalistlerin hep ilk başvurduğu yöntemdir.

Geçtiğimiz yıl içinde ABD’de başlayarak hızla bütün Avrupa’yı saran “mortgage krizi”nin ilk faturası da on binlerce işçinin işsiz kalması olmuştur. Bizler gazete ve televizyonlarda okuyup izlemeye başlamadan çok önce, finans sektöründe işten çıkartmalar başlamıştı. Sendikaların verdiği rakamlara göre geçen yıldan bu yana, bu sektörde çalışan 250 binden fazla Amerikalı işini kaybetti. Örneğin sadece dünya devi Citigroup geçen yılın ortalarından bu yana 60 bin kişiyi işten çıkardı, halen de çıkartmaya devam ediyor. Yine 2007 yılından bu yana Wall Street’te 83 bin kişi işini kaybetti. Citigroup, Goldman Sachs ve Morgan Stanley gibi dev yatırım bankalarında işçiler sokağa atılıyor. Hâlâ işinin başında olan işçilerin ücretlerinde ise ortalama %20 gerileme yaşandı.

İşten çıkartmalar sadece bankacılık sektörüyle sınırlı değil kuşkusuz. Dünyanın en büyük tekellerinden olan ve tüm dünyada 100 binden fazla çalışanı bulunan General Motors (GM), Kuzey Amerika’da bulunan dört fabrikasını kapatacağını ve burada çalışan 10 binden fazla işçinin işsiz kalacağını duyurdu. Bu sayı kademeli olarak 25 bine ulaşacak. GM’yi Ford ve Chrysler gibi tekeller takip ediyor. 2008 yılının ilk üç ayında sadece otomotiv sektöründe işten çıkartılanların sayısı 50 bine ulaşmış durumda. Benzer şekilde, mortgage krizinden en çok etkilenen inşaat sektöründe de resmi rakamlara göre 60 bine yakın kişi işini kaybetmiş durumda. Bu sektörde kayıt dışı çalışma çok yaygın olduğundan, gerçek rakamın çok daha fazla olduğu belirtiliyor. Dünyanın ikinci büyük cep telefonu üreticisi Motorola da 7 binden fazla işçiyi sokağa attı. Tüm dünyada binden fazla şubesi bulunan Starbucks firması da, ABD dâhilindeki 600 şubesini kapatacağını ve 12 bin kişiyi işten çıkaracağını duyurdu.

Avrupa’da da durum farklı değil. Avrupa’nın ve dünyanın sayılı tekellerinden Siemens, BMW ve Henkel firmaları, geçen yılı kârla kapatmalarına karşın istihdam azaltımına gideceklerini duyurdular. BMW Almanya’daki fabrikalarından 8 bin kişiyi, Siemens 7 bin işçiyi işten çıkartacak. Daimler-Chrysler 6 bin 500 kişiyi, ünlü ilaç tekeli Novartis 2 bin 500 çalışanını, Volvo 1000 işçisini çıkartacağını duyurdu. Hava savunma ve uzay şirketi Airbus, yeniden yapılanma planına göre Avrupa çapında 10 bin işçinin işine son vereceğini açıkladı. Şirketin toplam 56 bin çalışanı bulunuyor, yani toplam işçi sayısının 5’te 1’ine yakın oranda bir tensikat söz konusu. Benzer şekilde, Ocak ayından bu yana hisseleri %14 oranında değer kaybına uğrayan American Airlines şirketi de, çalışanlarının 1,8 milyar dolarlık bir “fedakârlığı” karşılayamadıkları takdirde iflas edeceğini açıkladı. Bunun anlamı, ücretlerin düşürülmesi ve işçi çıkartılarak çalışma saatlerinin uzatılmasıdır.

Ancak dünyayı avucunun içine almış olan tekellere bu da yeterli gelmemektedir. Krizi bahane ederek Avrupa ve Amerika’daki fabrikalarını kapatan yahut üretimlerini kısan şirketlerin bir kısmı, sermaye ihracı yoluyla yatırımlarını işgücü maliyetlerinin daha düşük olduğu ülkelere kaydırmışlardır. Ayrıca bu ülkelerde işçi sınıfı çok daha örgütsüzdür. Böylece sermaye, hem Batı’nın gelişmiş ülkelerinde işçi sınıfının elde etmiş olduğu tarihsel kazanımların kendisine dayattığı “maliyetlerden” kurtulmuş olmakta, hem de işsizlik kırbacını kullanarak sendikaları ve işçileri hizaya sokmakta önemli avantajlar elde etmektedir.

Tekellerin yatırımlarını neden daha geri ülkelere kaydırdıklarını daha iyi anlamak için örneklere göz atalım. Meselâ Çin’de yapılacak olimpiyat oyunlarına milyonlarca dolar harcayarak reklâm veren spor giyim tekelleri, Çin, Vietnam, Tayland gibi ülkelerdeki fabrikalarında işçileri ayda 10 dolara kadar düşebilen korkunç ücretler karşılığında ve yaklaşık günde 13 saat çalıştırabiliyorlar. Üstelik bu işçilerin büyük bir kısmı da çocuklardan oluşuyor. Nike, Adidas gibi tekellere ait bu fabrikalarda, çoğu zaman fazla mesai ücretleri ödenmiyor. Hindistan’da evlerinde futbol topu dikim işi yaptırılan işçiler günde 10 saat çalışıp ancak 1,5 dolar kazanabiliyor. İşçiler bu şartlarda çalışırken tekellerin 2005 yılı kârı ise 75 milyar dolar oldu.

Benzer şekilde ünlü tekstil ve moda firmalarının da birçoğu üretimlerini Çin, Tayland, Pakistan ve Bangladeş gibi ülkelerde yaptırıyorlar. Hepsinde çocuk işçi çalıştırılıyor (çünkü daha az ücret alıyorlar) ve zorla yaptırılan fazla mesai ücretleri ödenmiyor.

Konu sadece düşük ücretler de değil. Amerikan tekeli GM, işçilerin ve ailelerinin sağlık harcamalarının “çok büyük bir yük oluşturduğunu” ileri sürerek, üretimi Çin ve Hindistan gibi ülkelere kaydıracağını söylemişti. Böylece işçilerin sosyal haklarına yönelik harcamalardan kurtulacak ve zararını azaltacaktı. GM’nin Amerika’daki fabrikalarında çalışan işçilerin ve ailelerinin, emekli olmuş olanlar da hesaba katılırsa, 1,1 milyon kişiyi bulduğu düşünüldüğünde, böylesi bir yönelimin işçiler için nasıl büyük bir kayıp olacağı daha iyi anlaşılacaktır.

Tekellerin, işçilere reva gördükleri bu muameleyi sadece geri ülkelerde yaptıkları sanılmasın. Bizzat kendi metropollerinde de durum farklı değildir. Metropollerde çalışan göçmen işçilere ödenen ücret, genel olarak asgari ücretin yarısı kadar. Üstelik çoğu kaçak çalıştırıldığı için işverene sigorta, vergi gibi maliyetleri de olmuyor. Çoğunlukla geçici olarak çalıştırıldıklarından, işleri bittiğinde sokağa atılıyorlar. Hiçbir sosyal hakları ve güvenceleri yok. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde yaşasalar da, yaşam koşulları son derece kötü. Örneğin, Hindistan’dan ABD’ye tersanelerde çalışmak üzere getirtilmiş işçilerden, 24 kişi kaldıkları konteynır barakalar için 1000 dolar kira isteniyor. Hakkını aramaya çalışanlar konteynırlara kitleniyor, dövülüyor veya göçmen polisine ihbar edilmekle tehdit ediliyorlar. Belçika’da kurulu Ford fabrikasında çalışan göçmen işçiler ise, ki tüm çalışanların %70’ini oluşturuyorlar, işyerinde bulundukları sürece Flamanca konuşmaya zorlanıyorlar ve anadillerinde konuşmaları işten çıkartılmaları için yasal gerekçe sayılıyor.

İşçi sınıfına gelince ulusal çıkarlardan, fedakârlıktan, vatandan, vatanseverlikten bahsetmeyi pek seven burjuvaların, kârları söz konusu olduğunda bir anda gerçek yüzleri ortaya çıkmaktadır. Burjuvalar, kârsız olduğu gerekçesiyle kapattıkları fabrikalar yüzünden işçileri “kendi vatanlarında” işsizliğin ve yoksulluğun pençesine terk ederken, ucuz işgücü ve daha elverişli çalışma koşulları uğruna sermayelerini “yabancı” ülkelere yatırmayı ihmal etmezler.

Buna iyi bir örneği Türkiye’den verebiliriz. Hatırlanacak olursa 2006 yılının sonlarına doğru tekstil sektörünün patronları kriz feryatlarıyla ağlıyor ve bir yandan işçi çıkartırken bir yandan da sendikaların zam isteklerine karşı “ulusal çıkarlar”ı öne sürerek, Türkiye’nin lokomotif sektörü olan tekstile işçilerin de sahip çıkması gerektiğini, fedakârlığın şart olduğunu söylüyorlardı. Oysa aynı tarihlerde “ulusal çıkarlar”a pek düşkün bu tekstil patronları Mısır’a 1,5 milyar dolarlık tekstil yatırımı yaptılar. Çünkü Mısır’da kalifiye bir işçinin ortalama ücreti 50 dolar seviyesindeydi. Türkiye’de ise milyonlarca işçi işsiz ve sefil biçimde iş arıyordu. Benzer şekilde büyük işçi direnişlerine rağmen kriz bahanesiyle fabrikalarını kapatan ve “ulusal güvenlik” gerekçesiyle grevleri erteleten Şişecam, üretimini başta Rusya olmak üzere eski SSCB cumhuriyetlerine kaydırarak 2001’den bu yana tam 4 kat büyüdü.

Kapitalistler üretimi kısarak veya başka ülkelere kaydırarak krizin etkilerinden sıyrılmaya çalışırken, burjuva devletler de krizin boyutlarını ve olası etkilerini olabildiğince gizlemeye çalışıp, onu atlatmak ve geciktirmek için çırpınıyorlar. Her zamanki gibi, krizin toplumsal etkisini azaltmak ve şirketleri kurtarmak görevini de kapitalist devletler üstlenmiş durumda. Yine “mortgage krizi” örneğinden gidelim. ABD yönetimi, banka sistemindeki çöküşü ve ekonominin durgunluğa girmesini önlemek için, tüketimi canlandırmak amacıyla 150 milyar dolar ayırdı. Mortgage krizinden dolayı iflasın eşiğine gelmiş bankalar hızla devletleştirilerek veya desteklenerek durum savuşturulmaya çalışılıyor. Son haftalarda gündeme gelen ve mortgage piyasasının omurgası olarak görülen “Freddie Mac ve Fannie Mae” gibi 6 trilyon dolarlık fonlara hükmeden kuruluşların dahi –şimdilik– 72 milyar dolar zararla iflasın eşiğine gelmesi, işin vardığı boyutların bir göstergesidir. Sistemin çöküşü anlamına gelebilecek olan bu iflasları önlemek için ABD yönetimi derhal harekete geçti ve Bush FED’e (Amerikan Merkez Bankası) “ne gerekiyorsa yapılması” talimatını verdi. Hatta Japonya bile, çöküşü önlemek için, bu finans kuruluşlarının tahvillerini satın almaya başladı.

Bu tedbirlerin anlamı, kapitalist devletin işçi sınıfından topladığı vergilerle ve çeşitli kesintilerle oluşturduğu fonların burjuvaların cebine gitmesidir. Devletin topluma sunduğu kamusal hizmetlerin budanarak işçi sınıfının sahip olduğu sosyal hak ve güvencelerin iyice tırpanlanmasıdır. Burjuvazinin işçi sınıfının ürettiği artı-değeri gasp etmesi yetmezmiş gibi, bir de vergiler, çeşitli fonlar, borsalar ve benzeri yollarla işçilerin cebinden çalınan paraların sermayenin hizmetine sunulması demektir.

Sonuç olarak 2008 yılında işsiz sayısının küresel düzeyde 5 milyon kişi artarak 195 milyona ulaşması beklenmektedir. Bu sayı 2007 yılında 190 milyon, ondan önceki yıl 187 milyon ve daha geriye gidersek örneğin 1996 yılında 161,4 milyondu. Kriz etkisini hissettirdikçe işsizlik oranları da artmaktadır. Küresel bazda işsizlik oranı, Dünya Bankasının rakamlarına göre %8 civarındadır. 90’lı yıllarda ise %4’ler düzeyindeydi. Üstelik iş sahibi olanların durumu da pek parlak değildir. ILO raporlarına göre, çalışan her 10 kişiden 5’i “kırılgan” işlerde istihdam edilmiş durumda, yani her an işini kaybedebilecek konumda. Ve çalışanların %16,4’ü günde 1 doların altında kazanırken, %43,5’i de günde 2 doların altında kazanıyor. Özellikle ABD, AB ülkeleri gibi gelişmiş ekonomiler göz önüne alındığında, işsizlik oranlarının 70’lerdeki krizden bu yana ilk kez bu kadar yüksek seviyelere ulaştığı söyleniyor.

Yüksek düzeydeki bu işsizliğin işçi sınıfı üzerinde önemli etkileri olduğu açıktır. Hele ki işçi sınıfının örgütsüz ve dağınık bir halde bulunduğu bir sırada… Özellikle tekeller bu silahı son derece ustaca ve acımasız bir şekilde kullanmaktadırlar. Krizin yarattığı işsizliğin birinci önemli etkisi sendikalılık oranlarındaki düşüştür. Çarpıcı örnek oluşturması bakımından ABD’deki durumu ele alalım. Bu ülkedeki sendikalılık oranı 2000 yılında %14,9 iken 2005 itibariyle %8’e gerilemiştir. Bugün daha da düşük seviyelerde olduğu kesindir. İkinci etkisi ise çalışma saatlerinin uzamasıdır. Sendikalı işyerlerinde dahi çalışma süresi, 1990’lardan bu yana %5 oranında artmıştır. Üstelik bu artış, resmi işgünü süresi değişmediği halde gerçekleşmiştir. Sendikasız işyerlerinde ve kayıt dışı çalışanlar söz konusu olduğunda ise günlük çalışma süresi 15 saate kadar çıkmaktadır. Resmi işgünü süresi halen 8 saat olduğu halde, işçilere esnek çalışma yöntemleri dayatılarak ve fazla mesaiye zorlanarak, fiilen işgünü 11 saate çıkarılmış durumdadır. İşsizliğin üçüncü önemli etkisi ise reel ücretlerdeki düşüştür. ABD’de reel ücretler 1973 yılından beri sürekli olarak düşmektedir ve bu düşüş 2000 yılından bu yana hız kazanmıştır. 1973-90 arasında %7 olan reel ücretlerdeki düşüş, son 10 yılda %11 civarında gerçekleşmiştir.

İşçi sınıfının vatanı enternasyonaldir
Kuşkusuz krizin işçi sınıfı üzerindeki etkileri bunlarla sınırlı değildir. Korkunç boyutlara varan yoksulluğu, küresel düzeyde yürüyen neo-liberal saldırıları vs. hep bu çerçevede sayabiliriz. Fakat önemli olan, küresel kriz ve sermayenin artan oranda uluslararasılaşması olgusu biraraya geldiğinde, sınıfa yönelik saldırıların da aynı oranda uluslararası bir nitelik ve boyut kazandığının kavranmasıdır. İşsizlik, yoksulluk, sendikasızlaşma, düşük ücretler ve ağır çalışma koşulları sadece görece daha geri ülkelerin değil tüm dünya işçi sınıfının sorunu haline gelmiştir. Emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının sahip olduğu sosyal ve ekonomik haklar da giderek tarihe karışmaktadır.

Ancak sorunların ve koşulların ortaklığına karşılık işçi sınıfı hareketi uluslararası düzeyde dağınık, siyasi bir örgütlülükten yoksun ve yetersiz bir haldedir. Gerçekte tek ve uluslararası bir sınıfın parçası olan işçiler, sermayenin küresel saldırılarına karşın lokal düzeyde mücadele veriyorlar ve her seferinde de tıkanıklık yaşıyorlar. Oysa çokuluslu tekellerin üretimi farklı ülkelerde gerçekleştiriyor oluşu, işçileri de uluslararası düzeyde eylemler düzenlemeye ve dayanışmaya zorluyor. İşçiler, bu tarzda verilen mücadeleler başarıyla sonuçlandıkça, bunun önemini daha iyi kavrıyorlar. Çokuluslu bir gıda tekeli olan Nestle’ye karşı verilen mücadele bu duruma iyi bir örnektir. Nestle’nin Rusya’daki fabrikasında çalışan 1000’e yakın işçi, aylardır toplu sözleşme hakkı için (Rusya’da birçok sendikalı işyerinde dahi işçilerin toplu sözleşme hakkı bulunmuyor) mücadele yürütüyor, fakat fabrika yöneticilerini sendika ve ücretler konusunda masaya oturtamıyorlardı. Ne zaman ki uluslararası çapta dayanışma eylemleri gerçekleşmeye başladı, fabrika yöneticilerinin tavrı da değişmeye başladı. Hem Rusya’daki gıda örgütü sendikaları hem de Nestle’nin İsviçre ve Almanya’daki fabrikalarında çalışan işçiler dayanışma için eylemler ve etkinlikler düzenlediler. Böylece Nestle yöneticileri dize geldiler ve toplu sözleşme imzalandı. Türkiye’de de Novamed grevi benzeri örneklerin başarıyla sonuçlanmasında uluslararası dayanışmanın önemli bir rolü olmuştur.

Nesnelliğin yarattığı basınçla sendikal alanda da uluslararası düzeyde birleşmeler yönünde ciddi adımlar atılıyor. Örneğin 2006 yılında 155 milyon üyeli Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) ile 26 milyon üyeli Dünya Emek Konfederasyonu (WCL) birleşmişti. Benzer şekilde Avrupa’daki tüm kamu işçileri sendikaları da 2014’te birleşecek. Bunun dışında, yani sadece konfederasyonlar bazında değil, sendikal bazda da birleşmeler oluyor. Daha birkaç hafta önce 2 milyon üyeli İngiliz Unite sendikası ile 1 milyondan fazla üyeye sahip Amerikan USW sendikası birleşme görüşmelerine başladı. Bu birleşme görüşmelerine Doğu Avrupa ve Avustralya’dan da katılımlar olacağı söyleniyor. Ayrıca sendika yetkilileri, birleşmenin ardından Latin Amerika ve Asya ülkelerindeki sendikalarla da görüşeceklerini söylüyorlar.

Kuşkusuz sendikalardaki bu birleşme eğiliminin sebepleri çeşitlidir ve bürokrasinin hâkimiyetinde kaldıkları sürece bu birleşmelerden fazla bir hayır beklemenin doğru olmayacağı açıktır. Hatta bürokrasinin sendikal hareket üzerindeki tahakkümünün küresel bir boyut ve merkeziyet kazanacağı düşünüldüğünde zararlarından dahi söz edilebilir. Yine de, yaşanan gelişmeler, işçi sınıfının uluslararası düzeyde birliğinin ve dayanışmasının sağlanması ihtiyacının geçmişe oranla çok daha fazla aciliyet ve önem kazandığını göstermesi bakımından mühimdir.

İşçi sınıfının, uluslararası sendikal ve siyasal örgütlenmelerini yaratmak yolunda aşması gereken pek çok ideolojik, politik ve örgütsel engel olduğu açıktır. Bunların en başında ise böylesi bir uluslararası mücadele birliğinin gerekliliğine dair bilinç eksikliği gelmektedir. Sendikalar bıraktık böylesi bir enternasyonal bilincin yaygınlaşması için mücadele etmeyi, çoğu kez ulusal önyargıları ve şoven bakış açılarını körüklüyorlar. Bu şoven bakışın etkisi altında kalan ileri kapitalist ülkelerdeki işçiler, geri ülkelerdeki işçilerin haklarını korumak için mücadele etmediklerini, üstelik böyle yaparak kendi durumlarının kötüye gitmesine de sebep olduklarını düşünüyorlar. Bu düşünceye göre örneğin Asyalı göçmen işçiler çok daha ucuza ve kötü koşullarda çalışmaya razı olarak Batı’daki sendikalı işçilerin konumunu da zora sokuyorlar. Yahut tekellerin Asya ülkelerinde açtıkları fabrikalarda sendikasız, ucuza ve çok uzun saatler çalışmaya razı olarak, Batılı işçilerin pazarlık gücünü kırıyorlar. Bu yaklaşıma bir tepki olarak, geri ülkelerdeki işçiler de ileri ülkelerdeki sınıf kardeşlerine karşı büyük bir güvensizlik hissiyle hareket ediyorlar. Bunun yanı sıra benzer milliyetçi önyargıları çeşitli kılıklar altında bu tip ülkelerde de görmek mümkün.

Şurası çok açık ki, sahip oldukları olanaklar, örgütlülük düzeyleri ve mücadele deneyimleri açısından, bu tür önyargıların kırılması ve birliğin önünün açılması görevi öncelikle ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfına düşmektedir. İleri ülkelerin işçileri, gerek kendi ülkelerindeki göçmen işçilerin gerekse de daha geri ülkelerdeki sınıf kardeşlerinin örgütlenmesine katkıda bulunarak, onlara mücadele deneyimlerini aktarmalı ve destek olmalıdırlar. Göçmen işçilere karşı burjuvazinin pompaladığı milliyetçi ve ırkçı düşüncelere teslim olmak yerine, onları da örgütlülüklerine ve mücadelelerine katarak güçlenme yoluna gitmelidirler.

Velhasıl, işçilerin uluslararası düzeyde mücadele ve dayanışma birliğini kurmaya giden yol, enternasyonalist düşüncelerin işçilerin kafasına kazınması için çaba harcamaktan geçiyor. Başlangıç noktası burasıdır. Unutmayalım işçi sınıfının vatanı enternasyonaldir!



(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:41, Ağustos 2008)

Pazar, Ağustos 24, 2008

Iran: The 20th anniversary of 1988 "prison massacre"

AMNESTY INTERNATIONAL
Public Statement


AI Index: MDE 13/118/2008

19 August 2008

Iran: The 20th anniversary of 1988 "prison massacre"
Twenty years after the then Iranian authorities began a wave of largely secret, summary and mass executions in September 1988, Amnesty International renews its call for those responsible for the “prison massacre” to be held accountable. There should be no impunity for such gross human rights violations, regardless of when they were committed.
The organisation is also calling on the present Iranian government not to prevent relatives of the dead from visiting Khavaran Cemetary in south Tehran, on or about 29 August to mark the anniversary and demand justice for their loved ones. Hundreds of those summarily executed are buried in the cemetery, many of them in unmarked mass graves.
Amnesty International fears that the Iranian authorities may seek to impede or disperse any protests and reminds the Iranian government of its obligations under international law to allow for those who gather peacefully to express their views without fear of arrest.
International human rights law requires that the Iranian authorities carry out thorough and impartial investigations into violations of the right to life such as those which were committed during the “prison massacre”, which began in 1988 and continued into the following year, and to identify and bring to justice those responsible. The failure to do so to date and the time that has elapsed since the killings do not in any way reduce this responsibility.
Those responsible for the killings – one of the worst abuses to be committed in Iran – should be prosecuted and tried before a regularly and legally constituted court and with all necessary procedural guarantees, in accordance with international fair trial standards. If found guilty, they should be punished with appropriate penalties which take into account the grave nature of the crimes but which do not include the death penalty or corporal punishments.
Background
Starting in August 1988 and continuing until shortly before the tenth anniversary of the Islamic revolution in February 1989, the Iranian authorities carried out massive wave of executions of political prisoners – the largest since those carried out in the first and second year after the Iranian revolution in 1979. In all between 4,500 and 5,000 prisoners are believed to have been killed, including women.
For further information, see Amnesty International’s report, Iran: Violations of human rights 1987-1990 (AI Index MDE 13/21/90).
END/
Public Document
****************************************
For more information please call Amnesty International's press office in London, UK, on +44 20 7413 5566 or email: press@amnesty.org
International Secretariat, Amnesty International, 1 Easton St., London WC1X 0DW, UK
www.amnesty.org

Cuma, Ağustos 22, 2008

YENİDEN REFSENCANİnin SİYASAL TEHLÜKESİ! S.TERLAN

son günler(July 2008 ikinci ve üçüncü heftesinde)Refsencani Ahmedinecad eleyhine konuşdu: "Xameneyi istegine uyğun üç yil Ahmedinecadi tehemmül etdik amma fazla tehemmül etmeyeceyik"! Refsencani Qum(iranin mezhebi kendlerinin birisi) mollalarindan gelecekdeki seçgi yolsuzluqlarinada fetva vermelerini istedi.(eslinde öz qrupu için)
Refsencani yeni kitabinda yazir:"men 'vilayet-e feqih'e inanmiram"!,bu teşebbüslerin hepsisi sadece ve sadece bir maskadir,Refsencani siyasal hayatinda hiç bir şeye inanmayib ve tekce öz qudreti için odaklanib,bu adam qadirdir Batila çirkin yollarla anlaşib ve ülke içre bazi sahalarda basqilari zahirde azaltmağ ve Özelleşdirmek proqramini Bati tarzila yapib islam hakimiyetinin ömrünü uzaltsin.

Sağin bir daha xalqimizi ve dünyani bu maskalar aldatmasin(Xatemi gibi).İran adli ülkede yaşayan xalqlar (çaresizlikden) Ahmedinecaddan qurtarmaq için Refsencaniye oy vermemelidir xalqimiz kötüyü ve en kötüyün seçmegi qonusunu qaçinilmaz bilmemelidir.

Bu qonu en önemli görevimizdir:işçi sinifinin önderligile devrime inanc qazandirmali ve iran islam hakimiyetini bütünlükle mahv etmeliyik.
S.TERLAN

TÜRKİYEde FAŞİZM POTENSİYALİ! S.TERLAN

15.8.2007 tarixinde Ahmedinecad İstanbulda cuma namazi qildi,TVden gürdünüzmü?
Camatdan ayrilan kimse Ahmedinecadin ellerini öpmeye hücum getirdi,Ahmedinecadin Şii olaraq Sünni olan imam arxasinda namaz qilmaği en hilekarliq bir siyasal Şovidi(yüzlerce sünni iran adli ülkede rejim elile öldürülmüşdür)ancaq Ahmedinecadin İstanbulda cuma namazindaki görüntüleri(ve Tekbir sesleri...) mezhebi gericiligin ne qeder tehlükeli olduğunu ve Türkiye xalqinin arasinda gizli ve güclü Faşizm potensiyelinin olduğunu isbat etdi.

S.TERLAN

Pazartesi, Ağustos 18, 2008

KAFKASLARDA BEŞ GÜNLÜK SAVAŞ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ ! Mustafa Pekdoğru.

--------------------------------------------------------------------------------

KAFKASLARDA BEŞ GÜNLÜK SAVAŞ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ !

-2-

Taraf olmak sol açısından günümüzde oldukça sorunlu bir durumdadır,bu sorunlu durumu vareden temel sorun sosyalist saflardaki ;likidasyonun hala devamediyor olmasındadır.
Taraf olmak sınıfsaldır,siyasaldır ve metedolojiktir.Bu ise,nerede durduğuna,nereden ve nereye baktığına bağlıdır.
Marksist metedolojideki kırılma,bütün olgulara bakarken ortaya koyduğu yanılgılı değerlendirmeleri,kafkaslardaki bölgesel savaştada da ortaya koymaktadır.
Açık ve örtük biçimlerde bunu görmek mümkün.
Komüntern solculuğu(bugünün Sosyal Demokrat Solu)gürcistan'ın, ABD ve AB'nin peşine takılarak;emperyalist saflarda yeralmasıyla bu savaşta haksız yerde durduğunu söyleyerek,Rusyanın Gücüstan'ı işgalinin destekcisi olmakta .Bunu yaparken TARİHSEL KAZANIM temelinden hareket etmektedir.
Diğeryandan liberal sol,sermaye piyasasının evrenselliğini ileribir adım olarak değerlendirip;diğeryandan,ulusların kaderlerini tayin hakkını mutlaklaştırarak mikro milliyetçiliği ve faşizmi, yerellik,sivil toplum,özgür birey,demokrasi ve özgürlükçülük olarak degerlendirerek;
Rusya karşısında gürcüstan'ın desteklenmesi(siz bütün renkli "devrimleri",Sorozun faaliyetlerini anlayın)gerektiğini vazetmektedir.
Gürcistan'ın Güney Osetya'yı işkali ve Rusya'nın Gürcistani işkali sorunundaki puroblemli bakışaçıları ,dünyanın diger sorunlarına bakarkende aynışekilde ortaya çıkmaktadır.Çinde Tibet,Yugoslavya'da Kosava,Rusya'da başka örnekleri çoğaltmak mümkün.Veya başka sorunlu alanlara bakarken,aynı sorunlu bakışaçıları ortaya çımaktadır.
Bugün kafkaslara bakarken temel referans noktamız,bu savaşın emperyalistler arası yeniden paylaşım savaşı olduğu.asla gözden kaçırımamalıdır.
Rusya'da birinci Empryalist paylaşım savaşında,bölşeviklerin tavrı ne ise bizim tavrımızda o olmalıdır.Birtarafta Rus kapitalistleri Çarlık orduları,diğeryanda Alman ve İngiliz orduları;digeryanda üçüncü cephe olarak devrimci cephe sosyalitler.
Bugün olaylara bakarken:Marksizmde süreklilik ve kopuş temelinde yeniden önemli bir kopuş yaşamaktayız.
Marksizm tarihinin ikinci büyük yenilgisini yaşamaktadır.Birincisi KOMÜN,ikincisi SOVYET'tir.Bu temelden hareketle,Reel Sosyalimle önemli kopuş sorunu yaşamaktayız.
Lenin İkinci Enternasyonalle nasıl hesaplaşarak Üçüncü Enternasyonali kurarak Marksizmde sürkliliği sağlamış ise;bugünkü Marksistler Komüntern ve Komüntern soculuğu ile kopuşu sağlayarak Marksizmde sürekliliği sağlamalıdır.20 nci yüzyılın başlarında Lenin'in ve Bolşeviklerin başına gelenler 21'nci yüzyılın başında günümüz Marksistlerin başına gelmiştir.
Kafkaslara bakarken,savaşın kötülüklerinden,halkların yaşadığı dramdan elbette bahsetmek isterdim.fakat ben bunları vareden nedenselliklerden ve puroblemli bakış açılarından ve buradan kurtularak çözümlerin nerelerden geçeceğine dair temel başlıklar üzerinde önermelerle,kollektif aklın ortaya konulması ile;yeniden Marksizm'de sürekliliği sağlayarak Marksist metedolojide yolalmak gerekliliği ve zorunluluğunu vurgulamayı daha gerekli gördüm.
Bunun için;
1)Günümüzde emperyalistler arası yeniden paylaşım savaşları,yeni pazar alanları üzerinden devametmektedir.Bu yenibir durumdur.(eski sosyalist ülke pazarl
2)bu savaşlar bölgesel savaşlardır,
3)Emperyalizm tek merkezli değil çok merkezlidir,
4)Emperyalizm yeniden sistemsel bunalıma gitmektedir,
5)Bütün dünya büyük alt-üst oluşlara gebedir.
a)Marksizm'de süreklilik için yeniden kopuş sorunu vardır,
b)Kopuş,Komüntern solculuğundan(ulusal sol),1927 sonrası revizyonizmden kopuş.
c)Önümüzde ikili bir sorun durmaktadır.Biryanda,teorinin pratiği.Diğryanda,pratiğin teorisi.
Lenin Marksı nasıl yirminci yüzyıla uyarlayıp uyguladı ise.bizde yirmibirinci yüzyılda Lenin'iöyle elealmalıyız.
ç)İkinci Entenasyonalden Üçüncü Enternasyonale geçiş Marksizm'de kesin bir kopuştur.
Bu kopuş hem teorik düzeyde,hemde pratik düzeydedir.Bugünde sorunumuz ikili düzeyde,

.Marksistlerin önünde durmaktadır.

Mustafa Pekdoğru.

Pazar, Ağustos 17, 2008

KAFKASLAR'DA BEŞ GÜNLÜK SAVAŞ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ! Mustafapekdoğru

KAFKASLAR'DA BEŞ GÜNLÜK SAVAŞ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ! Mustafapekdoğru

Kafkasya'da olup bitenleri anlamak için, belli başlı temel olguları yerliyerince oturtmak gerek.Bunların başında:
a)Yirmi birinci yüzyılda Emperyalizmin nicelik olarak içerisinde bulunduğu,tarihsel süreç ile;ulaştığı yeni mekansal durum,
b)Mikro-Milliyetçilik temelinde,yeniden ULUSAL SORUN,
c)Reel Sosyalizm'in çözülmesi,
ç)Yirmi birinci yüzyılda İşçi sınıfı ve Sosyalist (Komünist)hareket,
d)Tarih yapıcılığı temelinde,yeniden Emperyalist savaşlar ve sınıflar mücadelesi.

Başlıkları alt başlıklarla uzatmak mümkün.Konumuza dönersek; bu yazı içeriği gereği biraz uzun olacağından: her konu başlığı ayrı ayrı ele alınacaktır.

Yirmi birinci yüzyılda Emperyalizmin nicelik olarak içerisinde bulunduğu, tarihsel süreç ile; ulaştığı yeni mekansal durum neleri ortaya çıkarmaktadır?
Sürekli kriz yönetimi olan emperyalizm, yeniden sistemsel bunalımla karşı karşıyadır. Bu durum, yeni alt-üst oluşlara neden olurken, yeni emperyalistler arası paylaşım savaşlarını kaçınılmaz kılmaktadır. Aynı süreçte, emperyalizmin kozmopolitizm ve
enternasyonalleşmesi; tek merkezli ve Ultra bir emperyalist dünya yaratmadı. Burada; Kautskiy ve Berştayn'ın yanıldığını ve özünde Lenin'in ne kadar haklı olduğunu bir kez daha görmemiz gerekmektedir. Bu yeni bir durumdur. Dünyamız iki merkezli (Sovyetlerin
yokluğu) bir sistemden, çok merkezli bir sisteme dönüşmüştür. Çok merkezli yeni sistem: Emperyalistler arasında yeniden paylaşılacak yeni pazar alanlarını yaratmış, yeni pazar alanları yeni çatışma alanlarını oluşturmuştur. Emperyalistler arası eşitsiz ve dengesiz gelişme yasası, yeni bir durum olarak tarihte geç kalmış, yeni emperyalist devletleri çıkarmıştır.Rusya Çin vb.

Mikro Milliyetçilik ve Ulus Devlet.
Sosyalist sürecin ulusal sorunu çöz(e)memiş olması, yirmi birinci yüzyılda yeniden ulusal sorun problemini tarihsel olarak önümüze koymaktadır. Diğer yandan, Emperyalizm ve Ulus devletler sorunu; kapitalizm ve burjuva iktidar düzleminde politik yarılmalara neden olmaktadır.
Bir yanda profesyonelleştirilen ulus devletler, diğer yanda; emperyalizmin elinde kullanılan mikro-milliyetçilik. Bu durum, ne ulus devletleri nede mikro-milliyetçiliği ortadan kaldırmamaktadır. Bu gerçeklik kaçınılmaz olarak çatışmaları mikro-milliyet ve ulusal düzeyde bölgesel savaşlar olarak gündeme getirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bugünkü emperyalistler arası savaşlardan söz ederken, bu savaşların kısa dönemli ve bölgesel olduklarından söz etmek doğru olur. Emperyalizmin sistemsel bir krize evirildiği bir durumda, top yekun emperyalistler arası savaş yeni bir dünya için objektif şartlar yaratır. Onun içindir ki; sorunların çözümü emperyalistler arası antagonist olmayan çelişkilerden çıkmayacaktır. Esas olan, emekle sermaye arasıdaki uzlaşmaz olan temel çelişkinin ortaya çıkardığı çatışmadan doğacaktır. Nedensellikler ve tarihsel zorunluluk yasaları işlemeğe devam etmektedir.
Balkanlar ve Kafkaslarda ortaya konan savaşlar emperyalistler arası savaşlardır.Bu savaşlarda taraf olmak olan biteni doğru kavramamaktır. Olan biteni göründüğü gibi algılamaktır."eğer olaylar göründüğü gibi olsaydı bilime gerek kalmazdı."
Yeniden yön arayan tarih, tarih yapıcığında; tarihin en devrimci sınıfı olan proletarya ve komünist mücadele tarafından yazılacaktır.
Kapitalist emperyalist sistem 1890'larda insanlığın önüne koyduğu ya barbarlık ya Sosyalizm zorunluluğunu bugün yirmi birinci yüzyılda yeniden dayatmaktadır.
Yeniden Emperyalistler arası paylaşım savaşları olan bölgesel savaşlara ve Kafkaslara böyle bakmak, bizi gerçek tarafa oturtur. Devam edecek

qaynaq:www.solplatform.org
--------------------------------------------------------------------------------

Cuma, Ağustos 15, 2008

GÜNAZ TVye İKİ TENQİD

1-Günaz TV (Güney Azerbaycan milli qonsunu yansitan TV) 2008 July ayinin ikinci haftasindaki proqramlarinin birinde Güney Azerbaycanda xalqin silahlanmasini yanliş bilib iran islam hakimiyetinin Güney Azerbaycanda basqi için bahane arayir xalqin mücadelesini silahli hareket adila mahv etmek isteyir dedi.
Günaz TV başçilarina demek isteyirik:günümüzde emekçilerin teşkilatlanmasi doğrultusunda xalq şuralar çerdekleri bütün mahallelerde,iş yerlerinde gizli formada qurulmali ve o çerdeklere çeşidli mücadele formalarinda xiyaban savaşlarinida öyretmek gereksinmekdedir, ancaq silahlanmaq, derhal silahli harekete geçmek anlamina gelmir,xalq şuralar çerdekleri qurulmali ve yeri gelen zaman için indiden silah elde etmeli ve olduqca qeyri-münezzem savaş eğitimleri almalidir,yoxsa sonunda silahsiz halda xalq özünü düşmanlarindan qoruyamaz.
İran islam hakimiyeti medeni feallari idam ve işgence edir,ve bizim silahsiz olmağimiz onu rehme getirmeyib ve getirmeyecek,biz silahlanib ve o silahin hansi zaman qullanmağini öyrenmeliyik.

2- Rusiya ve Gürcüstan savaşinda Günaz TV de "Obali" bey ve "Gaip" Partiyasinin sözcüsü "Saleh" bey şiddetle Gürcüstanin Güney Osetyaya hücum etmesini müdafiye edirdiler.
Bizce Rusiya ve Gürcüstan savaşi dünya emperyalistlerinin öz çixarlari istiqametinde planlanmiş bir savaşdir,bu arada Gürcü,Güney Osetiyali,Abxaz xalaqlari qurban olur,bu olayda bati yanli Gürcüstan presidentinin Osetiyaya ve tabiki Rusiyanin Osetiya ve Gürcüstana hücumunu mahkum edib,xalqlarin özgürlügü qonusu emperyalistlerin öz çixarlari doğrultusunda bir arac (vesile) haline gelmemelidir deyirik,özgürlük adi daşiyan hareketleri ve onun nitelik ve neceliklerini analiz etmeliyik, Gürcü,Abxaz,Acar,Osetiya xalqlarinin demokrasi ve istiqlal istekleri indi Amerika, bati ve Rusiyanin çixarlarini gerçekleşdirmek için sadece bir bahaneye dönüşür,bu qonulari ayird etmemek ve etniki savaşlar tuzağina düşmek pratikde emperyalizme xidmet etmekdir.

Qafqazya bölgesinde yaşayan emekçiler ve öncül xalq gücleri çox ince politika seçmelidir...
Aydindirki Qafqaziyada süren olaylar dünyanin her bölgesi kimi Güney Azerbaycan tarixsel qederindede etkisi olacqdir,bu etkilerin açiğlamasi başqa bir meqalenin qonusudur.
AZERBAYCAN KOMÜNİSTLİK BİLDİRİLERİ (AZKOB)

Cumartesi, Ağustos 02, 2008

Tarihsel Çıkışsızlığın İdeolojik Yansımaları Elif Çağlı


Tarihsel Çıkışsızlığın İdeolojik Yansımaları
Elif Çağlı


30 Temmuz 2008

Günümüzde kapitalizmin derin bir sistem krizi içinde kıvrandığını gözler önüne seren pek çok gösterge mevcut. Ekonomik durum krizsiz kapitalizm olamayacağını açıklayan Marksizmi doğruluyor. Finans zirveleri krizi ertelemeye, bankaları ya da kredi kurumlarını kurtarmaya çalıştıkça da kriz daha yıkıcı hale getirilmiş oluyor. Yalnızca Amerika’da Merkez Bankası 5,3 trilyon dolar kredi yükü taşıyan iki dev konut finansman şirketini kurtarma operasyonunu başlattı. Durgunluktan kaçabilmek ve tüketimi canlı tutabilmek için sihirli bir güç gibi kullanılan kredi mekanizması, borçların geri ödenememesi nedeniyle orasından burasından çatırdıyor. Çeşitli kereler vurguladığımız gibi, alabildiğine şişirilen balonun nihayetinde patlaması kaçınılmazdır. Finans sektöründen başlayarak sanayi kesimine sıçrayacak büyük çöküşlerin eşiğindeyiz.

IMF, OECD, Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşların uzmanları, dünya ekonomisinde daha şimdiden gelişkin kapitalist ülkelerden başlayan çok ciddi duraklamaların yaşandığını belirtiyorlar. Merkez Bankalarının faiz oranlarıyla oynayarak veya batma tehlikesi geçiren büyük firmalara kredi pompalayarak durgunluğu savuşturma çabaları nedeniyle henüz krizin esas boyutlarının hissedilemediği ve asıl felâketlerin 2009 yılında cereyan edeceği söyleniyor. Günümüzde neredeyse yaşamın tüm temposunu belirleyecek hale gelen ekonomi haberleri aşağı yukarı hep bu doğrultudadır. Yaşanan ve daha da yaşanacak olan ekonomik krizin sarsıcı boyutları üzerine yapılan tahminler giderek daha da karamsar tabloların çizilmesine neden olmaktadır. Kapitalizmin günümüzde sürüklendiği sistem krizi, 1929’larda yaşanan Büyük Depresyon döneminin ürkütücü anılarını bizzat burjuva kamp içinde de fazlasıyla canlandırıyor.

Ekonomik alanda düzen yanlılarını endişeye sevk eden gelişmelere, siyasal alanda da ardı arkası kesilmeyen istikrarsızlıklar eşlik ediyor. Zaten genel bir kuraldır, sarsıntılı dönemler diplere itilenlerin su yüzüne çıkmasına neden olur. Nitekim pek çok kapitalist ülkede siyaset sahnesi çeşitli türden yolsuzluk söylentileri, skandallar ya da entrikalarla sarsılıyor. Burjuva düzenin görece istikrarlı dönemlerindeki olağan işleyiş kesitleri yavaş yavaş geride kalmaktadır. Dünya politikası da artık giderek yaygınlaşma eğilimi arz eden emperyalist paylaşım savaşlarının ateşleri altında biçimleniyor. Tüm bu gelişme ve olguların yanı sıra, kapitalizm ideolojik alanda da küresel düzeyde yaygınlaşan bir çürümenin sayısız yansımasını gözler önüne seriyor.

Kapitalist toplum onu savunanların çıkardığı tüm kuru gürültüye rağmen, artık gerçekten de tarihsel bir çıkmaza sürüklenmiştir. Daha önce başka toplumsal formasyonlar için çalmış olan ölüm çanları şimdi kapitalizm için çalıyor. Marksizmin kanıtladığı üzere, kapitalist gelişme üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkiyi nicedir katlanılmaz boyutlara tırmandırmıştır. Gençlik ve gelişme dönemlerine özgü parlak yükseliş potansiyellerini yitiren kapitalizm, ideolojisiyle de ancak köhnemiş bir toplumsal sisteme yaraşır yaklaşım ve eğilimler sunmaktadır.

Nereden nereye?
Kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yükseliş dönemine genelde burjuva demokrasisinde ve reform politikalarında bir genişleme eğilimi eşlik etmişti. Çeşitli ülkelerde kitlelerin yaşamında gerçekleşen görece düzelme, burjuva düzen çerçevesinde geleceğe dair umutlar yaratmıştı. Bu koşullara paralel olarak, o dönemlerde burjuva ideolojisi de, mevcut düzeni sorgulamaksızın geleceğe güvenen bireyin iyimser ruh halini besleyen biçimlere bürünmüştü. Örneğin Amerikan emperyalizminin dünyayı etkileyen muazzam film sanayiine egemen eğilimler bu durumu kanıtlıyordu. O yıllar boyunca Hollywood veya benzeri muazzam ideolojik aygıtlar, kapitalizmin savaş sonrasındaki tatlı yükselişini sürdürmek için ihtiyaç duyduğu “güven” ve “istikrar” duygusunu kitlelere aşılayan ürünler üretmekle meşguldü.

Ne var ki, 70’li yıllara doğru kapitalizmin bu tatlı yükseliş dönemi sona ermeye başladı. Düzenin kıyılarını, burjuvaziyi geleceğe dair endişeye sürükleyen bir uzun dalga istila etmekteydi. Ekonomik alanda enflasyon, işsizlik, durgunluk, kriz gibi kapitalist hastalıklar peş peşe ve giderek daha endişe verici biçimde nüksetmeye koyuldu. Değişen koşullar nedeniyle kapitalizmin ideolojik aygıtları da, zamanla çok daha büyük ölçeklerde bir korku ve endişe toplumu yaratmaya odaklandılar. Nitekim Amerikan film sanayii geçmiş dönemlerin Hollywood romanslarını çöpe atıp, genç nesilleri neredeyse daha bebekliklerinden itibaren kitlesel katliam görüntülerine alıştırıp duyarsızlaştıran “teknolojik ürünler” üretmekte ustalaştı.

Günümüzde artık çok açık hale gelmiş bulunan bir gerçeklik var. Geniş emekçi kitleler kapitalizm altında kendilerini bekleyen parlak ve mutlu bir gelecek olmadığını sezdikçe, kapitalizm de “benden sonra tufan” zihniyetiyle her alanda kitlelere karşı saldırıyı yükseltiyor. Burjuva ideolojisi, düşünen, sorgulayan, geçmişini bilen ve geleceğini yaratan insanı ortadan kaldırma hırsıyla genç nesilleri azgınca kuşatmaya alıyor.

Çürüyen kapitalizm iktidarını artık neredeyse sadece olumsuzluklar ve yok edicilik üzerinden sürdürmeye çalışmaktadır. Çünkü küresel bir sistem düzeyine yükselen kapitalizm, beri yandan da toplumu olumlu sayılabilecek değerler üzerinden ileriye taşıyacak gücü ve olanağı tarihsel olarak tamamen yitirmiştir. Dünyadaki eğlence sanayii üzerinde hegemon konuma sahip Amerikan emperyalizminin durmadan “Terminatör” ya da “Kıyamet” senaryolu filmler üretip piyasaya sürmesi tesadüf eseri değildir. Bu ve benzeri gelişmelerin tümü, kapitalizmin tarihsel çıkmazıyla bağıntılı ideolojik yansımalardır.

Burjuva ideolojisinin açıkça mevcut düzeni savunan kaba biçimlerinin yanı sıra, radikal muhalif görünen sinsi ve ince biçimleri de vardır. Örneğin Soros gibi büyük finans patronlarının, genelde genç kuşakların duyarlı oldukları çevre sorunları gibi kimi sorunlara sahip çıkar görünüp büyük kampanyalar yürütmelerinin ardında da bir bityeniği aranmalıdır. Gerçi kapitalizmin gezegenimiz üzerindeki canlı yaşamı tehdit eder boyutlarda ciddi çevre sorunları yaratmış olduğu son derece açık bir gerçektir. Bu, devrimci Marksizmin de üzerinde önemle durduğu ve kapitalizme karşı mücadele kapsamında yaşamsal ve ivedi bir sorun olarak kitlelere kavratmaya çalıştığı bir konudur. Ama hangi siyasal sorun ya da toplumsal sorun ele alınırsa alınsın, analizler ve çözümler arasında her zaman sınıfsal bakış açısından kaynaklanan farklılıklar vardır ve olması da gerekir.

Kapitalizmin dünyamızı bir yok oluşa sürüklediği gerçeği, artık bu düzenle mücadelenin nafile olduğu ya da yaşamın bu sömürü düzeninin pisliğinden temizlenemeyeceği anlamına gelmez. Devrimci Marksistlerin kitabında gerçeklerden kaçmak yazmadığı gibi, tehditleri son derece abartılı biçimde algılatarak kitlelerin kendi mücadelelerine inançlarını köreltmek de yazmaz. Toplumsal yaşamdaki tehditleri fırsatlara dönüştürmeye çalışmak, devrimci Marksizmin mücadele anlayışını yansıtır. Tehditleri kitlelere, mevcut durumu kökten değiştirmek için artık pek de umut kalmadığı ve ancak küçük iyileştirmelerle yetinilmesi gerektiği şeklinde kavratmaya çalışmak ise burjuva reformizminin özelliğidir. Devrim ve reform yolu arasındaki muazzam fark, yalnızca hemen akla gelebilecek siyasi strateji ve taktiklere dair sorunlarla sınırlı değildir. Bu sorunlardan başlayıp çevre sorunlarına dek, tüm sorunların ele alınış tarzı ve çözüm yollarındaki farklılıklar son tahlilde sınıfsal çıkarların farklılığından kaynaklanır.

Günümüzde burjuva ideolojisi çeşitli argümanları kullanarak genç kuşakları ve “bilimsel” konular söz konusu olduğunda da öncelikle okumuşları avlamaya çalışmaktadır. Çeşitli cinsten burjuva ideolojik yaklaşımların ortak paydası, kitleleri kapitalizmin yarattığı toplumsal sorunları ortadan kaldırabilecek yegâne araç olan devrimci mücadeleden uzak tutmaktır. Bu yolda burjuva yaklaşımlar arasında önemli farklılıklar olabilmekte veya dönemden döneme argümanların niteliği de değişebilmektedir. Örneğin 80’lerde neoliberalizm kılığına bürünmüş burjuva ideolojisinin amacı, dikkatleri tamamen bireyselliğe çekmekti. O dönemlerde gençler cinsellik, psikolojik sorunlar ya da borsada oynayıp köşeyi dönme hayalleriyle avlanmaya çalışıldı. Daha sonra bu argümanlar bayatlamaya yüz tuttu yahut borsa hayallerinde olduğu gibi yaşamın gerçekleri karşısında tutunamayıp çöktü. Genç kesimlerde tekrar düzene karşı muhalif duygular uyanmaya başladığında, burjuva ideolojisi bu kez de liberal ya da reformcu kılıklara bürünerek devreye girdi.

Burjuva ideolojisinin bu çeşitlemeleri, bireyciliğe tapınmaktan toplumsal muhalefet konumuna kaymakta olan genç kuşakların devrimci mücadeleden uzak tutulması ereğine uygundur. Genç insanlar çeşitli araç ve yöntemlerle devrimci mücadele dışındaki bir alana hapsedilmeye çalışılmaktadırlar. Bu araç ve yöntemlerin neler olduğu ya da olabileceği gibi konulara kafa yorarken, gençlik içindeki sınıfsal ayrımların yaratacağı farklılıkları da atlamamak uygun düşer. Örneğin okumuş gençlik kesimi yeni teknoloji ürünlerine bağımlı hale getirilmekte ve devrimci örgütlenmenin klasik yöntemlerinin günümüzde artık bir işe yaramayacağı argümanlarıyla paralize edilmektedir. Burjuva reformizmi bu kapsama giren gençleri, gerçek bir örgütlülüğe dayanmayan ve diyelim internet üzerinden haberleşmeyle yürüyen tipte eylemlerle yetinme noktasına sürüklemektedir.

Beynini çalıştırmak isteyen genç insanların önüne “öncelikli konular” olarak hep fizik, kimya, genetik mühendisliği vb. alanına giren spesifik konular sürülmekte, toplumsal sorunlar ve siyaset ise çaktırmadan daima ikinci plana itilmektedir. Fakat atlamayalım, gençlik içindeki sınıfsal farklılıklar da işte bu gibi noktalarda tüm çarpıcılığıyla ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu değindiğimiz argümanlar, sefalet ücretleriyle uykusuz geceler ve bitmeyen günler boyunca çalışan ve ekmek parasını kazanmak dışındaki konuları düşünmeye mecali kalmamış gençlere bilinmeyen dünyalar kadar uzaktır. Ancak burjuva ideolojisinin bu gençleri avlayacak argümanları da eksik değildir. İşçi sınıfının gençliği de işsizlik korkusunun kırbacıyla dövülür, sınıf kardeşlerini ezerek yükselme hırsıyla yozlaştırılır, sınıf atlama düşleriyle düzene bağlanır.

Burjuvazi yine ideolojik aygıtların, medyanın marifetiyle diğer bir önemli konuda da gerçekliği ters yüz etmektedir. Kitleleri uyuşturarak, korkutarak, aptallaştırarak felçleştirip mücadeleden alıkoymak amacını güden tüm ideolojik ürünler, “genç kuşaklar bunları beğeniyor”, “kitleler öyle istiyor” yalanlarına ambalajlanıp piyasaya sürülmektedir. Oysa kapitalizm, elinin altındaki tüm teknolojik olanakları da kullanarak, insanların beğeni ve isteklerini kitlesel ölçekte belirlemekte, kontrol etmekte ve yönlendirmektedir. Kapitalizmin bu bağlamda bugün geldiği nokta, toplumda egemen fikirlerin egemen sınıfın fikirlerinden başka bir şey olamayacağını söyleyen Marksizmi fazlasıyla doğruluyor.

Bu gerçekliğin bir uzantısı olarak, işçi-emekçi kitlelerin kendiliğinden mücadelesi kapitalist düzeni alt etmek için hiçbir zaman yeterli olamamıştır ve olamaz da. Fakat yine de bu “kendiliğindenliğin” ne ölçüde burjuva ideolojisinin etkisi altında olduğu zamana ve zemine göre değişebilen bir şeydir. 20. yüzyılın başlarında veya iki büyük emperyalist savaş arasındaki yıllarda görüldüğü üzere, pek çok ülkede kitlelerin devrimci fikir ve mücadelelerin etkileyici gücüne kapıldığı tarihsel kesitler vardır. Böylesi dönemlerde burjuva ideolojisinin egemen konumu sarsılır. En kendiliğinden görülen bir kitle eyleminin bile, işin aslında devrimci fikir ve mücadelelerden etkilenmiş olma olasılığı bir hayli yükselir. Günümüz koşullarında ise, tam tersine, en “kendiliğinden” olduğu sanılan bir sol muhalefetin altından bile yoğun bir burjuva etkisi sızmaktadır. Dönemler arasındaki büyük fark işte bu gibi noktalarda aranmalıdır.

Devrimci analiz her zaman Marksizmin bilimsel yöntem ve yaklaşımları temelinde somut gerçekliğin kavranmasına odaklanmak zorundadır. İsabetli durum değerlendirmeleri ve devrimci taktik üretimi de ancak bu sayede sağlıklı biçimde sürdürülebilir. Geçmiş dönemlerin farklı tarihsel koşullarına dayanan kimi çıkarsamaların değişmez bir kalıp gibi günü aydınlatmasını beklemek, dogmatizme sürüklenmek anlamına gelir. Bugünün dünyasında egemenlere karşı mücadele hiçbir alanda kendiliğindenliğe terk edilemez.

Devrimci bilinç ve örgütlenme olmaksızın, işçi kitleleri kapitalizmin ve onun ideolojisinin esiri olmaktan bir nebze olsun kurtulamayacaklar. İşçi sınıfının devrimci potansiyelinin ancak öncü bir örgütlülük sayesinde dünyayı değiştirecek güce dönüşebileceği şimdi çok daha kuvvetli bir gerçek. Buna rağmen, devrimci öncü örgütlenmelerin artık zamanı geçti diyerek kendiliğindenliğe tapınmayı marifet addedenler var. Etiketleri her ne olursa olsun, bunlar burjuva ideolojisinin etkisi altında biçimlenen kitlelerin kuyruğundan sürüklenmekten başka bir iş yapmış olmuyorlar.

Kriz dönemi ideolojisi
Siyasal ve toplumsal yaşamda hiçbir şey bir çırpıda değişmiyor. Olağan burjuva rejimlerden olağanüstü burjuva rejimlere geçiş de bir süreci ve bu süreç boyunca gerçekleşen değişimleri kapsıyor. Bugün pek çok ülkede yaşandığı üzere, parlamenter işleyişlerden bir polis devletine tedrici geçişler, gündelik yaşamın telâşı içinde koşturan kitleler tarafından çoğu kez fark edilmiyor bile. Kapitalizmin tüm tarihi boyunca egemenler, kitlelerin başına ilerde nice belâlar açacak değişim süreçlerini yürütebilmek için, örgütsüz olduklarında kitlelere egemen olan genel dikkatsizlik durumundan ve hafızasızlıktan yararlandılar. Bu açıdan modern zamanlarda da değişen bir şey yoktur.

Günümüzde Avrupa’nın en demokratik geçinen ülkelerinde bile polis devleti uygulamaları yaygınlaştırılmaktadır. Burjuva ideolojisi yalnızca parlamenter düzendeki kesintilere alışmış Türkiye gibi ülkelerde değil, demokratik biçimlerin yerleştiğine inanılan gelişmiş kapitalist ülkelerde de kitleleri olağanüstü koşullara hazırlayacak sinsi biçimlere bürünmektedir. Amerika’sından İngiltere’sine dünya ideolojik iklimini belirleyen emperyalist ülkeler, derin sistem krizi dönemlerine özgü olağanüstü yöntem ve araçlar üretip dolaşıma sokmaktadırlar.

Örneğin burjuva demokrasisinin beşiği olarak bilinen İngiltere, tam bir polis devleti olma yolunda dörtnala hızla ilerliyor. Genelde tüm Avrupa ülkelerinde, özellikle ABD emperyalizminin 11 Eylül saldırıları bahanesiyle düğmeye basmasından bu yana ırkçı saldırılar yükseltiliyor. Kitlelerin mücadelesini boğmaya yönelik yasalar, göçmenleri ve göçmen işçileri dışlayıcı uygulamalar hazırlanıp yürürlüğe konuyor. Diğer dönemlerde gündelik yaşamın olağan bir parçası kabul edilen olaylar, şimdilerde burjuva medya tarafından bir felâket senaryosu şeklinde sunularak baskıcı yasaların çıkartılması için kamuoyu oluşturuluyor. Yine somut bir örnek vermek gerekirse, İngiltere’de uzun yıllardır adi vakalar kapsamında kabul edilen bıçaklama olayları şimdi topluma neredeyse örgütlü terörist eylemler şeklinde algılatılmak isteniyor. Böylece polisin vatandaşları istediği an istediği biçimde aramasının, telefonları dinleyip kitle iletişim kanallarını denetim altına almasının önü açılıyor.

Tüm bu gelişmeler açıkça gösteriyor ki, 21. yüzyıla derin bir sistem krizi eşliğinde giriş yapan kapitalizmin ideolojik alanda da cephaneliğini kriz dönemi ideolojisi oluşturmaktadır. Bu, köhnemiş, çürümüş ve dolayısıyla olumlu bir gelecek beklentisini yitirmiş bir toplumsal sistemin, ölüm korkusu altında gerçeklerden kaçmaya çalışmasının ideolojisidir. Burjuva ideolojisinin 21. yüzyıla damgasını vuran bu niteliği, işçi-emekçi kitlelerin düşünsel dünyasına da sürekli biçimde irrasyonel ve mistik öğeler aşılıyor. İnsanlık, çeşitli vesilelerle dile getirmeye çalıştığımız gibi, çıldıran bir kapitalizmin inanılmaz sömürüsünün yanı sıra onun düşünsel alanda yarattığı felâketlerin de tam ortasında debeleniyor. Çürüyen kapitalizm kitlelerin yaşamına, onların burjuvalara sundukları çalışma saatlerinin dışındaki “boş zamanlarını” da yiyip yutan bir büyük kuşatma, derin bir akıl tutulması, özetle bir gece yarısı kâbusu gibi çörekleniyor.

Toplumsal sistemler kendi egemen sınıflarının çıkarlarını yansıtan değerler sistemini ancak yükseliş dönemlerinde kitlelere olumlu değerler ve ilkeler biçiminde kabul ettirebilirler. Ne var ki bir toplumsal sistemin tarihsel olarak içine sürüklendiği çürüme ve çöküş eğilimi güçlendikçe, egemen kurumlar içinde tanık olunan çözülme ve yozlaşma da alabildiğine derinleşir. Toplum içinde olduğu varsayılan uzlaşma, değerler sistemine duyulan güven ya da siyasi kurumlara gösterilen gönüllü rıza böylesi tarihsel kesitlerde aşınmaya başlar. Kapitalizmin günümüzde içine sürüklendiği durum bu dediklerimizi kanıtlayan bir büyük deney alanı gibidir. Sistemin çürüme koşullarını, eskiden geçerli olduğu varsayılan değerler sisteminin aşınmasından ve karşılığında da baskıcı uygulamaların yükseltilmesinden izlemek mümkündür. Burjuva siyasal yaşamdaki tıkanıklıklar arttıkça, kitleleri olağan yöntemlerle yönetmek de giderek daha zor hale gelmektedir.

Her toplumsal sistem genelde bireylerin sosyal davranışlarını da etkileyen temel birtakım siyasal ilke ve biçimler üzerinde yükselmiştir. Kapitalizm olağan işleyişinde burjuva parlamenter kurumlara, sağlı sollu burjuva partilerine ve bunlar arasındaki siyasi mücadeleye dayanır. Düzene muhalif ve devrimci unsurların uyanış, bilinçlenme ve örgütlenme koşulları bir yana bırakılacak olursa, genelde kitlelerin siyasi algıları ve davranış biçimleri burjuva düzenin geçerli kıldığı temel çerçeve tarafından belirlenir. Bu durumun bir uzantısı olarak, devrimci altüstlük dönemleri hariç kitlelerin politikleşme düzeyini belirleyen de genelde burjuva partiler sistemidir.

Ne var ki kapitalizmin 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçişine denk düşen binyıl dönemecine eşlik eden ve neoliberalizm diye adlandırılan dönem, düzenin yerleşik işleyişinde çok ciddi bozulmalar yaratmıştır. Yükseltilen yeni liberal yaklaşımlar gereği yaşamı ekonomik gösterge ve borsa haberlerinin belirlemesi istenirken, geçmişte sağ ve sol partiler olarak farklı şekilde algılanan burjuva siyasi partiler arasındaki fark da iyice silikleşmiştir. Bu gerçeklik kitleler tarafından, siyasi yaşamın giderek anlamsız bir oyun olarak algılanmasına neden olmuştur. Bu temelde pek çok kapitalist ülkede kitleler politikadan uzaklaşmışlardır. Böyle bir toplumsal durum, devrimci bir alternatifin yükselişi koşullarında kitlelerin düzen kurumlarından kopuşları anlamına gelir ve tamamen olumlu yönler içerebilir. Ne var ki, öyle bir alternatifin henüz görüş ufkuna girmediği günümüz koşullarında ise tek başına pozitif bir anlam ifade etmemektedir.

Kitleler ve özellikle genç kuşaklar egemen sınıfların tepeden indirdikleri ve indirecekleri baskıcı uygulama ve tertipler karşısında henüz ne yazık ki neredeyse tamamen bilinçsiz ve donanımsız konumdadırlar. Günümüz sosyal ve siyasal atmosferi, eski toplumsal değer yargılarının aşındığı, insanlık için yeni bir geleceği yaratacak olan değer yargılarına ise devrimci bir azınlık dışında kalan kitlelerin henüz en ufak bir ilgi bile duymadıkları bir durumu yansıtmaktadır. Bu tür bir genel atmosfer içinde bireyler yalnız, korunaksız, şaşkın, kafası tamamen karışık, insanlara güvensiz ve gelecek konusunda karamsar durumdadırlar.

Yaşamak için işgücünden başka satacak hiçbir şeyleri olmayan insanların, sanki mümkün olacakmış gibi bireysel bir kurtuluş hayalini anlamlı bulup, toplumsal dayanışma ve siyasal örgütlenme fikrine ise uzak durmaları tek kelimeyle aptallıktır. Fakat bu, tek tek kişilerin kendi algı ve değer yargıları sistemindeki bir bozukluk ya da hastalık sonucu ortaya çıkan bir aptallık hali değildir. Böylesi durumlar kapitalizmin yarattığı toplumsal paranoyanın bireye yansımalarıdır. Söz konusu olan, kendisiyle aynı yaşam koşullarını paylaşan sınıf kardeşleriyle el ele verip örgütlenmediği takdirde zavallı bir insancıktan başka bir şey olamayacak modern paryaların, egemen sınıfların kazdığı çukura düşüp boğulmalarına yol açacak kitlesel bir akıl tutulması durumudur.

Kitlelerin politik yaşama ilgisizliği ve devrimci mücadeleden uzak duruşları, bireyi yaşamak adına aslında karanlık bir mezara sürüklerken, toplumu da yenileyici bir dinamizmden yoksun bırakmaktadır. Böylece, kapitalist üretim tarzının ekonomik alanda yüz yüze geldiği ürkütücü durgunluk eğilimine, toplumsal yaşamda da kör bir çıkışsızlık ve derin bir durgunluk eğilimi eşlik etmektedir. Bir çıkış yolu bulmaktan aciz ve dolayısıyla yalnızca çıkışsızlığın teorisini yapan burjuva düşünürler ise, topluma bu koşulların damıtılmış ideolojisini enjekte etmekten öte bir beceri sergilememektedirler. Böylece kitleler büsbütün toplumsal pasiflik koşullarına iteklenmekte ve okumuş bireyler de kendilerine aşılanan fırsatçı ya da inkârcı yaklaşımlar nedeniyle toplumsal mücadeleyi mantıksız bir şey olarak algılamaktadırlar. Açık ki, çürüyen kapitalizmin ideolojik etkisi, mantığın yerine mantıksızlığı, akılcı yaklaşımların yerine toplumsal akıl tutulmasını, mücadele arzusunun yerine pasifizmi ve değişimin yerine durağanlığı geçiren çürütücü bir zehirdir.

Egemen sınıflar tarafından topluma aşılanan ideolojik yaklaşımların amacı, kitlelerin kendi güçlerine, kendi örgütlenme ve mücadele etme potansiyellerine duyabilecekleri inanç ve güveni ortadan kaldırmaktır. Kapitalist düşünce kurumları ya da burjuva medya kanalları her gün yeni bir yalan üretmekte adeta birbirleriyle yarışarak ve tüm olanaklarını seferber ederek, insanların dikkatini toplumsal sorunlardan ve bu sorunların gerçek çözüm yollarından uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar. İnsanların dikkati abartılı ve saplantılı biçimde ele alınmış bireysel sağlık sorunlarına veya metalaştırılmış bir cinselliğe ya da bencilliğin üretildiği bir çekirdek aile kurumuna çekilmek istenmektedir. Hedeflenen, toplumsal yönü zehirlenerek öldürülmüş bireyler yaratmaktır. Sorgulayıcı düşünce tarzının yaygınlaşması işçilerin ve emekçilerin devrimci düşünceye sempatiyle yaklaşmalarını kamçılayacağından, burjuva ideolojisi her bir fırsatı toplumda mistisizmi, efsanelere duyulan boş inancı, kısacası akıl dışılığı yerleştirmek için kullanmaktadır.

Çarpıcı bir örnek Türkiye’den verilebilir. Son dönemde burjuva kamp içinde tırmanan gerginlik ve kapışmaların, tarafların çeşitli kozları ileri sürmesiyle yürütüldüğü çok açıktır. Statükocu güçler AKP’yi kapatma davasıyla tehdit ederlerken, AKP ve destekçisi burjuva güçler de karşı tarafı Ergenekon operasyonu ile sindirmeye çalışmaktadırlar. Burjuva kamp içindeki it dalaşı kızışır ve ortam darbe söylentileriyle bulandırılırken, bu tür gelişmelerden en fazla altta ezilenlerin zararlı çıktığı aşikârdır. İşin diğer önemli bir yönü ise, burjuvazi içindeki çatışmanın kamuoyuna, işçi-emekçi kitlelerin kafasını büsbütün karıştırıcı argümanlar eşliğinde sunulmasıdır.

Genel bir kuraldır, burjuvazi içinde gerçek bir iktidar ve çıkar kavgası yürürken, topluma bu kavganın asıl nedeni, özü vb. asla açıklanmaz. Tersine, birtakım efsaneler ve mistik argümanlar eşliğinde bulanık bir hava yaratılmaya çalışılır ve bu durum bir bütün olarak burjuvazinin işine gelir. Çünkü aynı sınıf içinde yürüyen bir çatışma, nihayetinde şu ya da bu tarafın galip gelmesi veya ağır basmasıyla, düzeni yıkmadan sona erdirilebilir. Oysa hangi burjuva kamp iktidarda olursa olsun, işçi sınıfının uyanışı neticesinde patlak verecek bir başkaldırı, düzen için yıkıcı bir nitelik taşır. O nedenle tüm kapitalist ülkelerde burjuvazinin tüm kanatları kendi aralarında yaşadıkları gerginliklere rağmen, daima ve asıl olarak düzeni işçilerin ve emekçilerin devrimci uyanışından korumaya yeminlidirler. O yüzden burjuva ideolojisinin ezilen, sömürülen kitlelere dönük yönü özünde her zaman yalan-dolana, hile ve demagojiye dayanır. Fakat kapitalizmin sistem krizi derinleştiği ölçüde bu özellikler daha da belirgin hale gelmektedir.

Sistemin tarihsel çıkışsızlığı
Diyalektiğin en önemli yasalarından biri olarak, bir fenomenin gelişim ve yayılma sürecinde en güçlü sanıldığı tepe noktası aynı zamanda onun kesin iniş sürecinin başlangıcıdır. Bu bakımdan küreselleşme tartışmalarının ayyuka çıktığı ve kapitalizmin artık çok güçlü olduğunun sanıldığı dönem de, işin gerçeğinde kapitalizmin tarihsel olarak inişe geçtiği bir dönemdir. Kapitalist işleyişin tüm yer küreyi egemenliği altına aldığı ve kapitalizmin bu açıdan küreselleştiği doğrudur. Ne var ki, bu küreselleşme kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasını ortadan kaldırmamakta, tam tersine dünya üzerindeki eşitsizlik ve adaletsizliği daha da büyütmektedir.

Öte yandan, globalleşme kapitalizmin kriz ve durgunluk eğilimini de ortadan kaldırmamıştır ve kaldırması da mümkün değildir. Burjuvazinin kitlelerde kapitalizme karşı olumlu duygular yaratmaya yönelik globalizm propagandasına karşın, kapitalizmin dünyada el atmadık tek bir yer bırakmaması aslında bu sistemin tarihsel çıkışsızlığını büyütmüştür. Uzun süreli durgunluk eğiliminin varlığı ve yıkıcı sonuçlar üreteceği açık olan kriz gerçeği, artık burjuva egemenler ve aydınlar arasında da sistemin işleyişi konusunda karamsar duygular yaratıp beslemektedir.

Kendi egemen güçleri tarafından asla açıkça dile getirilmese bile, tarihsel gerileme ve çöküş eğilimi içine giren bir toplumsal sistemin geçmişe oranla fazlasıyla kırılganlaştığı nesnel bir hakikattir. Yine aynı kapsamda olmak üzere, bu duruma düşen bir toplumsal düzenin egemenlerinin sınıfsal endişeleri yoğunlaşır. Kapitalizmin 80’lerden günümüze uzanan neoliberalizm dönemi, bu toplumsal yasaların varlığını kanıtlayan pek çok somut yansımalar içermiştir. Kapitalizmin egemenleri, kitlelerin yararına olan her türlü kamusal alan düzenlemesinin altında “komünizm heyulası”nı görüp ifrit kesilmişlerdir. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin en ufak hak arayışları bile düzene karşı yıkıcı bir tehdit olarak algılanmıştır.

Ne var ki, uzun yıllardır burjuvaziye “önleyici savaş” olarak görünen uygulamalar kapitalist sistemin durgunluk eğilimini daha da derinleştirmekten öteye geçememiştir. Burjuvazinin uzun erimli çıkarlarını düşünen kimi akıllı ideologlar şimdilerde kurtuluşu yine Keynescilikte, devletçilikte, korumacılıkta vb. aramaya koyulmaktadırlar. Ancak göz ardı etmemek de gerekir ki, kapitalizmin içinde bulunduğu kriz koşullarında siyasal alana dair olası gelişme eğilimleri asla yalnızca bunlardan ibaret değildir. Daha önce yaşanan Büyük Depresyon dönemlerinde de tanık olunduğu üzere, böylesi dönemlerde burjuva blok içinde büyük çatlaklar oluşur. Bir taraf görece iyileştirici önlemlerle büyük krizi atlatmayı önerirken, diğer bir taraf ise baskı ve faşizm benzeri olağanüstü yöntemleri yükseltmekten medet umar. Hangi tarafın ağır basacağı sorusu ise her zaman neticede sınıflar savaşının somut gidişatı tarafından yanıtlanır. Bugün de olacak olan budur.

Kapitalizmin derinleşen sistem krizine bağlı olarak günümüzde faşizan yasa ve uygulamaların yeniden yükseltildiği açık bir gerçektir. Bu tür yasa ve uygulamalar, istenen doğrultuda kitle psikolojisi yaratmaya çalışan ideologlar ve ideolojik aygıtlar tarafından kitlelere “gerekli önlemler” diye empoze edilmektedir. Almanya’da Hitler faşizmi altında yaşanan dehşetin belleklerde bıraktığı kötü izler vb. nedeniyle, günümüzde faşizm kitlelerin yaşamına kuzu postuna bürünmeye çalışan bir kurt misali sinsi biçimde yaklaşmaktadır. Burjuva ideolojik aygıtlar, gündelik yaşama yayılmış biçimde tam bir korku ve endişe toplumu yaratarak kitleleri düzen karşıtı mücadeleden alıkoymak amacını gütmektedirler.

İnsanlar önce burjuva medyadan, film sanayiinden yayılan haber ve görüntüler eşliğinde korkutulup dehşete sürükleniyor. Daha sonra da bizzat emekçi kitlelerin başkaldırısını engelleyecek uygulamalar, kitleleri “terörist” saldırılardan “koruyucu önlemler” diye yasalaştırılıyor. Toplumu dehşete sürükleme kampanyaları, kimi zaman Amerika örneğinde olduğu gibi “İkiz Kuleler”in yıkılması vb. görüntüleri eşliğinde yürütülmektedir. Kimi zaman da, gündelik yaşama dair yaralama, gasp, çocuk kaçırma vb. gibi polisiye vakalar beyinlere çok sık ve sistematik biçimde enjekte edilip büyük bir tehdit algılamasına dönüştürülmektedir. Egemenlerin kitleleri korkutup sindirmek üzere kullandıkları araçlar çeşitlenmekte ve gelişen teknoloji toplumu terörize etmek üzere muazzam ölçeklerde burjuvazinin hizmetine koşulmaktadır.

Bu durum burjuva ideolojisinin etkisiyle aptallaştırılmış ve muhakeme gücünü yitirmiş olanlar tarafından bir teknolojik mucizeye tapınılırcasına izlense de, aslında durumun kendisi tarihsel bir gücün değil tam tersine bir güçsüzlüğün ifadesidir. En büyük örneği Roma İmparatorluğu’nun çöküş döneminde olmak üzere, tarihsel açıdan artık vadesi dolan bir egemen düzen ancak kendi çürümüşlüğünü topluma yayarak ayakta durmaya çalışır. Sömürücü bir toplumsal düzen tarihsel zafiyete kapıldığı ölçüde, acımasızlıkta, insanları korkutmakta, onları dehşete sürüklemekte sınır tanımayarak varlığını sürdürmekte ayak direr. Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinde dayanılmaz boyutlara ulaşan toplumsal tefessüh neyse, günümüzde de kapitalizm bunu insanlığa yaşatmaktadır. Bu çok açık ve kesin bir gerçektir.

Tarih bir başka önemli olguyu da gözlerimizin önüne sermektedir. Toplumsal bir düzen geçmişe oranla içerdiği ilerletici potansiyellerini tüketip, alttakileri yönetmek bakımından bir meşruiyet krizine sürüklendiğinde, başvurduğu otorite de büsbütün baskıcı karaktere bürünür. Kapitalizm de bu açıdan bir istisna değildir. İçinden geçmekte olduğumuz tarihsel dönem, sınıflar arasındaki karşıtlıkların nesnel olarak alabildiğine derinleştiği bir dönemdir. Burjuvazi için kriz teşkil eden gelişmeler proletarya açısından tarihsel fırsatlar anlamına gelmektedir. Burjuvazinin politik sistemi işçi-emekçi kitlelere pek de bir şey ifade etmemeye başladığı ölçüde, doğan boşluğu işçi sınıfının devrimci mücadelesinin doldurma şansı büyümektedir.

Ne var ki, kapitalizm nasıl derin krizlerine rağmen kendiliğinden çökmezse, işçi sınıfının haklı mücadelesi açısından doğacak fırsatlar da hayatı asla kendiliğinden dönüştürmeyecek. Evet, kapitalizm tarihsel açıdan vadesini çoktan doldurdu. Günümüzde bu düzen nedeniyle çekilen acılar, çıkışsızlık içinde kıvranan ve ölmeye yüz tutan bir düzenin can çekişmesinden başka bir şey değil!