Cuma, Aralık 28, 2007

(OXUCUMUZDAN):Günümüzde komünist hareketin bazı hayati sorunları üzerine notlar S Can

ASAGIDAKI YAZI TKP SITESINDE SUBAT 2007 TARIHINDE YAYINLANDI. BAZI ONEMLI KONULARDA TARTISMALARA YARDIMCI OLACAGI DUSUNCESIYLE GONDERIYORUM. YOLDASCA BASARI DILEKLERIMLE.

Günümüzde komünist hareketin bazı hayati sorunları üzerine notlarS Can

Hrant Dink’in öldürülmesini protesto etrafında Türkiye Sol Hareketinin anka kuşu gibi kendi küllerinden doğabileceği üzerine yorumlar var. Olabilir de olmayabilir de. Biz olabilirliği üzerine akıl yürüterek “bu yükseliş nasıl olursa bundan işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi yarar görür” üzerine birkaç önemli noktaya vurgu yapmak istiyoruz. Bunlar dünya komünist hareketinin başta gelen “canalıcı sorunlarıdır” ya da “olmazsa olmaz”larındandır diyoruz. Komünist hareketi öteki emekçi-yoksul kökenli hareketlerden ayıran özelliği teorisidir. Yani özüyle, Marks’ın çeşitli yapıtlarında dünya toplumlarının evrimine ve kapitalizmin işleyişine ilişkin olarak getirdiği yorum ve açıklama-çözümlemeler, Marks’ın yöntemi ve Komünist Manifesto’da berraklaşan programatik yaklaşımıdır. Bu yaklaşımın çeşitli yönlerini hatırlamak için bazı alıntılar vermek istiyorum:"Dünyanın karşısına yeni bir ilkeyle çıkıp doktriner bir havada 'doğru budur, önünde diz çökün' demiyoruz. Dünyanın kendi ilkelerinden hareketle dünya için yeni ilkeler geliştiriyoruz. Dünyaya dönüp 'savaşımlarınızı kesin, aptalcadır, biz size mücadelenin doğru sloganını vereceğiz' demiyoruz. Biz sadece dünyaya gerçekte ne için mücadele ettiğini gösteriyoruz. Ve bilinç, dünyanın istemese de kazanmak zorunda olduğu bir şeydir." (K. Marks, "Arnold Ruge'ye Mektup", Eylül 1843, Marxists' Internet Archive.) "Komünistlerin vardığı teorik sonuçlar, hiçbir biçimde, şu ya da bu sözde evrensel reformcu tarafından icat ya da keşfedilmiş fikir ya da ilkelere dayanmaz."Komünistlerin vardığı teorik sonuçlar, yalnızca, mevcut sınıf mücadelesinden, gözlerimizin önünde cereyan etmekte olan tarihsel hareketten kaynaklanan fiili ilişkilerin genel ifadeleridir." (K. Marks, F. Engels, "Komünist Manifesto", Aralık 1847 - Ocak 1848, MESY, (İng.), c. 1, s. 120.) "Bizim için komünizm kurulacak bir düzen, gerçeğin kendisini uydurması gereken bir ideal değildir. Biz, bugünkü durumu kaldırıp atan gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda varolan öncüllerden çıkar." (K. Marks, F. Engels, "Alman İdeolojisi", Kasım 1845 - Ağustos 1846, MESY, (İng.), c. 1, s. 38.) "İşçi sınıfı Komünden mucizeler beklemiyordu. İşçi sınıfının kararnamelerle uygulamaya konulacak hazır ütopyaları yoktur. İşçi sınıfı, kendi kurtuluşuna yol bulmak için, mevcut toplumun kendi ekonomik gelişmesiyle karşı konulmazcasına yöneldiği o daha yüksek toplumsal biçime yol bulmak için uzun mücadelelerden, koşulları ve insanları baştan başa dönüştürecek bir dizi tarihsel süreçlerden geçmek zorunda olduğunu biliyor. İşçi sınıfının gerçekleştireceği idealleri yoktur, fakat, çökmekte olan eski burjuva toplumun kendi bağrında taşıdığı yeni toplum ögelerini özgürleştirme yükümlülüğü vardır." (K. Marks, "Fransa'da İç Savaş", Nisan-Mayıs 1871, MESY, (İng.), c. 2, s. 224.) "Ekonomistler nasıl burjuva sınıfın bilimsel temsilcileri iseler, sosyalistler ve komünistler de proleter sınıfın teorisyenleridirler. Proletarya kendisini bir sınıf olarak oluşturacak kadar henüz yeterince gelişmediği sürece, bunun sonucunda, proletaryanın burjuvaziyle mücadelesi henüz siyasal karakter almadığı sürece, üretici güçlerin burjuvazinin bağrında, proletaryanın kurtuluşu ve yeni bir toplumun kurulması için gerekli maddi koşulları (ücretli emek - sermaye ilişkisini reddetmeye başlayacak nitelikteki üretici güçleri, yani canlı emeğin yerini almakta olan, değeri çöküşe uğratmakta olan bilgi yoğun teknolojileri - YZ) bir an için görmemizi sağlayacak kadar olsun henüz yeterince gelişmediği sürece, bu teorisyenler, ezilen sınıfların sıkıntılarını gidermek üzere sistemler uyduruveren ve yeniden doğurucu bilim arayışına giren ütopyacılardır ancak. "Ama tarih ilerledikçe ve onunla birlikte proletarya mücadelesinin çizgileri daha da belirginleştikçe, sosyalistler ve komünistlerin zihinlerinde bilim aramalarına artık gerek kalmaz. (Çünkü, olgular büründüğü mistik örtülerden gerçek hayatta sıyrılmaya başladıkça saydamlaşır. Olgular saydamlaştıkça, olguların içyüzünü görmek için bilime gerek kalmaz. O zaman olgular bütün nitelikleriyle olduğu gibi bilince yansır. - YZ) Gözlerinin önünde olup bitenleri saptamaları ve olanların sözcüsü durumuna gelmeleri yeterlidir. Bilim aradıkları ve yalnızca sistemler kurmakla uğraştıkları sürece, mücadelenin başlangıcında kaldıkları sürece, sefaletin içinde sefaletten başka bir şey göremezler. Sefaletin içinde eski toplumu devirecek devrimci, yıkıcı yanı göremezler. Tarihsel hareketin ürünü olan bilim, bu andan sonra, kendisini bilinçli olarak tarihsel hareketle birleştirmiş, doktriner olmaktan çıkmış ve devrimci olmuştur." (K. Marks, "Felsefenin Sefaleti", 1847, METY, (İng.), c. 6, s. 177.)Şimdi, bu alıntıların ışığında, teorik alanda günümüz komünistlerinin en başta yapması gereken, “gözlerinin önünde olup bitenleri saptamaları ve olanların sözcüsü durumuna gelmeleri”dir. Bu en başta, yaşanan SSCB deneyiminin karakteri ve çöküş nedenleri üzerine değerlendirme yapmayı gerektirir. Bu da uzun süredir unutulmuş olan Marks’ın komünizm anlayışını yeniden hatırlamayı, kavramayı öngörür. Özetle söylersek; - Marks’ta sosyalizm diye komünizmden ayrı bir toplumsal aşama yoktur. Sosyalizm, Marks’da komünizmin ilk aşamasıdır, “kapitalizmden devralındığı haliyle komünizmdir. Burada hatırımızda kalması gereken, sosyalizmde (komünizmde) sınıfların, değer yasasının kategorilerinin (değer, meta, ücretli emek, sermaye, vb) ve devletin olmadığıdır. Komünist devrim yabancılaşmış emeği ve onunla birlikte yabancılaşmanın tüm tezahürlerini ortadan kaldırır. - Komünist Manifesto sosyalizmin değil kapitalizmden sosyalizme (komünizme) geçiş döneminde komünist devrimin sorunlarını ele alır ve proletarya diktatörlüğünün siyasal programıdır. Çerçeveyi kabaca böyle koyduktan sonra bugüne dönüp, bugünkü bilgilerimizin ve kavrayışımızın ışığında SSCB hakkındaki hükmümüzü vermek durumundayız. Yukarıdaki kavrayış ışığında değerlendirilirse açıktır ki, Ekim Devrimi’nin ülkesi Sovyet Rusya (sonra SSCB) hiçbir zaman sosyalist olmadı. Lenin zamanında da sosyalist değildi, sonra da olmadı. Sosyalizmin kurulmakta olduğu, sosyalizm kuruculuğu, vb. Rusyadaki devrimcilerin “kendilerini tanımlamaları”, kendi yakıştırmalaraıydı. Oysa Marks’ın da vurguladığı üzere: “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi gözönünde tutularak, bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.” (K. Marks, Ekonomi Politik’in Eleştirisine Katkı’ya Önsöz, Marxists Internet Archive, Türkçe) Rusya’da sosyalizm olamazdı, çünkü devrimci (KP) iktidarın önündeki görevler onlar adını nasıl koyarsa koysun, kapitalist çağın görevleri idi; yani ulaşım, iletişim, taşımacılık gibi sorunları çözme yolunda adım atmak, endüstrileşmeyi başlatmak, başlamış ise o alanda süreci hızlandırmak, tarımda mekanizasyonu sağlamak, bunun gerektirdiği enerji sorunlarını çözmek ve böylelikle değer yasasının işleyişlerini KP iktidarında geliştirmekti. Rus devrimcileri buna farklı adlar verdiler ama kuşbakışı bakıldığında, endüstrileşmenin, değer yasasının işlediği en sonuncu üretim tarzı olan kapitalizmin asli görevi olduğu açıktır. Yani demokratik devrimin görevi!Burada “komünist (ya da sosyalist) görev” olarak adlandırılmaya en yakın görev, emekçi yığınların her alanda ve her düzeyde yönetimde söz yetki ve karar sahibi olabilecekleri mekanizmaları yaratmak ve geliştirmekti. Yani aktif yığın demokrasisi organlarını, işleyiş ve süreçlerini. SSCB’de KP iktidarı hem parti içinde hem de toplumda bunu gerçekleştirdiği ölçüde sosyalist görevlere yaklaştı, bundan uzaklaştığı ölçüde - ki burada proletarya diktatörlüğünün proletarya adına KP, KP adına MK, en sonunda hepsi adına genel sekreter diktatörlüğü ile özdeşleştirilme süreçleri, Sovyet organlarının fiiliyatta ortadan kaldırılmaları, sendikaların devlet organlarına dönüştürülmeleri önemli momentlerdir – kapitalist çağın kahredici görevlerine teslim oldular. Ama “batı” ülkelerinden belli farklarla. Kapitalist görevleri, kapitalizmin öngördüğünden farklı siyasal - ekonomik çerçeveler altında yerine getirdiler. Değer yasasının işleyişlerini farklı gömlekler altında sağladılar, yasanın çeşitli kategorilerini anlayışları gereği baskı altına aldılar.SSCB’de, Ekim Devrimi’nin müdahalesi sonucunda, ikinci dünya savaşına kadar batı kapitalizminde olağan bilinen değer yasası süreçleri, işleyişleri müdahalenin yönüne ve şiddetine bağlı olarak şu ya da bu ölçüde deforme edildi. Ama 80 yıllık uzun dönemde bakılırsa, SSCB’de KP eliyle kapitalizmin görevlerinin yerine getirilmesi diyebileceğimiz bir süreç yaşandı. SSCB’nin tek kurşun atmadan şerefsizce dağılmasını izleyen 17 yılda yaşananlar, bugün Rusyanın içinde yaşadığı toplumsal ekonomik koşullar, vardığı nokta da bunu doğrular niteliktedir.Demek ki, bir yandan ABD’nin emperyalist yayılmacılığına karşı çıkarken, bir yandan da bugünün devlet tekelci kapitalist Rusyasının özünde ABD’den hiç de farklı olmayan yaklaşımlarının bence dikkatle izlenmesi gerekmektedir. Yakın bir gelecekte “Gazprom yayılmacılığı” siyasal lugata girecek gibi görünüyor. Yani bugün, SSCB komünistlerin kabesi zaten değildi, SSCB’nin devlet siyasetinin eleştirisinde belli bir haklılık varmış, diyebilmeliyiz. Bir de, kimi çevrelerde şimdilerde tekrar KP iktidara gelirse Rusya’nın “sosyalist olabileceği” gibi ham hayallerden uzak durmak, komünist harekette toparlanmanın teorik ilk adımı olacaktır. Komünist hareket tarihsel deneyimin ışığında voluntarizmden uzak durmayı öğrenmek zorundadır. Ben yaptım oldu ile fazla yol alınamıyor. Bu tartışma içinde zımnen yer alan bir diğer canalıcı öneme sahip konu da, Troçki’nin ve Stalin’in, “kapitalizmin artık üretici güçleri geliştiremediğine ilişkin” değerlendirmelerinin gerçekdışılığının, dolayısıyla anti-Marksistliğinin teslim edilmesidir. Troçki II. Dünya Savaşı’ndan hemen önce şöyle yazıyordu: "İnsanlık belli bir aşamaya kadar, aşağı yukarı Dünya Savaşı'na kadar kesimsel ve genel krizlerin içinden geçerek büyüdü, gelişti ve kendini zenginleştirdi. Üretim araçlarının özel mülkiyeti o çağda göreceli olarak ilerici faktör olmaya devam etti. Fakat şimdi, değer yasasının kör kontrolü daha fazla hizmet etmeyi reddediyor. İnsanlığın ilerlemesi çıkmaz sokağa saplanmıştır. ... Teknik düşüncedeki son zaferlere rağmen, maddi üretici güçler artık büyümemektedir." (L.Troçki, "Zamanımızda Marksizm", Nisan 1939, (İng.), Marxists' Internet Archive, aktaran Y Zamir, agy)Stalin de II. Dünya Savaşı’ndan sonra şöyle demekteydi:“Lenin’in 1916 ilkbaharında açıkladığı tezin – yani kapitalizmin çürümesine karşın, ‘bir bütün olarak kapitalizmin eskisinden çok daha hızla geliştiği’nin hâlâ geçerli olduğu iddia olunabilir mi? Bence, edilemez. İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı yeni koşullar düşünülünce, ... (bu tez) geçerliliğini yitirmiş addedilmelidir.” (J Stalin, “SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları”, (Şubat 1952), The Essential Stalin, Anchor Books, 1972)Bunlar, olsa olsa yaşamın bugün dalga geçtiği düşünce kırıntılarıdır. Bunların üzerine inşa edilen strateji ve taktikler ise trajiktir.Marks Komünist Manifesto’da şöyle diyor: "Burjuvazi, üretim araçlarını, ona uyarak üretim ilişkilerini ve onunla birlikte toplumun bütün ilişkilerini sürekli devrimcileştirmeksizin varolamaz." (abç)Kapitalizmin tek bilinçli işleyişi (buna yasası da diyebiliriz) tekil kapitalistin kârını maksimize etme uğraşısıdır. Yusuf Zamir Marks Gerçekte Ne Dedi adlı güzel çalışmasında bunu şu sözlerle anlatıyor: “Kâr oranının düşme eğilimi, üretici güçleri geliştirici, sermaye - ücretli emek ilişkisini yaygınlaştırıp derinleştirici bir etki yaratır. Sermaye kâr oranının düşüşünü telâfi etmek, rakiplerine üstünlük sağlamak için teknolojiyi geliştir. Ama böylece, nispi artı-değer zamanını artırarak, ‘daha yüksek bir üretim tarzının maddi gereklerini bilinçsizce yaratır’. (K. Marks, Kapital, (İng.), c. 3, s. 259.) Demek ki, kapitalizmin kâra yönelik işleyişinin nesnel bir sonucu, ‘daha yüksek bir üretim tarzının maddi gereklerini bilinçsizce’ yaratmak, yani üretici güçleri bilinçsizce geliştirmektir.“Ne var ki, kâr oranının düşme eğiliminin yol açtığı üretici güçleri geliştirici etki, dikkat edelim, ‘kâr’ tarafından sınırlanan bir etkidir. Kapitalizmde üretici güçlerin gelişmesi, ancak sermayeye kâr sağladığı ölçüde, bu sınırlılıkla boğuşarak ilerler.” (Y. Zamir, “Kapitalizm Üretici Güçleri Geliştirir mi”, Marks Gerçekte Ne Dedi, Şubat 2006, Alev Yayınları) (abç)Kapitalizmin bu çelişkili doğasını, bir yandan üretici güçleri dolu dizgin geliştirmek zorunda kalırken, öte yandan da bu gelişmeyi kâr yasasının imbiğinden geçirerek, kârın çıkarıyla sınırlayarak yapmasını Marks’tan okuyalım:"Sermaye hareket halindeki çelişkinin ta kendisidir. Çünkü bir yandan, emek süresini (yani değerin kaynağını - YZ) en aza indirmek için bastırırken, öte yandan, aynı zamanda, emek süresini zenginliğin (yani değerin - YZ) tek ölçüsü ve kaynağı olarak alır. Sermaye gerekli emek süresini artı-emek süresini artırabilmek için azaltır. Dolayısıyla artık emeği, giderek artan bir ölçüde, gerekli emeğin bir koşulu (bir ölüm-kalım meselesi) haline getirir. Bir yandan, bilimin ve doğanın bütün güçlerini, aynı zamanda toplumsal işbirliğinin ve toplumsal ilişkilerin bütün olanaklarını, harcanan emek süresinden nispeten bağımsız bir zenginlik üretimi için seferber eder. Öte yandan, böylece yaratılan bu dev toplumsal güçleri, emek süresi ile ölçmeye ve onları hâlihazırda yaratılmış değerlerin değerini korumanın sınırları içine hapsetmeye çabalar." (K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 - Mart 1858, (İng.), çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 706., aktaran Y. Zamir, agy, s. 69)Yani, kapitalizm altında üretici güçlerin kaderi kimi aklıevvel entelin “inandığı” gibi geliştirilmemek ve kapitalizmin böylece çöküşü değildir. Sermaye bizzat varoluşunun emrettiği üzere, üretici güçlerin (komünizm altında olacağı gibi) özgürce gelişmesini engeller. Sermaye kâr, kazanç görmediği yere genel kural olarak yatırım yapmaz, kaynak ayırmaz. “Sermaye düzeninde teknolojik geliştirmelere, ancak ekstra kâr sağlama ihtimali varsa kaynak ayrılır.” Bunun öteki yönü de şudur. Ekstra kâr kapısı olarak görülüyorsa sermayenin yatırım yapmayacağı, teknoloji geliştirmeyeceği bir alan yoktur. Son iklim değişikliği tartışmalarından çıkan o ki, kapitalizm buzulların erimesini bile kendisi için ekstra kâr elde edeceği bir alan olarak ele almaktadır. Zaten böyle düşünmeseydi “çöp endüstrisi” diye birşey olamazdı. “Kapitalizm koşullarında teknolojinin gelişmesi, "kâr"a odaklandığı için, insanın mutluluğunu, insan - doğa dengesini amaçlamadığı için tek yönlü, sapkın ve ufuksuzdur. Kapitalizm altında gelişmekte olan üretici güçler bu tek yanlı, sapkın halleriyle komünizm (sosyalizm) için yeterli değildir. Üretici güçleri bütün insanlığın hizmetine sunacak şekilde çok yönlüleştirmek için dünya çapında birleşmiş işçilerin müdahalesi gerekmektedir.” (Y. Zamir, Marks Gerçekte Ne Dedi, Şubat 2006, Alev Yayınları, s.70-71)Üretici güçlerin başında insan gelmektedir. Son yüzyıla baktığımız zaman görüyoruz ki, hem insan, hem üretim araçları ve bilim hâlâ (bence dev adımlarla) ilerlemekte, gelişmektedir. Ama yukarıda verdiğimiz çerçevede! Yani, aynı zamanda toplumda yabancılaşmanın inanılmaz boyutlarda ilerlemesiyle birlikte. Toplumsal yaşamda insanlıkdışı denilecek uygulamaların, yabancılaşmanın binbir tezahürünün alabildiğine ortaya çıkmasıyla birlikte. Marks’ın işaret ettiği gibi, kapitalizmde her gelişme bir üst aşamada yarattığı çelişkisini de yanında taşıyarak geliyor. Olgular kendi çelişkileriyle birlikte gelişiyorlar. “Emeğin toplumda söz yetki ve karar sahibi olması” isteminin hemen her alanda öne çıkıyor oluşu, bunun bir ifadesidir. *Küreselleşmenin vardığı son aşamada, (tabii ki kapitalist küreselleşmeden bahsediyoruz) MK eliyle kapitalizmin bir başka, cevval örneği olan Çin’in ardından “sosyalist” Vietnam’ın da en nihayet Dünya Ticaret Örgütü (WTO) üyesi olmaları; buna ek olarak şimdi de kapitalist Rusya’nın buraya üyelik için üyeliğine artık gün sayıyor olması ne ifade etmektedir? - Dünya pazarında toplumların birbirlerinden yalıtıklık düzeylerinin iyice ortadan kalkmakta olduğunun, bununla bağlı olarak üretici güçlerin yerellik ve yalıtıklığının da artık dünya kapitalizminin gelişmesinin önünde hakiki engeller oluşturduklarının ifadesidir;- Hammadde kaynaklarının yerel / yalıtık varoluşları da ortadan kalkmaktadır. (“Benim ülkemdeki” yeraltı ve yerüstü kaynakları yalnızca “benim milletime” aittir tekerlemesi, milli sınırların ortadan kalkmakta olduğu dünya pazarı koşullarında artık gerici, darkafalı burjuva milliyetçiliğinin, ve de onun kadar gerici, nasyonal komünist akımların kendi milliyetçi burjuvazilerine yalaklık yapmalarının ifadesidir); - Dünya kapitalizmi tarihinde ilk kez Marks’ın modelindeki koşullara yaklaşmıştır. Dünya pazarının DTÖ kanalıyla tescil edilmiş kapsamı müthiş büyümüştür. Bu, Marks’ın kapitalizmi çözümlemesini ve sınıf mücadelesinin objektif koşullarına ilişkin değerlendirmesini yeniden öne çıkarmak gibi bir görevimiz olduğunu bize hatırlatmaktadır. Komünist hareketin asli görevi, yaşanan tüm ezgi ve sefaletin içinde, sefalet edebiyatına kapılmadan, “sefaletin içinde eski toplumu devirecek devrimci, yıkıcı yanı görme” ve bunu proletaryanın sınıf mücadelesini yükselterek tüm topluma göstermektir.Buradan çıkan o ki, komünist hareket kapitalist küreselleşmenin yönünü, getirdiği acıları ve olanakları tespit ederek işçi sınıfına ileri mücadele hedefini gösterir. Ulaştığı her mücadele platformunda “emekçilerin her alanda her düzeyde söz yetki karar sahibi olmalarını” propaganda eder. Elitist deneylerden çıkarttığı derslerin ışığında buna uygun örgütsel biçimleri öne sürer, destekler. Emeğin küresel mücadelesinin yükseltilmesini, uygun örgütsel biçimlerin yaratılmasını araştırır, özendirir. *Proletaryanın en başta gelen görevi, ileri mücadele hedefinin gerçekleştirilmesidir; proletaryanın kendi kaderini tayin hakkını, devrim hakkını kullanmasıdır. Bütün öteki haklar bu hakka tabi olarak ele alınmalıdır. Proletarya tüm toplumun vicdanı ve sözcüsü olacaksa, tüm toplumsal haksızlıklara , bunların başında da ulusal baskıya karşı çıkmak durumundadır. Bunun bir yönü, UKTH’nin tüm toplum önünde savunulması ise, öteki yönü de, küreselleşmenin bugünkü gelişme aşamasında “ulusal” gericiliği, “ulusal sınır” çizme / varolanı koruma darkafalılığını teşhir etmek ve emeğin olabildiğince tek bayrak altında toplanabilmesinin koşullarını savunmaktır. Ne diyordu eski yoldaşlar: "Milletim nev-i beşerdir vatanım ruy-u zemin!" Avrupa Birliği’ne ve öteki birliklere yaklaşımımız da böyledir. Sermayenin alabildiğine özgürleştiği günümüz koşullarında işin başka coğrafyalara kaydırılması ya da başka işletmelere taksim edilerek yaptırılmasının - taşeronlaşma - (offshoring / outsourcing) kapitalizmin geçici ve kısmi bir taktik uygulaması olmadığı, sermayenin küresel ölçekte stratejik adımı olduğu anlaşılmaktadır. Burjuvazi tek dünya pazarının koşullarına uygun davranmaktadır. Öyleyse dünya emekçileri de mücadele yöntemlerini bu koşullara uygun düşecek biçimde geliştirmek durumundadırlar. Komünistlerin savunduğu “sınırlar kaldırılsın, tüm emekçilere serbest dolaşım hakkı verilsin” sloganı, kapitalist dünya pazarında “yurttaşların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesinin giderek öne çıktığını anlatmaktadır.Küreselleşmenin şimdiki dalgası muazzam bir ademi merkeziyetçi basıncı da getirmiştir. Ulusal darkafalılık bu gelişmenin yarattığı acıları gerekçe göstererek toplumları daha da kapanmaya sevk etmeye, ortamdan ters yönde yararlanmaya çalışıyor. Nasyonal komünistler de burjuva keşkek döğücüsü hınk deyicisidirler. Oysa, emekçilerin bu ortamdan savaşımı küreselleştirmek ve buna uygun yeni güç merkezleri oluşturmak amacıyla yararlanmaları gerekir: Emekçilerin, yurttaşların kollektif denetimini artıracak organlar, kollektifler, kooperatifler, emekçi meclisleri, konseyler, Sovyetler...Unutmayalım ki, Devlet, kapitalizmden önce ortaya çıkmış, ama burjuvazinin egemenliğinde “milli”, “federal” vb özellikler altında yetkinleştirilmekte olan bir örgüttür. Bugün, kapitalizmin önündeki engelleri kaldırıcı, kapitalist gelişmenin önünü temizleyici, kapitalist üretim, dolaşım ve dağıtımı hızlandırıcı, geliştirici ve de sınıf düşmanının önünü kestiği sürece varlığını, önemini korumaktadır. Kapitalizmin doğal örgütü korporasyon olmakla birlikte ve bugünkü koşullarda şirkette olduğu türden “hire and fire” (işe alırsın, işten atarsın) anlayışına uyan bir yapıda olmasa da devlete olan gereksinim ortadan kalkmamıştır. Devlet, egemen sınıfın sınıf düşmanına karşı zoru temsil ediyor olmasının yanında, özellikle daha geri ülkelerde kapitalizmin altyapısının hazırlanmasında, üretimin ihtiyaç duyduğu hammaddelerin pazara çıkartılmasını kolaylaştıracak her türlü teknik, lojistik adımın atılmasında, enerji ve komünikasyon sürekliliğinin sağlanmasında hâlâ önem taşımaktadır. Önümüzde Rusya, Çin, Venezüela, Bolivya örnekleri var. Bu durum, “devletli sosyalizm” yanılsamasına hâlâ prim vermektedir. Açıktır ki, komünist hareket, son zamanlarda moda olan ve “21. yüzyıl sosyalizmi” adı altında öne sürülen önerileri dikkatle incelemeli; milliyetçi, nasyonal komünist akımların “21. yüzyıl sosyalizmi” sahtekarlığına kapılmadan, devletin çözümlemesine daha yoğun çaba harcamalıdır. Devletli bir sosyalizmden söz edemeyeceğimize göre, proleter devriminin ardından, proleter erki altında emeği sermayenin, yurttaşı devletin karşısında koruyacak, güçlendirecek ve de erk sahibi yapacak yol ve yöntemler üzerine düşünmek zorundayız. Kilit; “emeğin her alanda her düzeyde siz, yetki, karar sahibi olmasını öngörecek” yapılanmalar ve hareketlerdir. *“Kapitalizmin üretim anarşisinden, aşırı kâr güdüsünden, eşitsiz gelişmesinden büyüyerek bugün “çevre sorunları” olarak karşımıza çıkan sorunlar, başta işçi sınıfı olmak üzere halkın, tüm canlıların yaşamını tehdit ediyor.” Yatağan’a, Afşin-Elbistan’a, Soma’ya, Gebze’ye, Körfez’e, Marmara’ya vb bakan bir göz çok rahatlıkla teslim eder ki, çevre sorunları, bugün muazzam önemde bir demokratik savaşım odağıdır. Dahası, bu çağın ana görevi olan endüstrileşme süreci boyunca, insanı, insan sağlığını bir avuç kâr için hiçe sayan yaklaşımı yüzünden (Batı’da da Doğu’da da) kapitalizm bugün dünyanın her yerinde insanlığı hakiki bir çevre felaketiyle yüz yüze getirmiştir. İnsan soyu tehlikededir. Bu felaketler zincirinin önünü almak için tüm dünya toplumu çıkarına adımlar atılması zorunludur. Buradan da çıkar ki, komünizm kimilerinin anladığı gibi kapitalizmin mekanik bir sonucu, ya da ilahi Marksist kader değildir. Sosyalizm (komünizm) doğrultusunda bilinçli adımlar atılmazsa insanlığın sonu yeniden barbarlık olabilir. Komünistler, çevre mücadelesine ilgi duymak ne söz, onun başını çekmek durumundadırlar.*Buraya kadar anlaşıldığı üzere, sınıf mücadelesinde herkesin bildiği, birçok sorunu buraya almadım. Sendikal hareketin sorunları bunlar arasındadır. Bu alanda bizim ilkemiz, Sendikal Birlik, Sendika-içi Demokrasi, Militan Mücadele. Konuya fazla girmiyorum çünkü sendikal harekette doğru yönde bir gelişme komünist siyasal harekette canlanmayla bağlıdır diye düşünüyorum. Emeğin geri kesimlerinin gözü her zaman “ileri unsurlar”dadır. Ya onlar hazır değilse? Komünist bir forumda sorunlarımızı tartışalım istiyoruz. Komünist platformda buluşma, kadroyla programla duruşla olur. Bu duruş komünistler söz konusu olduğunda pratik olduğu kadar, teorik bir duruştur. Çünkü “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz.” Biz sekter değiliz. Bizim için tek birleştirici ilke, tüm ezilenlerin yoksulların, haksızlığa uğrayanların mücadelesini sermayeye karşı emeğin etnisite tanımayan, din farklılığı tanımayan dil farklılığı tanımayan sınıf mücadelesi potasında eritmektir.

Cuma, Aralık 14, 2007

Burjuvazinin İmhacı Geleneğini Unutma! Selim Fuat

Burjuvazinin İmhacı Geleneğini Unutma!
Selim Fuat


2005 Newrozundan beri, özel harp teknikleri kullanılarak yürütülen psikolojik savaşla planlı bir biçimde yükseltilen militarizm, milliyetçilik ve şovenizm, toplumun belirli bir kesimini etkisi altına almış görünüyor. Özellikle PKK’nin Dağlıca baskınından sonra, “bölücü teröre tepki” bahanesiyle sokaklara dökülmesi sağlanan on binlerce insanın katıldığı ve faşistlerin başını çektiği gösterilerin mahiyeti, egemen sınıfın böylesi bir psikolojik savaşı fiili savaşın hizmetine soktuğunu gösteriyor. Gösterilere katılmaları için organize edilip ellerine bayraklar verilen ilköğretim ve lise öğrencileriyle, öğretmenlerle ve miting saatlerinde mesailerine ara verdirilen devlet memurlarıyla hareketlendirilen meydanlara ve demagojik içerikli haber ve yorumlarıyla savaş çığırtkanlığı yapan burjuva medyanın yayınlarına bakıldığında bu gerçeklik tüm açıklığıyla ortaya çıkıyor.

Bütün kapitalist ülkelerde burjuva egemenliğin devamını sağlayabilmek için başvurulan psikolojik savaş uygulamaları, devletin çoğunlukla açıkta olmayan unsurları tarafından örgütlenir ve bu örtülü unsurlarla ilişki halinde olan bazı “sivil” güçlerin de katılımıyla geniş bir harekâta dönüştürülür. Bu yüzden, “Meclisi basarız, 23 kişiyi asarız”, “Bir papaz öldü, Hıristiyan oldular. Bir Hrant öldü, Ermeni oldular. Ama Türk olamadılar”, “Hepimiz Türküz, hepimiz Mehmetçiğiz” veya “Ya sev ya terk et” pankartları ve sloganlarıyla sokağa sürülen kitlelerin eylemlerini, cumhuriyet mitinglerinden bu yana süren bayrak duyarlılığını ya da futbol maçlarının milliyetçi hezeyanların ifade edildiği gösterilere dönüşmesini, toplumun kendi iradesiyle, içgüdüsüyle ortaya koyduğunu düşünmek, sınıflı toplumların doğasını kavrayanlar açısından mümkün değildir. Kuşkusuz toplumda, çeşitli kesimlerin “hassasiyet”lerinin arttırılmasıyla oluşturulmuş bir tepki mevcuttur. Ama bu tepki egemen sınıfın psikolojik savaş aygıtları tarafından örgütlenen ve kontrol edilen bir tepkidir. Son sürecin Genelkurmay Başkanının “Türk Silahlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir” açıklamasının ardından şekillendirildiği anımsanırsa, iplerin kimlerin ellerinde olduğu alenen ortadadır. Zaten unutulmasın ki, faşizm bile bu ülkede sivil bir faşist hareketle değil, askeri diktatörlükle kurulmuştur. Bu yüzden son dönemde oluşturulan siyasal atmosferin egemen sınıfın planları doğrultusunda yaratıldığını bilmek ve bu doğrultuda değerlendirmeler yapmak gerekir.

Sözü edilen gösteriler sırasında, örneğin Bursa’da, “PKK’ya yardım ediyorlar” türünden dedikodular yayılarak Kürtlere ait bazı işyerlerinin yağmalanırken, pek çok ilde DTP, İHD, TKP, SDP, Halkevleri gibi parti ya da kurumların binalarına saldırılılar düzenlendi. Bütün bunlar Genelkurmayın açıklamalarıyla birlikte değerlendirildiğinde, egemenlerin, son çare olarak gerekli görmeleri halinde bir Kürt-Türk çatışması yoluyla Kürt halkını hedef alacak bir etnik arındırma planını bile devreye sokmaya yeltenebileceklerini düşündürtmek için yeterince güçlü veriler sunmaktadır.

Emperyalist paylaşım savaşının yarattığı konjonktürün ne gibi olasılıkları gündeme getirebileceğini bugünden kestirmek şüphesiz olanaklı değildir. Ancak Türk burjuvazisinin devlet geleneğini bilenler için bu değerlendirmeler hiç de mesnetsiz değildir. Çünkü egemen sınıfın çeşitli dönemlerdeki ihtiyaçlarına göre gerçekleştirilen pogromlar ve katliamlar, ulus devletin kurulmasına giden yolda ve sonraki dönemlerde pek çok defa yaşanmıştır. 1915’te İttihat Terakki hükümetinin gerçekleştirdiği Ermeni kırımından, 1934’teki “Trakya olayları” olarak bilinen ve Yahudileri zorunlu göçe sevk için yapılan saldırılara, 1930’larda Kürtlere uygulanan iskân politikalarından 6-7 Eylül olaylarına kadar pek çok vakada, egemen sınıflar azınlıklara karşı kıyıcı yüzünü ortaya koymuştur.

Devletin resmi ağızları, normal olarak, Kürtlere dönük etnik arındırma gibi bir politik tutumdan bugün bahsetmiyorlar elbette. Ancak sıkça, “Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bugüne kadar hiçbir zaman bu kadar tehditle aynı anda karşı karşıya gelmemiştir” diyerek, tehdit algılamasını üst düzeyde tutuyorlar. Egemenlerin bu türden ifadelerle ortaya koyduğu hissiyatın, Ermeni tehciri öncesindeki ruh haliyle benzerlikleri çarpıcıdır. Resmi ağızların vurgusu farklı olsa da, devlet katında saygın kabul edilen kimi burjuva ideologların söylemleri, zihinlerin gerisindekileri anlamamız açısından bizlere önemli ipuçları veriyor. Bunların önde gelenlerinden Gündüz Aktan, 24 Kasım 2005’te Radikal gazetesinde yayınlanan “Çözüm Felaket mi?” başlıklı yazısında, “Güneydoğu olaylarına karamsar bir bakış, Türkiye’nin 1913 Balkan faciasına benzer bir durumla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor” derken, bu dönemdeki mübadeleleri ve Ermeni tehcirinin koşullarını hatırlatarak bu ruh halinin burjuvazi açısından tarihsel sebeplerini belirtiyordu.

Aktan aynı yazısında, “Asıl önemli sorun bölge nüfusunun Türkiye geneline oranla birkaç kat yüksek olması. Bunda PKK’nın siyasi amaçlı çoğalma söyleminin etkisi var. Öte yandan, bölge kadınının belki de dünyada eşi benzeri görülmeyen ölçüde aşağı statüsü ve bu bağlamda çokeşliliğin yaygınlığı nüfus artışını rekor düzeye çıkarıyor. Doğu ve Güneydoğu’daki Kürt nüfusun bu artış hızıyla 2025’te ülkenin geri kalan nüfusuna eşit olacağı hesaplanıyor. İyimser tahminler Kürtlerin bu hedefe en geç 2035’te ulaşacağını gösteriyor” diyordu. Böylece, TC’nin gizli anayasası olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesine 1997’de giren, burjuvazinin Kürtlerin nüfuslarının artmasıyla ulus devletin Türk temelinin sarsıntıya uğramasına dönük kaygılarına tercüman oluyordu.

10 Ocak 2006 tarihli yazısında ise, “PKK terörü artarak sürerse, kentlerde ve turizm bölgelerinde masum siviller ölürse; geçen yıl Diyarbakır’da Öcalan posterli ve konfederasyon bayraklı nevruz gösterisiyle başlayan, Bozüyük’te halkın kışkırtılması, Şemdinli’de cenaze yürüyüşü ve bölge belediye başkanlarının Roj TV’ye ilişkin talebiyle süren itaatsizlik eylemleri kitlesel nitelik kazanırsa; tekil yapımızın iki unsurlu federal sisteme dönüştürülmesi şart koşulursa; Güneydoğu’daki nüfus artışı Türkiye genelinin beş katı olmaya devam ederse; Kürtler, Akdeniz kıyılarında yerleştikleri her yerin kendilerine ait olduğunu ileri sürerlerse bizimle birlikte yaşamak istemediklerini anlayacağız. Bu durumda, ülkeyi kana bulamadan, böyle düşünen ve hareket eden Kürtlerin kendi rızalarıyla Kuzey Irak’a gitmeleri en doğru çözüm olacak. Amerika’nın göz yumması ve Kürtlerin baskılarıyla varlıkları tehlikeye düşen Türkmenler de isterlerse Türkiye’ye gelebilmeliler. Yunan isyanının ve bağımsızlığının Anadolu için yarattığı tehlike zorunlu mübadele ile çözümlenmişti. Günün şartlarında ancak gönüllü bir mübadele söz konusu olabilir” diyerek burjuvazinin en azından bir kesiminin ne tür hesaplar yapıp, nelere niyetlendiğini açık ediyor.

Aktan’ın bu belirlemelerini ve değerlendirmelerini, burjuvazinin bugünden yarına hayata geçireceği bir planın unsurları olarak ele almak doğru olmasa da, dikkate almak gerekiyor. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgedeki emperyalist paylaşım savaşının gidişatı, ezilen Kürt halkının ve nihayet işçi sınıfının mücadelesi, bu düşüncelerin hayata geçip geçmemesinde belirleyici olacaktır. Ancak TC burjuvazisinin böylesi projelerinin olamayacağını düşünmek safdillik olur. Bu konuda en önemli dayanağımız ise daha önce söylediğimiz gibi tarihsel hafızamızdır. Çünkü TC’nin kuruluşunda önemli roller üstlenen kadrolar, daha baştan ulus-devleti yaratmanın baş şartı olarak ulusun Türkleştirilmesini öngörmüşlerdir. Bu yüzden yeni kurulan devlet, yapılan antlaşmalarda azınlıklara haklarını garanti etmesine, Kürtleri de başlangıçta kurucu unsur gibi göstermesine rağmen, Anadolu’da yaşayan halklara karşı açık bir arındırma ve asimilasyon politikası gütmüştür. 1946’da yazıldığı tahmin edilen bir CHP azınlık raporu bunu açıkça ifade eder. Raporda, 1950’lere kadar Anadolu’nun Yahudi ve Hıristiyanlardan temizlenmesinin ve sonra İstanbul’un, Yunanistan’la olan bağları ve nüfusun çokluğu nedeniyle Rumlardan arındırılmasının zorunlu olduğu belirtilir.

Gayrimüslimlere yönelik pogromlar
Nitekim 1920’lerde Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleştirilen “gönüllü” mübadelelerle temelleri atılan bu arındırma projesi adım adım hayata geçirilmiştir. 1934 yılının Haziran ayının son günlerinde Trakya kentlerinde yerleşik Yahudilere karşı girişilen saldırılar ve yağma olayları sonucunda, binlerce Trakya Yahudisi, bütün mal ve mülklerini geride bırakarak İstanbul’a kaçmıştır (bkz. Rıfat Bali, “1934 Trakya Olayları”, Tarih ve Toplum, Haziran ve Temmuz 1999). İkinci Dünya Savaşının arifesinde Avrupa’dan gelecek tehlikeler karşısında bölgeyi “güvenilmez” unsurlardan temizlemek üzere bizzat devletin organize ettiği saldırılarda, o sırada bölgede “görevli” namlı milliyetçiler de (örneğin Nihal Atsız) rol alır. O dönemde mecliste İskân Kanunu olarak bilinen önemli bir yasa kabul edilmiştir. Bu yasaya göre, içişleri bakanı, “Türk kültürüne bağlı olmayan göçebeleri, toplu olmamak üzere kasabalara ve serpiştirme suretiyle Türk kültürlü köylere dağıtıp yerleştirmeye; casuslukları sezilenleri sınır boylarından uzaklaştırmaya” yetkili kılınmıştır. Bu yasaya dayanarak pek çok gayrimüslim halkla beraber Kürt halkından da binlerce insan yerlerinden edilip asimilasyona ya da ülkeyi terk etmeye zorlanmışlardır.

Devlet eliyle örgütlenip kitlelere yaptırılan pogromların doruğu ise 6-7 Eylül 1955 olaylarıdır. Psikolojik harp uzmanlarının eliyle tezgâhlanan 6-7 Eylül olayları, o güne dek baskı altına alınıp iyice azaltılan ve sindirilen büyük şehirlerdeki gayrimüslim unsurların da son bir hamleyle göçe zorlanmaları girişimiydi. Devlet, bu politikasını hem o günlerde Londra’da sürdürülmekte olan Kıbrıs görüşmelerinde bir şantaj, hem de İstanbul ve İzmir’in gayrimüslim halklarından kurtulmak için bir fırsat olarak kullandı. Üstelik olayları “Komünist tahriki” diye sunarak da sosyalistlere saldırı bahanesi yaratmış oldu. Saldırılar, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve Yunanlılarca bir bomba atıldığı haberinin 6 Eylül günü radyodan okunması ve bu haberin İstanbul Ekspres adındaki bir gazetenin akşam baskısında duyurulmasıyla başladı. İstanbul Ekspres, MİT mensubu Mithat Perin’in çıkardığı DP yanlısı bir gazeteydi. Bu haberin yayılmasının ardından, Beyoğlu İstiklâl Caddesinde gayrimüslimlere ait tüm dükkânlar yerle bir edildi. Örgütlendirilmiş ve kışkırtılmış yığınlar, Taksim, Arnavutköy, Ortaköy, Karaköy, Eminönü, Sirkeci, Gedikpaşa, Çarşıkapı, Kumkapı ve Bakırköy’ün de aralarında bulunduğu 52 yerde birden aynı anda çıkarılan yangınlarla, tarihi ve kültürel pek çok değeri de tahrip ettiler.

6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs’la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59’u Rumlara aitken, kalan yüzde 17’nin Ermenilere, yüzde 12’nin Yahudilere ait olması, hatta dönmelere ve Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır. Mahkeme zabıtlarına göre, 4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5317 mekân saldırıya uğramıştı. Hasar yaklaşık 150 milyon TL’yi bulmaktaydı; bu rakam o dönemin 54 milyon Amerikan dolarına eşdeğerdi.

6-7 Eylül olaylarının kapsamlı bir hazırlığın ve devlet politikasının ürünü olduğu, 30 yıl sonra bir Türk generalinin ağzından itiraf edilmiştir. Olayların “Türk Gladyosu” olarak tabir edilen Özel Harp Dairesinin “muhteşem bir örgütlenmesi” olduğunu övünerek itiraf eden General Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na şunları anlatmaktadır: “Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? Harekât başlamadan önce Özel Harp Dairesi devredeydi. Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al. –Pardon paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı?– Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı.” (Tempo, 9-15 Haziran 1991)

Selanik’te hayata geçirilen bomba provokasyonunun devlet tarafından organize edildiğinin maddi kanıtlarından biri de, bombanın yerleştirilmesinde azmettiricilik yapan ve yaptığı işi “kahramanlık” olarak sahiplenen Oktay Engin’in devlet kademelerinde hızla ilerleyerek 1992’de Nevşehir Valiliğine kadar gelmesidir. Olay esnasında Selanik Üniversitesinde öğrenci olan Oktay Engin, daha sonra TC vatandaşlığına alınmış ve öğrenimini Türkiye’de sürdürmüştü. Emniyet Genel Müdürlüğünde ve MİT’te aldığı görevlerden sonra ise Nevşehir Valiliğine atanan Engin, sonradan Emniyet Genel Müdürlüğü Planlama Daire Başkanı olmuştur.

Sonuç olarak, 6-7 Eylül olayları, Rum, Ermeni ve Yahudilerin büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden olur. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuş, hangi parti iktidarda olursa olsun, gelecekte de baskıya ve ayrımcılığa maruz kalacakları düşüncesi azınlıkların yurtdışına göç kararını vermelerine yol açmıştır. Bu olayların ardından birkaç ay içinde, büyük işyerlerinin önemli bir kısmı gayrimüslimlerden Müslümanlara devredilir, büyük tahribata uğrayan dükkânlar ise hiç açılmamak üzere kapanır. Gayrimüslimlerin birçoğu artık Türkiye’de yatırım yapmaktan kaçınır. Olaylardan altı ay sonra gerçekleşen göç dalgasıyla ulusu Türkleştirme planında bir adım daha atılmış olur.

Irkçı politikalara karşı koymanın yolu halkların kardeşliğini güçlendirmekten geçer!
Cumhuriyetin kurucuları, kuruluştan bu yana, “bu Kürtlerle ne yapacağız?” diye ifade ettikleri temel soruna, yani Kürt sorununa da, hep inkâr ve imha temelinde yürütülen politikalarla yaklaşmışlardır. TC burjuvazisi, bugün de, kadim sıkıntısı olan Kürt Sorunu ile ilgili yine kâbuslar gördüğü bir dönemden geçmektedir. Gelişmelerin kontrolünden çıkması endişesi burjuvaziyi germekte ve giderek hırçınlaştırmaktadır. Bu gerilimin belirlediği atmosferde, Türkiye toplumu uzun süredir örgütlü çabalarla bir linç kültürüne alıştırılmakta ve Kürt halkı bu tehditle terbiye edilmek istenmektedir. On binlerce, belki de yüz binlerce insanın katledilmesine yol açabilecek bir iç savaşı körüklemekte hiçbir beis görmeyen burjuvazi, Türk ve Kürt halklarını adeta dönüşü olmayan bir yola inat ve ısrarla sürüklemektedir.

Bu yüzden, savaş çığırtkanlığının ve milliyetçi hezeyanın alabildiğine yükseltildiği bir ortamda, Kürt halkının hedef alındığı saldırgan kampanyanın önüne geçmek, bugün Türkiye işçi sınıfı açısından büyük önem taşımaktadır. Çünkü TC’nin zalim ve kıyıcı burjuvazisi yükselttiği bu milliyetçi dalgayla bir Kürt 6-7 Eylülü yaratma potansiyelini bünyesinde fazlasıyla barındırdığını bizlere bir kez daha göstermiştir. Daha yakın tarihlerde, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün zemini döşenirken Çorum ve Maraş olaylarında, 90’larda da Sivas’ta devlet kontrolünde gerçekleştirilen katliamlar, gerektiğinde aynı kıyıcılığın gösterileceğini fazla söze gerek bırakmadan ortaya koymaktadır.

TC’nin kuruluşundan bu yana egemen sınıfın sürdürdüğü inkâr ve imha politikalarının yaşam bulmaya devam edip etmeyeceğini önümüzdeki süreçteki mücadeleler belirleyecektir. Burjuvazinin bu politikalarının karşısına, ezilen Kürt halkının yanında yer alan ve burjuvazinin ve küçük-burjuvazinin her türlü ideolojik yaklaşımından arınmış bir sınıf mücadelesiyle çıkılmadıkça da ezilen halkların ve işçi sınıfının kaderi öncekilerden farklı olmayacaktır. Bu önemli tarihsel süreçte Türkiye işçi sınıfına düşen başlıca görev, TC’nin zalim uygulamalarına karşı Kürt halkıyla kardeşlik bağlarını güçlendirmektir. Aksi takdirde Kürt halkı için hazırlanan cehennem ateşi Türkiyeli işçileri de yakacaktır.



(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:33, Aralık 2007)

Milli Hükümetin Siyasal Yapısı Davut TURAN

(Bu meqalede yazilanlar ilzamen AZKOB nezerlerini yansitmir)

Milli Hükümetin Siyasal Yapısı
Davut TURAN



12 Aralık 1945 ‘te Azerbaycan Milli Hükümeti kuruldu. S.C. Pişeveri liderliğinde kurulan Milli Hükümet modern Devlet olgusu esasında örgütlendiği ve işlediğini söylemek mümkündür. Azerbaycan kimliğini esas alan Milli Hükümet, modern Devlet aygıtları olarak bilinen hükümet, meclis, parti ve ordu gibi kurumların düzenli ve yasal ilişkisi çerçevesinde ortaya çıkmıştı.

12 Aralık 1945 ‘te Azerbaycan Milli Hükümeti kuruldu. S.C. Pişeveri liderliğinde kurulan Milli Hükümet modern Devlet olgusu esasında örgütlendiği ve işlediğini söylemek mümkündür. Azerbaycan kimliğini esas alan Milli Hükümet, modern Devlet aygıtları olarak bilinen hükümet, meclis, parti ve ordu gibi kurumların düzenli ve yasal ilişkisi çerçevesinde ortaya çıkmıştı.

Milli Hükümetin kayda değer bir karneye sahip olmasının sebebini de, Pişeveri ve arkadaşlarının modern Devlet olgusunu ortaya çıkarmalarının bir sonucu olarak ta görebiliriz. Milli Hükümetin başarılarının nedeni siyasi sistemin ve bürokrasinin doğru ve düzenli bir temel üzerine oturtulmasından kaynaklanmaktadır. Söz konusu durum milli Hükümetin iş yapma yeti ve kapasitesinin artmasına sebep olmuştu. Milli Hükümet bir siyasal sistem olarak kendi içinde iş bölüm mekanizmasına sahip idi. Söz konusu iş bölümü neticesinde siyasal yapını oluşturan kurumlar organik ve düzenli ilişkiler çerçevesinde çalışmıştır.

Çalışmamızın amacı Milli Hükümet içinde var olan kurumlar ve kurumlar arasında olan sistematik ilişkinin anatomisini çözmek ve analize tabi tutmaktır. Başka bir ifade ile bu çalışmada hedefimiz Azerbaycan Milli Hükümetinin siyasal yapısını ortaya koymaktır. Yazıda Devletin kuruluş süreci, siyasal kadroları, Milli Meclisin ortaya çıkışı ve yapısı, bakanlar kurulunun yapısı ve Meclis- Hükümet -halk orduları ilişkisi analiz edilecektir.

Azerbaycan Demokrat Partisini Oluşumu
İkinci Dünya savaşından sonra İran’da demokrasi rüzgarının esmesiyle çeşitli siyasi partiler ortaya çıkmaya başladı. Bu dönemde Güney Azerbaycan’da Tudeh* partisinin önemli bir yere sahip olduğunu görmekteyiz. Tudeh Partisi kısa bir süre içinde Azerbaycan’da geniş bir şekilde yayılmayı ve örgütlenmeyi başarmıştı. Tudeh’in Azerbaycan’daki lider kadrosuna (Padigan, Biriya, Danişiyan, Şebisteri, Velayi) bakıldığında bu insanların çoğu milliyetçi eğilim ve söyleme sahip olan kişiler olduğunu görmekteyiz. Nitekim milliyetçi parti olan Azerbaycan Demokrat Partisi kuruduktan sonra bu insanlar Tudeh partisini bırakarak Azerbaycan Demokrat Partisine katıldılar.

S.C. Pişeveri, S. Cavid, C. Kavyan’ı 3 Eylül 1945’te Azerbaycan Demokrat Partisini kurdular.Azerbaycan’da milliyetçi düşüncesine sahip olmakla bilinen ve Tudeh Partisinden milliyetçi düşüncelerinden dolayı dışlanan Ali Şebisteri kurduğu “Azerbaycan Cemiyeti” ve “Azerbaycan” gazetesiyle birlikte 5 Eylül’de partiye katıldı. 7 Eylül’de ise Tudeh partisinin Azerbaycan il teşkilatı partinin Tahran’daki merkezi bürosuna haber vermeden Azerbaycan Demokrat Partisine katıldılar.

Demokrat Partinin Siyasal Yapısı
Demokrat Parti1 Ekim 1945’te ilk kongresini gerçekleştirerek isteklerini ve amaçlarını kapsamlı bir şekilde açıkladı. Bu dönemden sonra 21 Kasım’da 744 kişinin katılımıyla ‘Azerbaycan Milli Kongresi’ yapıldı.

Ad Doğum yeri, tarihi Siyasal Geçmiş Milli Hükümette Görevi
S.Cafer Pişeveri Halhal, 1893 Gilan Sovyetler Cumhuriyeti Dış İşler Bakanı, gazeteci,10 yıl hapis Başbakan
Selamullah Cavid Halhal, Hiyabani ve Lahuti hareketinde bulunmu, 2 yıl hapis, hakim İç işler bakanı
Ali Şebisteri Şebister, 1898 Meşrutiyet devrimi ve Hiyabani hareketinde bulunmuş, gazeteci Milli Meclis başkanı
Cafer Kavyan Tebriz, 1901 Hiyabani hareketinde bulunmuş, işçi partisi kurucusu, 7 yıl hapis Halk orduları bakanı
Sadık Padigan Tebriz, 1899 Hiyabani hareketinde bulunmuş, Tudeh Partisi il teşkilat başkanı Meclis başkan yardımcısı
Rahim Velayi Tebriz, 1911 Azerbaycan gazetesinin sorumlu yardımcısı, 1937’de tutuklandı Başbakan yardımcısı
Z.abidin Giyami Tebriz, 1889 Hiyabani harekatında bulunmuş, millet vekili Yüksek Mahkeme Başkanı
Feridun Ebrahimi Astara, 1918 Tudeh Partisinde üyelik, gazeteci, avukat Başsavcı
Rabi kebiri Marağa, 1889 Tudeh Partisinin il başkanı, valilik ve maliye müdürü Ulaştırma, telgraf, teflon Bakanı
Nusretullah Cahanşahlu Zencan, 53 kişilik grupta bulunmuş, Tudeh Partisi Zencan il başkanı,hapis Başbakan yardımcısı
G.Yahya Danişiyan Sarap, 1901 Zencan, Sarap, Miyana Tudeh Partisinin örgütleyicisi, hapis Fedayı teşkilatının başkanı
Muhammed Biriya Tebriz, 1914 Azerbaycan işçiler birliğinin başkanı, Tudeh Partisinde aktif Kültür Bakanı



Milli Meclis’in Oluşumu ve Yapısı
Kongrede Milli Meclisin kurulması yönünde karar alınıp Milli Meclis seçimlerini gerçekleştirmek için 39 kişilik bir kurul oluşturuldu. Bu kurulun görevi Azerbaycan’da seçim gerçekleşmesi için hazırlık yapmak idi. Azerbaycan’da sağlıklı bir seçim yapılması için Gözlemci Komisyonlar oluşturuldu. Bu komisyonlarda toplumun bütün sınıf ve katmanları üye bulundurmak hakkına sahip idi. Komisyon kurularak eşit bir seçim süreci başlatıldı. Azerbaycan Demokrat Partisi içerisinden gözlemci komisyon için başkanlık heyeti de seçildi.

Milli meclis seçimleri sürecinde gözlemci komisyon olarak Ayanlar, Esnaflar, Malikler, Çiftçiler, Sanatkarlar, Tacirlerden dört kişilik ve güvenilirler olarak tanımlayacağımız deneyimli siyasetçilerden 12 kişilik kadroyla seçimleri izleme görevi verildi.*

27 Kasım ‘tan başlayarak 1 Aralık’a kadar, Güney Azerbaycan’ın bütün bölgelerinde Milli Meclis seçimleri güvenilir, sağlıklı ve başarılı bir şekilde gerçekleşti. Seçimlerin sonucu 101 milletvekili kendi bölgelerini temsil etme hakkını kazanarak Milli Meclis’e girmeyi başardılar.

Azerbaycan Milli Meclisin yapısını İran meclisiyle karşılaştıranlar iki meclis arasındaki belirgin farklılıklar açıklamak zorunda kalmışlardı. Nitekim Tahran’da yayınlanan gazeteler de “Azerbaycan meclisinde bizim meclisten daha çok genç ve okumuş insan bulunmaktadır” şeklinde ifadeler yer almaktaydı. Azerbaycan milli meclisini Aydın(16), Köylü(12), Memur(10), Öğretmen(8), Tacir(10), Molla(2), İşçi(15), Malik(12), Fabrikatör(2), Sanatkar(14) oluşturmuştu.

12 Aralık 1945’te Azerbaycan Milli Meclisin en yaşlı milletvekili olan Nizamuddevle Rafii tarafından açılmıştır. Milli Meclis ilk iş olarak başkanlık kurulunu seçmiştir. Milli Meclis başkanlığına S. Ali Şebisteri, Başkan yardımcılığına ise S. Padigan, Rafii, H, Cevdet, Meclis sekreterliğine M. Azima, M.R. Velayi ve Meclis başkanlık kurulunun üyeliğine ise A. Dibaiyan, Dilmegani, M.A. Teymuri seçilmiştir.

Milli meclisin başkanlık kurulu seçildikten sonra yapısını oluşturmak amacıyla tüzüğünü ve iç komisyonlarını hazırladı. Milli Meclisin tüzüğüne dayanarak meclisin iç kuruluşunu “Meclisin Genel Oturumları”, “Meclisin Başkanlık Heyeti” “Meclisin İç Komisyonları” ve “Güvenilirler Konseyi” olarak sınıflandırmak mümkündür.

Meclisin iç komisyonları düzenli bir şeklide hükümet işlerini denetleme amacıyla oluşturulmuştur. Meclis iç komisyonları “Halk orduları işleri üzere”, “Maliye işleri üzere” ve “Adalet işleri üzere” üç alanda teşkil olunmuştur.

Azerbaycan Milli meclisinin açık oturumlarına tüm milletvekilleri; sosyal kuruluşların başkanları, diplomatik temsilciler ve basın temsilcileri; kapalı oturumlarda ise milletvekilleri, bakanlar ve yardımcılarının katılımları ön görülmüştür.

Yüksek mahkeme başkanını ve başsavcıyı atamak meclis yetkisi içerisinde kararlaştırılmıştır. Meclis kararı ile yüksek mahkeme başkanlığına Z. Giyami ve başsavcılığa Feridun İbrahim’i atanmıştır.

Milli Meclis askeri güçleri de denetleme ve kontrol etme yetkisine sahip olmuştur. Bu sebepten Milli Ordu’nun kurulmasını kararlaştırmıştır. Milli Meclis, Milli Ordunun kurulma kararını, Azerbaycan Milli Hükümeti merkezi yönetim karşısında korumak amacıyla verdiğini bildirmiştir.

Milli Hükümetin Oluşumu
Milli Meclis kendi iç yapılanmasını bitirdikten sonra hükümet kurulması yolunda harekete geçmiştir. Meclis, Milli Hükümeti kurma görevini S. Cafer Pişeveri’ye vermiştir. Pişeveri bakanlarını seçtikten sonra milli Meclisten güven oyu almak için meclise sunmuştur. Milli Meclis, Pişeveri hükümetine güven oyu vererek Milli Hükümetin işe başlamasına izin çıkmıştır. Bakanlar kurulu üyeleri sadece Demokrat Partisinden seçilmemiştir. Sağlık, Adalet ve Ticaret gibi uzmanlık gerektiren bakanlıklara bu alanlarda uzman kişiler getirilmiştir.

Seyit Cafer Pişeveri Başkanlığındaki Milli Hükümetin İç İşleri Bakanlığına Selamullah Cavit, Adalet Bakanlığına Yusuf Azima, Maliye Bakanlığına İlhamı, Kültür Bakanlığına Muhammed Biriya, Sağlık Bakanlığına Dr. Orengi, Ticaret Bakanlığına Ali Şems ve Tarım Bakanlığına ise Mehtaş bakan olarak görevlendirilmişlerdir.

Yüksek yürütme organı olan Azerbaycan Milli Hükümeti, Milli Meclis karşısında sorumlu idi. Milli Meclis, hükümeti değiştirmek yetkisine, hükümet ve bakanlar hakkında gensoru açmak hakkına sahipti. Devlet bütçesi meclisin görüşmelerinde onaylandıktan sonra yasa şekli alırdı. Devletin karar tasarılarını meclis onaylayıp veya reddedebilirdi.

Halk Orduları
21 Aralık 1945’te Azerbaycan Milli Meclis’in 4. genel oturumunda halk orduları hakkında yasa kabul edildi.. Bu yasada halk ordularının kuruluşu ile ilgili önemli kararlar bulunmaktaydı. Alınan kararlarda Halk Orduları Bakanlığından Halk Ordusunun kurulması istenilmişti. Alınan kararlarda Milli Ordunun yönetmek için askeri ve savaş uzmanlarından oluşan bir Askeri Şura kurulması öngörülmüştü. Askeri Şura’nın iç tüzüğü ve çalışma tarzının belirlenmesi ise Halk Orduları Bakanlığına devredilmişti. Askerlik yapmak zorunlu, askerlik yaşı 20 ve süresi ise 18 ay olarak kararlaştırılmıştı.

20 Aralık 1945’te Azerbaycan Milli Meclisi, Kızılbaş Halk Ordularının kurulması hakkında yasa çıkarttı. Milli Hükümet yeni yaratılmış orduya Şah İsmail Hatayı’nin ordusuna ait olan Kızılbaş adını verdi. Azerbaycan Milli Hükümeti, Halk Orduları bakanlığının karşısına büyük görevler koydu.

Kızılbaş Halk Ordularının baş karargahı yaratılmış ve 9 kişiden oluşan heyet, karargaha başkanlık organı gibi seçilmiştir. Harbi karargahın başkanlığına General Mahmut Panahiyan, askeri harp –siyaset okulu başkanlığına Z.Giyami ve polis okulu başkanlığına ise general Milaniyan seçilmiştir. Genellikle halk orduları biriminde 8 general,14 Albay, 300 kişiye kadar rütbeli asker bulunuyordu. Fedai ve yeni yaratılmış resmi Kızılbaşlardan oluşturulmuş Azerbaycan ordusunda 8 bin* Fedai ve 10 bin Kızılbaş bulunmaktaydı.Fedailer, Azerbaycan sınırları içerisinde güvenliği sağlamakla görevli Kızılbaşlar ise düzenli ordunu oluşturuyordu.

Sonuç
1945-46 yılları arasında faaliyet gösteren güney Azerbaycan Milli Hükümetinin başarılı performansı yukarıda da anlattığımız gibi onun siyasal sistemin yapısını doğru bir şekilde yerine oturtmasından kaynaklanmaktadır. Eğer yukarıdaki anlattıklarımızı göz önünde bulundurursak bir yıllık bir süre içerisinde böyle bir siyasal yapının ortaya çıkışı gerçekten ilginçtir. Kurumlar arası ilişkilerin sürekliliği ve Milli Hükümetin kurduğu yerel yönetimler bu yapının dinamik şekilde iş yapmasına en büyük olanağı sağlamıştır.

Milli Hükümetin siyasal başarısının bir diğer nedeni ise demokratik siyasal davranış ve kültürün hem hükümet hem de toplum arasında yaygın ve köklü olmasından kaynaklanmaktadır. Bir yıllık süre içerisinde Milli Hükümetin siyasal iktidarının devamlılığı ve sarsılmaz temeller üzerinde iş yapması siyasal yapının doğruluğunu göstermektedir.



--------------------------------------------------------------------------------

*. Tudeh partisi “53 kişi” grubu adıyla ün kazanan ve çoğunu Azerbaycan Türkleri oluşturan Rıza han hapishanesinde yıllarca yatan insanlar tarafından kuruldu.

*. Gözlemci Komisyonun Başkanlık Kurulu Başkan: Zeynelabidin Giyami.Başkan yardımcısı: Ali Mustefayi.Sekreterler: Dilme gani, Noberi, Rafii.Üyeler: Feyzipur, İlmulhuda, Hasan Zefiri.Yardımcı üyeler : S. Padigan, C. Ahgeri, A. Maşınçi, M. Hoyi, H. Şukuhi, Mecidulmülk, Nasirulvuzera, A. Mevlevi, A. Emuzeynettin, T. Mevlevi.
*. Burada verilen bilgilere Fedai sayıları hakkında kesin bilgiler değil çünkü o dönemde fedai sayısı 50 binden fazla söylenmektedir.

İslam Kılıfında Fars Asimilasyon Aygıtı: İran İslam Cumhuriyeti Cavid VELİEV

İslam Kılıfında Fars Asimilasyon Aygıtı: İran İslam Cumhuriyeti
Cavid VELİEV


İran’ın siyasi hayatında önemli değişikliklere neden olan İslam Devrimi, monarşinin yıkılması ve teokratik İslam Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanmıştır. 20. yüzyılda İran’ın siyasi hayatında yaşanan birçok değişiklikte olduğu gibi 1979 Devrimi’nde de İran coğrafyasında yaşayan Fars olmayan halklar büyük rol oynamıştır. Devrimi gerçekleştirenler halklara kültürel, siyasi ve dinsel hakları konusunda büyük vaatler vermiştir.



İran’ın siyasi hayatında önemli değişikliklere neden olan İslam Devrimi, monarşinin yıkılması ve teokratik İslam Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanmıştır. 20. yüzyılda İran’ın siyasi hayatında yaşanan birçok değişiklikte olduğu gibi 1979 Devrimi’nde de İran coğrafyasında yaşayan Fars olmayan halklar büyük rol oynamıştır. Devrimi gerçekleştirenler halklara kültürel, siyasi ve dinsel hakları konusunda büyük vaatler vermiştir. Devrim sırasında verilen sözler İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nda sönük bir yansıma bulduysa da pratikte uygulaması olmadı ve devrimin gerçekleştirme süreci bitince unutuldu. Rıza Şah döneminde başlayan ve İslam Devrimi ile birlikte “kabuk değiştiren” Fars Şovenizmi, Fars olmayan halklara karşı aynı baskıcı politikaları uygulayarak Fars merkezli zorunlu asimilasyon[1] politikası uygulamıştır. Devrim sonrası uygulanan zorunlu asimilasyon politikalarındaki tek farklılık “İslam” kılıfıydı. Böylece devrim onu geçekleştiren çocuklarını tekrar yutmaya başlamıştı. Fars şovenizmi, İran’da coğrafyasında yaşayan halkları birçoğunun (Arapların Semitik ırktan değil Arapça konuşan) Ari ırkına mensup insanlar olduğunu iddia ediyorlar. Onlar İran coğrafyasının 5 bin yıllık çok uluslu bir coğrafya olduğunu kabul etmiyorlar.[2] İslam rejimi bütünlük konsepti çerçevesinde, İran’da hiçbir etnik problemin olmadığı ve diğer halkları “ulus devlet” olan İran’ın bir parçası olarak gördükleri imajını yaratmaya çalışmıştır. Gerçekte ise, rejimin bütünlük politikaları diğer kültürlerin Fars kültürel etkisi altında kalması ve asimilasyon politikalarının çatısı olmuştur. İslam Rejimi, İrancılık, Fars milliyetçiliği ve Şii İslam çatısında diğer halkları birleştirmeyi ve gerekirse bu yolda güç kullanmayı kendine doğru yol olarak seçmiştir.[3]İslami rejimin asimilasyon politikaları zaman zaman da ters teperek halkların kendi kimliklerine sıkı sıkıya sarılmasına ve kendi kökenleri konusunda daha bilinçlenmesine neden olmuştur. İran coğrafyasında yaşayan halklar kendi sivil taleplerini üst kademelere iletemeyince haklarını şiddet yoluyla aramaktan da kaçınmamıştır. Fakat bu durum, İran halklarının şiddet eğilimli olmasından değil Farsların zorunlu asimilasyon politikalarından kaynaklanmıştır. Her şeye rağmen İran’daki Fars olmayan halkların zorunlu asimilasyona tâbi tutulmaları çok düşük düzeydeki akademik çalışmalar ve Avrupa kurumlarında alınan kararların dışında dünya gündemine taşınamamıştır.

İran’da Etnik Dağılım

Konumuz açısından İran’ın en önemli özelliği bu coğrafyanın yüzyıllardır etnisite, dil, din ve mezhep açısından karmaşık bir yapıya sahip olmasıdır. İran coğrafyasında farklı kökenlere sahip çoğunlukta olan Fars, Azerbaycan (Azerbaycan Türkleri), Kürt, Türkmen, Arap, Beluç, Lor ve Lek halkları, farklı dini inançlara sahip Bahai, Zerdüşt, Assuri, Yahudiler ve Ermeniler yaşamaktadır. İran esasen 12 etnik bölgeye bölünmektedir:1. Azerbaycan Türklerinin Bölgesi2. Farsların Bölgesi3. Lorların Bölgesi4. Leklerin Bölgesi5. Kürtlerin Bölgesi 6. Larların bölgesi7. Beluçların Bölgesi8. Türkmen ve Horasan Türkleri Bölgesi9. Gilan Bölgesi10. Mazendaran Bölgesi11. Arabistan Bölgesi.12. Kaşkay Türkleri Bölgesi İran’da yaşayan halkların sayısı ile ilgili çeşitli rakamlar telaffuz edilmektedir. 1956 yılından itibaren İran’da etnik grupların ve dini azınlıkların sayısını gösterecek resmi nüfuz sayımı yapılmamıştır.[4] İran’da yapılan nüfus sayımları etnik grupların sayısını çarptırdığı için bu konuda kesin rakam söylemek mümkündür değildir. Öte yandan asimilasyon politikası ve yönetimin “İran Ulusu” yaratma stratejisi de etnik grupların nüfuslarının tespitinde zorluklar yaratmaktadır. İran yönetimin planlı şekilde yürüttüğü asimile politikalarının sonucunda etnik grupların çoğu kendilerini İranlı veya Şii olarak tanımladığından kimlik tespiti yapmak zorlaşmaktadır.İran coğrafyasında yaşayan halkların diğer önemli bir özelliği bu ulusların bazılarının farklı dinlerden olması veya aynı dinlerden olanların ise farklı mezheplerden olmasıdır. Bu da Şii İslam devleti olan İran’ın bu etnik gruplara yönelik asimile politikası benimserken sadece dil ve kültür özelliklerini değil aynı zamanda mezhep özelliklerini de dikkate almasına neden olmuştur. Azerbaycanlıların çoğunluğu Şii iken, Beluç, Türkmen ve Kürtlerin büyük çoğunluğu Sünni’dir. Araplar arasında ise hem Sünni hem de Şii mezhebinden gruplar vardır.[5] Bunun yanı sıra İran coğrafyasında Hıristiyan dininin çeşitli mezheplerinden olan halklar da yaşamaktadır.İran coğrafyasında yaşayan halklar siyasi güçlerinden ve nüfus oranından dolayı farklılık gösterse de dinsel yakınlık ve diğer bazı faktörler bu halkların ortak noktasını oluşturmaktadır:1. Etnik gruplar çoğunlukla sınır bölgelerde yerleşmiş ve sınır ötesi etnik gruplar veya devletlerle bağları bulunmaktadır. Bu durum Fars olmayan halkların İslami yönetim için dezavantaj olan en önemli özelliğidir. Azerbaycan Türkleri İran’ın kuzeyinde Kuzey Azerbaycan ve Türkiye ile sınır bölgedeki Güney Azerbaycan coğrafyasında, Beluçlar İran’ın güney-doğu bölgesinde yaşamakta ve Pakistan’ın Belucistan bölgesi ile sınır Sistan-Belucistan bölgesinde, Araplar ise ülkenin güney-batı bölgesinde Irak ve Kuveyt’le sınırı olan Huzistan bölgesinde yaşamaktadırlar.2. Tarihte bağımsız devlet kuran bu halkların çoğunun bağımsızlık talepleri bulunmaktadır. Azerbaycan Türkleri, 1918 yılından itibaren kendilerini temsil etmeyen İran yönetimine karşı bağımsızlık mücadelesi yürütmektedirler. 3. Ulus üstü etnik sadakat, ulusal kimliklerle (çok uluslu) yarışmakta hatta onları gölgede bırakmaktadır. Kuzey Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazanması sonrası Güney Azerbaycan’da Azerbaycan Türklüğü bilinci giderek yükselen bir eğilim göstermektedir. 4. Bu halkların çoğu Sünni mezhebinden olup (Bazı Kürtler, Beluçlar, ve Türkmenler) devletin Şia kimliği ile zıtlık teşkil etmektedirler.[6]

İran Yönetiminin Fars olmayan Etnik Gruplara Yönelik Politikaları

İran’daki herhangi bir etnik istikrarsızlık ülkenin geleceğini yakından ilgilendiren bir konudur. İran coğrafyasında iktidar olan rejimler Fars olmayan halkların kimliklerini açık bir şekilde dile getirmelerini İran’a yönelik bir tehdit olarak algılamıştır. Ne var ki, sadece dilsel ve kültürel haklarını talep eden İran’daki halklar, İranlı kimliğine karşı her hangi bir bölücü eyleme girişmemiş ve İran kimliğini bir üst kimlik olarak görmüşlerdir. Ancak Tahran bu açıklamaları kabul etmemiştir. Bu bağlamda kendi kimliğini ve dilini korumaya yönelik talepte bulunarak Farslaştırmaya karşı çıkmak, İran yönetimi tarafından ülkeye karşı sadakatsizlik olarak algılanmıştır. Bu hem Şah hem İslam rejimi döneminde İran’ın devlet politikası olmuştur. Birincil kimlik tanımlaması açısından Azerbaycanlılar arasında farklılıklar bulunmaktadır. İran’da yönetimin elit kesimini oluşturan birçok Azerbaycanlı kimseler Azerbaycan kültürü ve dili ile bağlarını inkar etmeyip kendilerini Azerbaycanlı olarak tanımlasalar da İran ve Müslüman kimliklerini ön planda tutmaktadırlar. Devrime aktif olarak katılan birçok aydının da dahil olduğu diğer grup Azerbaycan kimliklerini ön planda tutmakta fakat İranlı kimliğini de ulus üstü devlet kimliği olarak devam ettirmektedirler. Bu grubun çoğunluğu Azerbaycan ve İran kimliğinin bir birine zıt olmadığını düşünmektedir. Azerbaycan siyasi kimliğinin oluşumu baskı kullanmayan bir grup da Azerbaycanlı kimliğini ön planda tutmaktadır. Özellikle 1990’lardan sonra küçük bir Azerbaycanlı grup siyasi kimliğin oluşumu için siyasi faaliyette bulunmaktadırlar. Bu alanda özellikle Azerbaycanlı öğrenciler aktif katılım gerçekleştirmektedirler. Birincil kimliklerini Azerbaycanlı ve birincil kimliğini İranlı olarak tanımlayanlar arasında oran değişkenlik gösterdiği için tespit etmek zordur. Devrimin diğer etnikler için demokratik bir ortamın sağlayamaması ve tam tersi Fars kültür ve dinin geniş yayılması sonucu diğer halkların kültürel ve sosyal haklarının ihlali Azerbaycanlı kimliğine öncelik verenlerin sayında artışa neden olmuştur. İran Cumhurbaşkanı Hatemi bunun farkında olmuş ve 1997 cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında etnik talepleri siyasi çıkarları için kullanmayı hedeflemiştir. Hatemi, İran’ın Azerbaycan ve Kürdistan bölgesinde seçim kampanyası sırasında anayasanın diğer etnik grupların hakları ile ilgili maddelerinin çalışması için çaba sarf edeceğini ve halkların kendi dillerinde okul açabilecekleri sözünü vermiştir. Fakat günümüze kadar bu konuda hiçbir olumlu adım atılmamıştır.Bu halkların İran’a sınır komşusu olan devlet veya halklarla kan bağı bulunmaktadır. İran coğrafyasında Fars olmayan halklar büyük bir ulusun bir parçası olup ve İran’a sınır bölgelerde bağımsız devletleri de bulunmaktadır. Dolaysı ile İran İslam yönetimi bu halklara yönelik politikalarını sadece iç değil aynı zamanda dış dinamikleri de dikkate alarak oluşturmaktadır. Bu halkların kan bağı olan sınır ötesi devlet veya bölgelerde yaşanan gelişmeleri yakından takip etmekte ve İran aleyhine oluşacak durumlara gerektiğinde müdahaleden de kaçınmamaktadır. Örneğin, Kuzey Azerbaycan’ın bağımsızlığından sonra kendi sınırları içinde bulunan Azerbaycan’da Azerbaycan milli kimliğinin giderek kuvvetleneceğinden endişe eden İran, Azerbaycan topraklarını işgal eden Ermenistan’a maddi ve manevi destek vermiştir. Bu şekilde Azerbaycan’ın bölgedeki nüfuzunu düşürerek Güney Azerbaycan’da Azerbaycan kimliğinin kuvvetlenmesini önlemeyi hedeflemiştir.Irak’ın ABD tarafından işgali sırasında Irak’ta yaşayan bağımsızlık talebi olan Kürt liderlerin Beyaz Saray’la işbirliği içinde olmaları İslami yönetim tarafından tedirginlikle karşılanmıştır. Bu bağlamda bölge ülkelerinden Türkiye ve Suriye’den Bağımsız Kürt Devleti olasılığına karşı destek aramaya ve işbirliği yapmaya çalışmıştır. Ayrıca Pakistan sınırları içinde yaşayan Beluçların 1973-1977 yıllarında ayaklanmasını bastırmak için İran Şahı, Pakistan yönetimine askeri destek vermiştir.İran’ın etnik halklara yönelik yürüttüğü önemli politikalarından biri de Pehlevi iktidarı dönemine kadar dayanan etnik bölgelerin yerli halklarını yer değişimine tâbi tutarak bölgedeki otokton halkın sayısını azaltmaktır. Bu şekilde rejim halkların çoğunluk oldukları bölgelerde azınlık durumuna düşürerek toplumsal bir ayaklanmayı önlemek amaçlı bir politika geliştirmektedir. İran rejimin diğer amacı ise Fars olmayan halklar arasında çatışma yaratarak gerektiğinde halkları bir biri ile savaştırmak ve milli mücadeleleri hedefinden saptırmaktır.[7] Kürtleri, Güney Azerbaycan’la Kuzey Azerbaycan ve Türkiye sınırlarına yerleştirme politikası Pehlevi döneminde başlamış ve günümüzde de devam etmektedir. Bu politika Güney Azerbaycan’ın Salmas ve Urumiye şehirlerine Kürtlerin yerleşimine fırsat yaratma şeklinde de ortaya çıkmaktadır.. Ayrıca 16 Nisan 2005 tarihinde Ahvaz Arabları’nın ayaklanması da yer değişim siyasetinin sonucu olmuştur. Halkların milli sınırlarını bozmak ve aralarında sorun yaratarak birbirine düşürmek politikası Rus Çarlığı ve Sovyetler Birliği tarafından da uygulanan bir milliyetler politikası olmuştur.Merkez yönetimin bölgeleri idari bölünmeye tâbi tuttuğunu, yerel halk arasındaki dayanışmayı parçalama politikasını yürüterek Fars olmayan halkları daha kolay asimile edebilme taktiği benimsediği görülmektedir. 11 Nisan 1993 tarihinde İran Meclisi’nin yasayı onaylaması ile Erdebil Doğu Azerbaycan’dan ayrılarak kendi başına bir il olmuştur. Tahran’ın bu kararı Azerbaycan Türkleri arasında sert tepkiye neden olmuştur[8].

İran Anayasasında Fars Olmayan Halkların Tanımlanması

İran’da yaşayan halkların bütünlüğünü din ve mezhep bazında ele alan İran Anayasası azınlık tanımlamasında etnik haklarla dinsel/mezhepsel halklar arasında ayrımcılık yapmaktadır. Birçok azınlık uzmanlarına göre bu durum, İran’daki dinsel halklarla etnik halklar arasında nüfus oranındaki farktan kaynaklanmaktadır. İran İslam Cumhuriyeti İslam devleti olması nedeniyle farklı dinlerden olan halklara hem uygulamada hem de yazılı olarak geniş kültürel ve siyasi haklar verirken, etnik halklar yazılı olarak kısmen, uygulamada ise çok düşük düzeyde bu haklarından yararlanma fırsatı vermektedir. İran’daki İslami yönetimin uyguladığı bu politika BM’nin Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin azınlıkların korunmasına ilişkin 27. Maddesini ihlal etmektedir.[9]1979 Devrimi ülkenin siyasi hayatında önemli değişikliklere neden olduysa da Fars olmayan halklar için bir yenilik getirdiği söylenemez. Rıza Şah döneminde şahçılık adı altında yürütülen asimilasyon ve ayrımcılık politikaları İslam Devrimi sonrası imamcılık adı altında yürütülmüştür. Devrimin başarı kazanması ile birlikte özerklik alabileceği umuduna kapılan İran’ın Fars olmayan halkları, 1979 Anayasası’nda umduklarını bulamamışlardır. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın 15. maddesi Fars olmayan halklara kendi dillerinde eğitim hakkı vermiş olsa da anayasanın bu maddesinin uygulanmadığını görmekteyiz. İran’da 90’nın üzerinde dil ve lehçe konuşulmaktadır. İran’da konuşulan dilleri üç ana gruba ayrılmaktadırlar: Türk dili grubu, Fars dili grubu ve Sami dili grubu. Çok konuşulan diller Türkçe (Azerbaycan ve Türkmen), Farsça, Arapça, Lor, Lek, Beluç, Gilek ve Mazendaran ve birçok küçük milletlerin dilleri. Bütün dillerin içinde Türk dili (Azerbaycan Türkçe’si) oran olarak çoğunluğa sahiptir.İran coğrafyasında yaşayan halkların çok dilli olmasına rağmen Anayasasının 15. maddesi resmi dilin Farsça olduğunu öngörmektedir. Çok uluslu bir devletin anayasasında ülkenin % 50’ni bile oluşturmayan halkın dilinin resmi dil olarak belirlenmesi ülkede yaşayan diğer halklara yönelik asimilasyon ve ayrımcılık politikalarının meşru zeminini hazırlamaktadır. Bu düzenleme aynı zamanda İran’ın demokratik ve adil bir yönetime sahip olmadığını göstermektedir. Bu halkların ülkenin resmi organlarında kendi dillerini kullanamamaları farklı etnik kökenden olan bireylerin ülkenin siyasi, kültürel ve ekonomik hayatında etkinliğini kısıtlamakta ve kendi dillerini geliştirmesine engel olmaktadır. Nüfusunun yarıdan çoğu farklı etnik gruplardan oluşan bir devletin birden fazla resmi dilinin olması gerektiğini öngören herhangi bir uluslararası hukuk düzenlemesi veya anlaşma olmasa da bu uygulamayı yasaklayacak da herhangi bir düzenleme veya anlaşma da bulunmamaktadır. Nitekim çok uluslu yapıya sahip devletlerden bazılarının birden fazla resmi dilinin olduğunu görmekteyiz. Örneğin; İsviçre, Belçika ve Kanada’da birden fazla resmi dil bulunmaktadır.Anayasanın 15. Maddesi Fars olmayan ulusların kendi dillerinde eğitim hakkı vermiş olsa da bu düzenleme uygulamada sadece dilsel kurslar açabilme ve eğitimi alma şeklinde kendini bulmaktadır. Uygulamada bu halkların kendi dillerinde ilk okul bile bulunmamaktadır. Ayrıca diğer ulusların dilerinde yayın yapan yerel ve resmi televizyon kanallar ise o halkların kültürünü değil Fars kültürünü öğretmektedir.İslam devleti olan İran’ın anayasasında, Müslüman olan uluslara tanınan haklar sadece kültürel düzeyde olup siyasi düzeyde değildir. Yani ülke parlamentosunda Türk veya Arap kökenli bir milletvekili halkını değil İran’ın genelini temsil etmektedir. Bu milletvekili ait olduğu ulusun kültürel ve siyasi sorununu meclis gündemine taşıyamamaktadır. İslam rejiminde Azerbaycan Türkleri devletin önemli mevkilerinde yer almaktadırlar. Bu mevkilerde yer alma isteği İslam rejimi tarafından ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarının karşılanması duygusundan kaynaklanmaktadır.[10] Bazılarının ise mevkilerinde yükselmeleri toplumlarını temsil ettiklerinden değil kişisel devingenliklerinden kaynaklanmaktadır.[11]Bölge yönetiminde etnik grupların siyasi temsilcilerinin bulunması konusunda bir düzenleme bulunmamakta, uygulamada ise durum bölgeye ve şartlara göre değişmektedir. İran yönetimi bazı bölge valilerini o bölgenin yerle halkından tayin ederek o halkın siyasi ve kültürel taleplerini azaltmayı hedeflemektedir. Bazı bölge halkları ise bölge yönetiminin kendilerini temsil etmemesinden şikayetçidirler. İnsan Hakları Örgütü 2005 İran Raporu Sünni azınlık Beluç halkının yerel yönetimde temsilcisinin bulunmamasından ve bölgede bulunan asker sayısından acı çektiğini belirtmiştir.[12]Arapların büyük çoğunluğunda kabile yönetim sistemi devam etmekte ve İslam Rejimi de Araplar üzerinde sağlam bir kontrol mekanizması oluşturmak için bu yönetim biçimin desteklemekte ve devamını sağlamaktadır. Arap halkını yönetmek için kabile reislerinden oluşturulan Kabile Yönetim Merkezi Arap halkının bireysel özgürlüğünü kısıtlamakta ve ülkenin siyasi hayatına bireysel katılımını engellemektedir. Ayrıca halk yerel seçimlerde kabile reislerinin ve şeyhlerin belirlediği adaylara oy vermek zorunda bırakılmaktadır. Arap kabileleri arasında ortaya çıkan sorunların çözümünde de yetkili olmaktadır.Kısacası İran yönetimi ülke içinde halkların talepleri, nüfus oranı, siyasi gücü ve tarihsel dayanaklarını dikkate alarak İranlaştırma politikası çerçevesinde siyasi temsil hakkı vermektedir. Halbuki bazı çokuluslu devletlerde bütün halkların eşit temsili için çift meclis bulunmaktadır. Örneğin, İran’ın stratejik müttefiki Rusya Federasyonu’nda bütün halkların siyasi temsil hakkının sağlanması için çift kamaralı meclisi bulunmaktadır. Alt kanadı Duma olan Federal Meclisin üst kanadı Federasyon Konseyi etnik cumhuriyetlerin yöneticilerinden ve bölge meclisinden seçilen bir milletvekilinden oluşmaktadır. Bu şekilde Federal Meclisin Federasyon Konseyi kanadı bölge halklarının siyasi temsil hakkını sağlamaktadır.Etnik halkların siyasi temsili konusunda yaşanan diğer bir sorun ülkenin resmi dilinin Farsça olmasından kaynaklanmaktadır. Arapların çoğunlukta yaşadığı Huzistan eyaleti yeterli sayıda Arapça yazılı ve sözlü basına sahip olmamakta ve bölgede çoğunluğunu Farsça olan Fars Arap karışımı gazeteler yayınlanmaktadır. Yerel halklar kendi bölgelerini temsil edecek adayların Farsça yürüttüğü propagandayı anlamamakta ve aday hakkında veya vaatleri hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaktadır. Bu da bölgelerde sağlam ve demokratik bir seçimin yapılmasına ve seçime kitlenin katılımına yönelik en büyük engel olmaktadır.Etnik gruplardan farklı olarak dini azınlıkların kültürel haklarının yanı sıra siyasi temsil hakları da bulunmaktadır. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın 64. maddesine göre İran’da yaşayan dini azınlıklardan parlamentoda, “Zerdüşt ve Musevilerin birer, Asuri ve Keldani Hıristiyanların bir, kuzey ve güneydeki Ermenilerin ise birer temsilci” bulundurma hakkı vardır. Ayrıca uygulamada da dini azınlıkların daha çok kültürel ve dilsel haklara sahip olduğu söylenebilir. Fakat anayasanın 12. maddesinde devletin resmi mezhebini Şii olarak belirleyen İran’ın Sünni mezhebinden olanları azınlık olarak tanımlamadığını görmekteyiz.

Sonuç ve Genel Değerlendirme

İran coğrafyasında yaşayan Fars olmayan uluslar hem şahlık döneminde hem de teokratik dönemde demokratik haklarını alamamış ve zorla asimilasyona tâbi tutulmuşlardır. İran’ın (Fars) elit kesimi ve hatta demokrasi, özgürlük taraftarı ve ırkçılık karşıtı olanlar da merkez yönetimin Farslaştırma politikalarına karşı sessiz kalmaktadır. Huntigton’un “Medeniyetler Çatışması” tezine karşı “Medeniyetler Barışı” tezini savunan Cumhurbaşkanı Hatemi’nin aynı hoşgörüyü İran İslam Rejimi’nin Farslaştırma politikalarına karşı savunmasız halka da göstermesinde yarar bulunmaktadır. Kendi kimliğini korumak için mücadele eden ve Fars dilinin yanı sıra kendi dillerinde eğitim almak isteyen insanlar, pantürkist, panarabist ve ”Büyük Belucistan” hayalciliği gibi suçlarla itham edilmişlerdir. İran coğrafyasında yaşayan halklardan sadece biri veya birkaçı değil hepsi sosyo-kültürel haksızlık ve eşitsizlik konusunda rahatsızlıklarını bir şekilde dile getirmektedirler. İran yönetimi, Fars olmayan halkların kimliğinin korunması, ülke içinde istikrarın sağlanması, demokrasi ve gerçek adalet adına bu talepleri dikkate almalıdır. İslami rejimin İran coğrafyasında yaşayan halklara yönelik eşitlikçi olmayan politikaları, bu halkların ülkeye entegrasyonunu engelleyici niteliktedir. Rejimin İran coğrafyasında yaşayan halklara yönelik asimilasyon ve ayrımcılık politikalarından vazgeçmemesi durumunda, 12-13-14 Haziran 2005 tarihlerinde Ahvaz ve Sistan- Belucistan bölgelerinde yaşanan şiddet olayları İran’ın geneline yayılabilir. Özellikle seçim öncesinde Fars olmayan uluslara kültürel ve sosyal haklarla ilgili vaatler veren adayların seçildikten sonra sözlerini tutmaması, İran’da etnik istikrarsızlığın tırmanmasına neden olabilir. Bu, aynı zamanda İran’ın içişlerine karışmak isteyen güçlerin elini kuvvetlendirebilir. İran coğrafyasında yaşayan halklar haklarını uluslararası hukuk ve düzenlemeler çerçevesinde uluslararası örgütler aracılığı ile aramalıdır. Hükümet politikalarının beğenilmemesi şiddete başvurmak için bir neden olmamalıdır.Sonuç olarak nüfusunun yarısından çoğu Fars olmayan çok uluslu İran’ın siyasi yönetimi bu coğrafyada yaşayan halkların tümünü temsil etmemektedir. İslami yönetim İran coğrafyasında yaşayan halklara karşı kültürel asimilasyonun yanı sıra ekonomik, kültürel ve siyasi diskriminasyon politikalarını da uygulamıştır. Bunun sonucunda bu coğrafyanın otokton halklarını “ya sev ya terk”le karşı karşıya bırakmıştır.




--------------------------------------------------------------------------------

[1] Devletlerin azınlık politikalarından biri ola asimilasyon politikası, zorunlu asimilasyon ve doğal asimilasyon olarak ikiye ayrılmaktadır: Doğal asimilasyon azınlığın zamanla çoğunluğun kültürünü kendi iradesi ile benimsemesidir. Zorunlu asimilasyon ise , devletin zor kullanarak azınlığın niteliklerini ortadan kaldırmasıdır. Zorunlu asimilasyon bir ulusun kimliğini kaybetmesine ve yok olmasına neden olabileceği için “kültürel soykırım” olarak adlandırılabilir.

[2] Interview with Adnan Salman, Amir Howeizi, Mohammad Jaber, and Jamil Miahi,” Arabs in Iran: Part 1: Cultural, Political and Economic Inequalities” www.iran-bulletin.org/IB_MEF_0/The%20national%20question%20in%20Iran.doc
[3] A. William Sami,”The Nation and Its Minorities: Ethnicity, Unitary State Policy in Iran” Comparative Studies of South Asia, Africa and Middle East. Vol 20. 2000. S.127-128.

[4] Nazile Ghanea-Hercock. “Ethnic and Religious Groups in The Islamic Republic Of Iran” United Nations Ofice Of The High Commissioner For Human Rights, Sub-Regional Seminar. Cultural Diversity and Development in Central Asia. Bishkek. Ekim 2004. S. 2.

[5] Shahyad Mojab and Aiwir Hassanpo, The Politics of Nationality and Ethnic Diversity, www.macalester.edu/courses/russ64/PDF/mojabnation.pdf
[6] Daniel L. Baymen, Shahram Chubin, Anoushirevan Ehteshami, Jerrold Green. “Fundamental Sources Of Iranian Foreign and Security Policies” İran’s Security Policy In The Post-Revalutionary Era. RAND Documents. 2001. S.13.

[7] Nesib Nesibzade, Bölünmüş Azerbaycan, Bütöv Azerbaycan. Ay-Ulduz Yayınları.Bakı 1997. S. 171.

[8] Bu konuda ayrıntı için bakınız. Brenda Shaffer. The Formation of Azerbaijan Identity in Iran. Nationalities Papers. Vol 28. No: 3. 2000. S. 463-464

[9] 27 Madde: “Başat olmayan bir durumda olup, bir devletin geri kalan nüfusundan sayısal olarak daha az olan, bu devletin uyruğu olan üyeleri etnik, dinsel ve dilsel nitelikleri bakımından nüfusun geri klana bölümünden farklılık gösteren ve açık olarak olmasa bile kendi kültürünü, geleneklerini ve dilini korumaya yönelik bir dayanışma duygusu taşıyan grup”. Bknz. Baskın Oran, Küreselleşme ve Azınlıklar. Güncelleştirilmiş ve Genişletilmiş 4. Baskı. İmaj Yayınevi. Ankara 2001. S. 67.

[10] Nasib Nassibli, “The Azerbaijan Question in Iran: A Crucial Issue For Iran's Future”. www.zerbaijan.com/azeri/nasibzade2.html

[11] Nazile Ghanea-Hercock. A.g.m. s. 4.

[12]Human Rights Watch World Report 2005: Index http://hrw.org/english/docs/2005/01/13/iran9803.htm