Salı, Mayıs 27, 2008

Kapitalizm İnsanlığı Açlığa Mahkûm Ediyor İlkay Meriç


Kapitalizm İnsanlığı Açlığa Mahkûm Ediyor
İlkay Meriç


Mayıs 2008

Dünyayı pençesinde kıvrandıran kapitalizm canavarı, kanını emerek hayat bulduğu emekçi sınıfları her geçen gün bir felâketten diğerine sürüklemeye ve milyonların canını almaya devam ediyor. Irak ve Afganistan’ı cehenneme çeviren emperyalist savaş kısa sürede dünya ölçeğinde derin bir ekonomik krizle bütünleşirken, fahiş biçimde artan gıda fiyatlarıyla korkunç bir hal alan açlık da bu felâket tablosunu tamamlıyor. Bu tablo, gelinen noktada, kapitalist sistemin içsel çelişkilerinin büyük patlamalarla kendini dışa vurduğunun açık bir göstergesidir. Nitekim sistemin çelişkileri emekçiler cephesinde de kendini patlamalarla dışa vurmaya başlamıştır.

Son birkaç ayda, aralarında Mısır, Pakistan, Bangladeş, Burkina Faso, Tunus, Filipinler, Tayland ve Haiti’nin de bulunduğu pek çok ülkede, artan gıda fiyatları yüzünden sokaklara dökülen on binlerce emekçinin yükselttiği isyan dalgası bunun en yakın örneğidir. Burjuvazi şimdilerde açlar ordusundan yükselen ayak seslerinin şaşkınlığını yaşıyor. Sayıları bir milyarı bulan devasa bir insan kitlesinin her gece yatağa aç girmesine sonsuza dek gözünü kapatabilecek tıynetteki sömürücüler sınıfının, açların ayak sesleri karşısında gözleri faltaşı gibi açıldı. Emekçi kitlelerin boş midelerinden yükselen gurultulara sağır kesilen kulaklar, ayak seslerine karşı çok hassaslar. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF gibi emperyalist kuruluşların baş direktörleri, açıklama üzerine açıklama yaparak, burjuvaziyi yükselen tehlike karşısında uyarıyorlar: Aman dikkat, demokrasi tehlikede!

Onların demokrasi dedikleri şey hiç kuşku yok ki nam-ı diğer kapitalizmdir. O kapitalizm yüzündendir ki, dünyada her yıl açlık nedeniyle 11 milyon çocuk yaşamını yitiriyor, 850 milyondan fazla insan, yani Kuzey Amerika ve Avrupa Birliği’nin toplam nüfusundan çok daha fazlası, şiddetli açlık çekiyor. Üstüne üstlük bu rakamlar son gıda krizinin öncesine aitler. Son bir yıl içinde buğday, mısır, pirinç, nohut, fasulye gibi tahıl ve bakliyat ürünlerinin fiyatlarında %35 ilâ %130 arasında artış yaşandı ve bu artış hayvancılığı da etkiledi. Bir diğer deyişle bugün açlık tablosu çok daha korkunç bir hal almış durumda.

Aklıselim burjuva ideologlar, “çok uzun bir ayaklanmalar, çatışmalar ve istikrarsızlık dönemine doğru yol alıyoruz” diyerek burjuvaziyi uyarıyorlar. Dünya Bankası başkanı Robert Zoellick ise, gıda fiyatlarındaki artışın devam etmesi halinde açlar ordusuna 100 milyon kişinin daha ekleneceğini belirterek, hükümetleri 500 milyon dolarlık acil yardım yapmaya çağırıyor. Evet 500 milyon dolar! Dünya ölçeğinde hüküm süren açlığa acil müdahale için gereken para miktarı bu! Yani ABD’nin Irak’ı cehenneme çevirmek için bir günde harcadığı paranın yarısı… Yani emperyalist devletlerin son birkaç ayda kriz nedeniyle batan bankaları kurtarmak için akıttıkları yüz milyarlarca doların yanında devede kulak…

Buna rağmen, dünyanın iliğini sömüren emperyalist sermayenin umarsızlığı devam ediyor. Örneğin ABD 200 milyon, İngiltere 60 milyon, Almanya ise rica minnet 50 milyon dolarlık yardımda bulunacağını duyuruyor ve bu emperyalist devletler sanki büyük bir lütufmuş gibi bundan övünçle bahsediyorlar. Sadece Türkiye’de birkaç pirinç spekülatörünün son bir ayda halkın cebinden çaldığı paranın 150 milyon doları geçtiği hesaba katıldığında, bu rakamların sergilediği tablo kapitalizmin insana verdiği değeri bir kez daha ortaya koyuyor.

Ancak sermayenin kısa vadeli çıkarları uğruna takındığı bu umarsız tavrın dönüp sistemin kuyusunu kazacağını çok iyi bilen uluslararası sermaye kuruluşları, hissettikleri yakın tehlike karşısında alarm çanlarına asılmak zorunda kalmaktalar. IMF başkanı Dominique Strauss-Kahn, 12 Nisan tarihli bir basın konferansında şunları söylüyordu:

“Eğer gıda fiyatları bugünkü gibi yükselmeye devam ederse, bunun, Afrika’nın da dahil olduğu fakat sadece Afrika’dan ibaret olmayan geniş bir ülkeler grubunda, nüfus üzerindeki sonuçları korkunç olacak. Yüz binlerce insan açlıktan ölecek. Çocuklar, sonuçlarını tüm yaşamları boyunca hissedecekleri bir beslenme yetersizliği çekecekler. Üstelik hükümetlerin çoğu … halk karşısındaki meşruiyetlerinin tümüyle yıkıldığını görecekler. Bu yüzden, bu yalnızca bir insanlık sorunu değildir. Yalnızca bir ekonomik sorun değildir. Aynı zamanda demokratik bir sorundur. Geçmişten öğrenerek bildiğimiz gibi, bu tip sorunlar bazen savaşa yol açar. Bu yüzden, eğer meta fiyatlarındaki, özellikle de gıda fiyatlarında aşırı yükselişin korkunç sonuçlarından kaçınmak istiyorsak, bu sorunu şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla dikkate almamız gerekiyor. … Bunun için IMF’nin reforme edilmesi kesinlikle zorunlu…”

Çokuluslu tekellerin daha fazla kâr edebilmeleri için tüm dünya tarımını onların çıkarları doğrultusunda örgütleyen, fiyatları alabildiğine yükselten, işçilerin ve köylülerin iliğini kurutan ve onları korkunç bir yıkıma sürükleyenler, şimdi utanmadan bu sözleri sarf ediyorlar. Ancak onların derdi hiçbir zaman ölen yüz milyonlarca insan olmamıştı, şimdi de değildir. Bu beylerin ölesiye çekindikleri şey, çok açıktır ki, işçi ve emekçi kitlelerin ayağa kalkarak bu sömürü düzenini sermayenin kafasına yıkacakları bir devrim tehlikesidir. Adını koymaktan istedikleri kadar çekinsinler, “geçmişten öğrenerek bilinen”, “bazen savaşlara yol açan” ve “demokratik bir sorun” olan şey, tam da böylesi bir devrimdir.

Burjuvazi çok iyi bilmektedir ki, fırınların önünde uzayıp giden kuyruklar ve açların ayak sesleri, Fransız devriminden Rus devrimine, tarihteki tüm büyük devrimlerin ilk işaretleri olmuştur. İşte sömürücüler sınıfının şimdilerde duymaya başladığı korkunun asıl nedeni budur. Çünkü devrim “tehlike”sinin ayak sesleri, tüm dünyada yükselmeye başlamıştır. Haiti’de hükümet deviren, Mısır’da Hüsnü Mübarek iktidarını sarsan, Bangladeş’te askeri diktatörlüğü hop oturtup hop kaldıran, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da burjuvaziyi tirtir titretenler, açlığın, sefaletin ve işsizliğin pençesinde kıvranan işçi ve emekçi kitlelerdir. Yıllardır dizginsizce sömürülen ama görmezden gelinen bu kitleler, sokağa çıktıkları anda birden görünmez hayaletler olmaktan çıkmış ve burjuvaziye dev olarak görünmeye başlamıştır. Ve bu sadece bir başlangıçtır!

Emperyalist tekellerin yıkım tehdidi altındaki tarım
Liberalizmin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şiarını son otuz yıldır neoliberal uygulamalar aracılığıyla azgınca hayata geçiren burjuvazi, tüm dünyada emekçi kitleleri daha da derin bir sefalete sürükledi. Burjuvazi, SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşünden aldığı cesaretle, bir yandan had safhada örgütsüzleştirilen işçi sınıfına dizginsiz bir biçimde saldırdı, bir yandan da geri ülkelerde korkunç bir tarımsal yıkım programını uygulamaya soktu. Doğası gereği, üretimi planlamaktan alabildiğine uzak olan kapitalizm, yıkımı gayet planlı bir biçimde gerçekleştirmekte pek mahirdir. Emperyalist tekellerin IMF ve Dünya Bankası eliyle uygulamaya soktukları bu yıkım programı, tüm az ve orta gelişmiş ülkelerde tarımı altüst etti. Pek çok ülkede, kuşaklardır geleneksel olarak üretilmekte olan temel tarımsal ürünlerin yerini, büyük sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda belirlenen ürünler aldı. ABD ve AB’nin sübvansiyonlu ucuz ürünleriyle rekabet edemeyen milyonlarca köylü, tarlalarını terk edip, hayvancılıktan vazgeçip, kentlere göç etmek zorunda bırakıldı.

BM Gıda Programı raportörü Jean Ziegler, “AB’nin Afrika’ya maliyetlerin üçte biri fiyatına ihracat yapmakta olduğunu ve burada tarımsal üretimi engellediğini” açıkça itiraf ediyor. Kuşkusuz emperyalist gıda tekellerinin tarımsal üretimi engelledikleri ya da diledikleri gibi yönlendirdikleri ülkeler sadece Afrika ülkeleri değil. Asya’dan Latin Amerika’ya pek çok ülkede aynı strateji güdülüyor. Türkiye de bu ülkelerden biri.

Emperyalist tekellerin izlediği politikalar sonucunda, dünya tahıl stokları son 25 yılın en düşük noktasına inmiş durumda. Yani uzun süreli ve yaygın etkisi olacak kuraklık, sel gibi doğal felâketler karşısında insanlığın başvurmak zorunda kalacağı gıda stokları her geçen gün azalıyor. Ancak buna rağmen, on binlerce hektar arazi üretimin “kârsız” olması nedeniyle ekilmiyor. Çünkü her şeyi kâra endeksleyen kapitalist piyasa sistemi, daha ucuz ürünlerle rekabet edemediği için mahsulünü satamayan yüz binlerce çiftçiyi üretimden alıkoyuyor. Petrol fiyatlarındaki artışın mazot, gübre ve nakliyat giderlerini aşırı ölçüde tırmandırdığı, çiftçilerin tohum için bile çokuluslu gıda tekellerine bağımlı oldukları bir dünyada, üreticilerin ezici bir çoğunluğunun böyle bir rekabet şansı zaten bulunmuyor. Sonuçta ekmeğini topraktan kazanamayan milyonlarca insan hızla kırlardan kentlere akıyor.

Çok değil 25 yıl önce, “dünyada kendi tarımıyla kendini besleyebilen yedi ülkeden biriyiz” diye övünen Türkiye’de de tarım üreticileri bugün aynı girdabın içinde kıvranmaktadır. Keyfi bir tercih olmayıp, dünya kapitalizminin mevcut durumunun zorunlu bir parçası olarak uygulanan tarımsal yıkım programı sonucunda, buğdaydan şekere, mercimekten mısıra, pirinçten muza pek çok tarım ürünü ithal edilir hale gelmiştir. Tarlalar ıssızlığa terk edilirken, en bereketli tarım arazilerine fabrikalar, konutlar inşa edilirken, başta İstanbul olmak üzere pek çok büyük kent, iş ve ekmek umuduyla buralara akın eden milyonlarla dolmuş durumdadır. Ancak milyonlarca emekçi, kentlerde de iş bulamamakta ve açlık ve sefaletten kurtulamamaktadır.

Tahıl fiyatlarının dünya piyasalarının çok üzerinde artış kaydettiği Türkiye’de, son bir yılda pirinç fiyatları %140, tarım bakanının sözde ona alternatif olarak gösterdiği bulgurun fiyatı %155, kırmızı mercimek %112, mısır %94, kuru fasulye %167 oranında arttı. Diğer tahıl ve baklagillerin fiyatlarıysa %50-65 oranlarında zamlandı. Ezici bir çoğunluğun en temel besin maddesi olan ekmek iki ay içinde üç zam gördü. Milyonlarca emekçiyi iş ve aş vaadiyle kandırıp onların oylarıyla iktidar koltuklarına yerleşenlerse, gıda ithalatından trilyonlar vurmaktalar. Bütün bunlar, işçi-emekçi yığınların kanını sülük gibi emen burjuvazinin, emperyalistiyle, millisiyle, işbirlikçisiyle, dindarıyla, dinsiziyle, topyekûn, hiçbir insani değer tanımadığının ve yalnızca sermayesini ne kadar arttırdığına baktığının açık bir göstergesidir.

Biyoyakıtlar: “çevre dostu” mu insanlık düşmanı mı?
Kapitalist sistemde, insan için hayati önem taşıyan gıda maddeleri de diğer her şey gibi meta olarak görülür ve o şekilde üretilir. Daha fazla kâr uğruna tarlalar, bağlar, bahçeler tümüyle ortadan kaldırılıp, hiç düşünmeden, silah fabrikasına, maden ocağına, sanayi sitelerine ya da yazlık konut alanlarına dönüştürülür. Bunu görmek için çok uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye’nin son 40 yılına bakmak bile sermayenin kâr uğruna gerçekleştirdiği yıkım ve talanın ne boyutlara vardığını görmemiz için yeterlidir.

Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada tarım alanları kentleşme ve sanayileşme yüzünden hızla küçülürken, son yıllarda buna bir de mevcut tarım alanlarının biyolojik yakıt ürünlerine ayrılması eklenmiştir. Soya, mısır, ayçiçeği, kanola, aspir, şeker kamışı gibi çoğu temel gıda maddeleri olan bitkiler, şimdilerde gıda olarak kullanılmak üzere değil etanol ve biyodizel elde etmek üzere üretiliyorlar. Yani yiyeceğimiz ürünler yakıt üretmek için kullanılıyor. Petrol fiyatlarındaki aşırı artışın alternatif kaynaklar bulmaya zorladığı emperyalist tekeller, enerji sorununa insanlığın çıkarları doğrultusunda kalıcı çözümler bulmak yerine, kısa vadede ceplerini dolduracak çözümlere sarılıyorlar. Bunu hayırlı bir işmiş gibi göstermek üzere ürettikleri bahane de hazır: “Temiz, yenilenebilir, tükenmeyen, çevre dostu biyolojik yakıtlar küresel ısınmayı azaltıyor!”

Oysa baktığımızda, küresel ısınmanın en büyük sorumlularından olan petrol tekellerinin, söz konusu yakıt ürünlerini, otomobil tekelleriyle ve dünyayı açlığa mahkûm eden dev gıda tekelleriyle el ele vererek ürettirdiklerini görüyoruz. Üstelik hektarlarca ormanı yok ederek, milyonları besleyen tarım arazilerinin ürün yapısını değiştirip buraları söz konusu ürünlerin ekim alanları haline getirerek… Amaç, tüm bunlar pahasına, giderek rezervleri azalan ve fiyatı artan petrolden daha ucuz yakıt üretmektir. Tarım arazilerinde biyoyakıt üretilmeye başlanan Afrika’nın, Latin Amerika’nın yoksul halkları aç kalabilirler, ama karnı tok sırtı pek Batılıların otomobilleri yakıtsız kalmamalıdır! Le Monde Diplomatique’te yayınlanan bir makalede bu gerçek şu sözlerle dile getiriliyor:

“Avrupa, kara araçlarında yakıt ihtiyacının 2010’a kadar yüzde 5,75’ini, 2020’ye kadar da yüzde 20’sini biyolojik kaynaklardan karşılamayı öngörüyor. ABD yılda 35 milyar galon hedefliyor. Bu hedefler kuzey yarımkürenin tarımsal üretim kapasitesini katbekat aşıyor. Bu durumda, Avrupa’nın ekilebilir topraklarının yüzde 70’ini bu alana seferber etmesi, ABD’nin ise mısır ve soya mahsulünün tamamını etanol ve biyodizele dönüştürmesi gerekir. Böylesi bir dönüşüm, kuzey ülkelerinin gıda sistemini altüst eder. Bu nedenle Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) üyeleri ihtiyaçlarını karşılamak için güney ülkelerine yöneliyorlar. Endonezya ve Malezya, Avrupa biyodizel pazarının yüzde 20’sini karşılayacak düzeyde palmiye dikimini hızla artırıyor. Brezilya’da daha şimdiden, tarıma elverişli toprakların biyoyakıt üretimine ayrılan kısmı Britanya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un toplam alanına eşit; hükümet şeker kamışı üretimine ayrılan alanı beş katına çıkarmayı öngörüyor. Brezilya’nın hedefi 2025 yılına kadar dünya benzin tüketiminin yüzde 10’unun yerini doldurmak.” (Eric Holtz-Giménez, Haziran 2007)

Biyolojik yakıt üretimini kazanç kapısı haline getiren Brezilya’nın devlet başkanı Lula, daha birkaç gün önce, “Gana’da, İsveç pazarı için yılda 150 milyon litre etanol yapımı için gereken 27 bin hektarda şeker kamışı üretecek bir proje” geliştirdiklerini açıkladı.

Uzmanlar, büyük bir otomobilin yakıt deposunu doldurmak için kullanılan tahıl miktarının, bir kişinin bütün bir yıl boyunca tüketeceği tahıl miktarına eşit olduğunu ifade ediyorlar. Bu gerçeğe rağmen, dünyanın en büyük tahıl üreticisi olan ABD’de, mısır mahsulünün yaklaşık beşte biri etanol üretimine ayrılıyor ve bu oranın üçte birler düzeyine yükseltilmesi hedefleniyor. Bu aynı zamanda, mısır kullanılan her türlü gıda maddesinin, hayvan yemlerinin ve dolayısıyla et, süt, yumurta gibi hayvansal ürünlerin fiyatının daha da tırmanacağı anlamına geliyor. Yani yakıt depolarının her bir doluşu, tekellerin cebine yeni dolarlar, açlar ordusuna ise yüzlerce insan ekliyor. Tüm bunlar, kapitalist kâr güdüsünün insanlığı sürüklediği korkunç uçurumu bir kez daha tüm derinliğiyle gözler önüne seriyor.

Yüz milyonların canı pahasına yükseltilen gıda fiyatları
Son dönemde tüm dünyada gıda fiyatlarının aşırı artmasının temel nedenlerinden birini de, ekonomik krizin derinleşeceğini ve bunun gıda fiyatlarında yükselişe neden olacağını öngören sermaye gruplarının hızla gıda alanına kaymaları oluşturuyor. Başta konut piyasası olmak üzere borsa ve hisse senedi piyasalarında yaşanmakta olan çöküşün ardından, “güvenli liman” olarak görülen bu kârlı alana kayışın hız kazandığı ifade ediliyor. Büyük tekellerin, başta tahıl ürünleri olmak üzere pek çok gıda ürününü stokladıkları ve böylece fiyatları yapay bir biçimde yükselttikleri de ekonomi uzmanları tarafından dile getiriliyor. Salt daha fazla kâr uğruna ve milyonlarca insanın açlıktan ölümü pahasına tümüyle spekülatif bir fiyat artışı yaratılıyor.

Ekonomik krizi ve savaşları fırsat bilip gıda fiyatlarını tırmandırmak, burjuvazinin bu tür dönemlerde sıkça başvurduğu bir yöntem aslında. Kapitalizmin derin krizlere girdiği ve bu krizlerin savaşlarla, hele de iki büyük emperyalist savaşla birleştiği geçmiş dönemlerde de, gıda ürünlerini stoklayarak karaborsaya düşüren ve bu şekilde fiyatları aşırı derecede tırmandıran sermaye grupları bu işten muazzam kazançlar elde etmişlerdi. Üstelik fiyatların düşmesini engellemek için burjuva devletler de devreye girmişlerdi. Örneğin, yüz binlerce insanın açlıktan kırılıp ekmek için kitlesel yürüyüşler düzenlediği büyük 1929 krizi döneminde, büyük sermayenin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan Amerikan devleti, fiyatların düşmesini engellemek için tonlarca gıda maddesini imha etmekten çekinmemişti. 1933’te çıkarılan bir yasa ise, fiyatların düşmesini engellemek için tarımsal üretimi sınırlandırmayı öngörüyordu. Bu yasanın uygulamaya konulması sonucunda on milyonlarca dönüm arazide ürünler toprağa gömüldü, meyveler çürümeye terk edildi ve 6 milyon domuz katledildi. Sadece ve sadece, fiyatlar düşmesin ve kan emici burjuvazi daha fazla semirsin diye!

Gerek tarihsel gerçekler gerekse günümüzün gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortadayken, burjuva ekonomistler, köşe yazarları, akademisyenler, yaşanan gıda krizinin sorumlusu olarak, kapitalizmi tövbe billah ağızlarına almadan binbir suçlu buluyorlar. Burjuvazi, yaşanan krizlerin, savaşların, açlığın, yoksulluğun sorumlusunu, sistemin dışında gördükleri birtakım saiklere yüklemekten hiçbir zaman geri durmadı. Kimi zaman kuraklık, sel, don gibi doğal olaylar yüzünden tabiatı suçladı, kimi zamansa bizzat açlığın, yoksulluğun, savaşların, krizlerin mağduru olan işçileri ve emekçileri. Bugün de değişen bir şey yok. Dünya nüfusunun aşırı hızla arttığını söyleyip Malthus’a sarılanı mı ararsınız, tüm suçu kapitalizmle asla bağını kurmadıkları küresel ısınmaya ya da petrol fiyatlarındaki artışa yükleyenini mi, yoksa utanmadan Çinlilerin refah düzeyinin yükselmesi nedeniyle daha çok protein ve gıda tükettiklerinden dem vuranını mı? Ama sonuçta hepsi, dönüp dolaşıp, dünyada tüm nüfusa yetecek gıda yok demeye getiriyorlar.

Oysa bugün dünyada tüm insanları besleyecek yeterlilikte ürün mevcuttur. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), yeryüzünde herkesi günde 2200 kalori değerinde kuru ve taze meyve, sebze, süt ürünleri ve etle doyurmaya yetecek kadar gıda maddesinin mevcut olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet sisteminin deli gömleğiyle elleri kolları bağlanan milyonlarca insan, yiyecek olmadığı için değil, gıda ürünleri onların ulaşamayacakları kadar pahalı olduğu için aç kalmaktadırlar. Kapitalizmin tarihi boyunca kıtlıklar daima yoksullar için geçerli olmuş ve onları vurmuştur.

Bugün dünya tahıl stoklarında önemli bir azalma olmakla birlikte bir kıtlık sorunu yoktur. Şurası çok açık ki, yaşanan açlık, besin maddelerinin tüm insanlığa yetecek bollukta olmamasından değil, milyarlarca emekçinin yarattığı müthiş zenginliğe bir avuç asalak tarafından el konulmasından kaynaklanmaktadır. Üretici güçlerin geldiği mevcut aşamada, bilim ve teknoloji, toprağın verimini ve tarımsal ürünlerin kalori değerini (yani besleyiciliğini) geçmişe oranla kat kat arttıran bir gelişmişlik düzeyine sahiptir. Bunun yanı sıra makineleşmenin ulaştığı düzey sayesinde üretimin minimum miktarda işgücüyle yapılması da fazlasıyla mümkün hale gelmiştir. Bugün AB ve ABD’de nüfusa oranları yüzde 4’ler seviyesine inen sınırlı sayıda çiftçinin ürettiği milyonlarca ton tarım ürünü tüm dünyaya ihraç ediliyor ve yüz milyonlarca insanı doyurmaya yetiyor. Ancak söz konusu üretimin tümüyle plandan azade ve kapitalist kâra endeksli bir şekilde gerçekleştirilmesi, tarımda boşa çıkan milyonlarca insanı işsizliğe ve açlığa mahkûm ediyor.

Yüz milyonlarca işçinin işsiz kalmasının, yüz milyonlarcasının ise günde 10-12 saat çalışmalarına rağmen açlık çekmesinin tek nedeni kapitalist sömürü sistemidir. Oysa üretim araçlarının, bilimin ve teknolojinin mevcut gelişmişlik düzeyinde, çalışabilir nüfusun dünya ölçeğinde planlı bir üretime dahil edilmesi halinde, hem iş saatlerinde inanılmaz bir düşüşün, hem muazzam bir bolluğun, hem de tüm insanlığın bu bolluktan eşit şekilde yararlanmasının sağlanması fazlasıyla mümkündür. Ancak bunun kapitalizm altında gerçekleşmesinin olanağı yoktur. Bunun yapılabilmesi için, gezegenimizin kapitalist özel mülkiyet ve ulus-devlet prangasından kurtarılması ve üretimi insanlığın çıkarları doğrultusunda demokratik bir biçimde planlayan bir sistemin, sosyalist bir dünya sisteminin hayata geçirilmesi gerekiyor. Üretilen tüm zenginliği herkesin eşit şekilde paylaşacağı böylesi bir sistem kurulmadığı takdirde, insanlık, önündeki korkunç uçuruma yuvarlanmaktan kurtulamayacaktır.

Elif Çağlı’nın Kapitalizmin Hal ve Gidişatı adlı makalesinde söylediği gibi: “… ya kapitalizm insan soyunun mahvına neden olacak, ya da örgütlü ve devrimci proletarya kapitalizmi dünyamızdan süpürerek insanlığı kurtaracak. Yakıcı sorunların olumlusundan çözümlenme olasılığı, bugün yaşanan olayların tozu dumanı ve kitlelerin örgütsüzlük koşullarının yarattığı karamsarlık nedeniyle henüz berrak biçimde algılanamıyor. Ancak, aslında tarih önümüze istenirse çözümü pekâlâ mümkün olan sorunları koymuş bulunuyor. Dünya işçi sınıfı, emperyalist-kapitalizmin insanlığı uçuruma sürükleyecek topyekûn saldırısını püskürtecek tarihsel kudrete sahiptir. Bu muazzam potansiyel, dünyanın kaderini yoksul ve masum insan yığınlarının lehine değiştirmek üzere devrimci bilinç ve örgütlenmenin tılsımıyla fiili güce dönüşmeyi bekliyor.”



(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:38, Mayıs 2008)

Pazartesi, Mayıs 19, 2008

ÇAĞRİ 1 XURDAD

Azerbaycan emekçiler namina,1 Xurdadin ikinci yil dönümünde bu proqramlari hayata keçirmeliyik:
Azerbaycanin bütün şeherlerinde:

1-Milli isteklerle yanaşi Azerbaycan işçi ve emekçi kitlelerinin isteklerini bağiracağiq.
2-Bütün iş yerleri,medreseleri,dükan bazari bağlayacağiq.
3-İtiraz gösterileri berpa edeceyik.
4-Rejimin basqisila qarşilaşsaq bile,xiyabanlarda addi yürüyüşümüze devam edeceyik.

AZERBAYCAN İŞÇİSİ ÖZGÜRLÜGÜN BAŞÇİSİ

AZERBAYCAN KOMÜNİSTLİK BİLDİRİLERİ (AZKOB)

Perşembe, Mayıs 01, 2008

İşçi Sınıfına Selam! Elif Çağlı


İşçi Sınıfına Selam!
Elif Çağlı


26 Nisan 2008

Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar misali, Marksizm de doğduğu tarihten günümüze dek burjuva ideolojisinin çeşitli saldırılarına hedef oldu. Kaba saldırıların başarısız olduğu noktalarda, burjuva ideologlar Marksizme yönelik ataklarını bilimsel görünümlü soslara bulayarak akılları çelmeye çalıştılar. Bu bağlamda dikkat çeken örneklerden biri de, Marksizmin tanımladığı işçi sınıfının kapitalist gelişme neticesinde ortadan kalkmakta olduğu iddiasıydı. Bu tarz fikirler aslında uzun yıllardan bu yana çeşitli kereler yeniymiş gibi piyasaya sürülüp duruldu. Ve her seferinde de –özellikle yenilgi ya da gericilik dönemlerinde– sol kesimlere musallat olan inkârcılık, döneklik, hafıza kaybı gibi olgulardan beslendi.

İşçi sınıfının yok olduğu iddiaları 1980’lerde de Andre Gorz’un “Elveda Proletarya” adlı kitabı vesilesiyle gündeme getirilmişti. Bu ve benzeri kitaplar bilimsel açıdan bir değer taşımasalar da, işçi sınıfının nesnel ve öznel varlığını inkâr etmeye yönelik sinsi ideolojik kampanyalara temel oluşturdular. Oysa kapitalizmin gerçekleri, Gorz gibilerin iddialarının tam tersine, işçi sınıfının geçirdiği iç değişime rağmen büyümekte olduğunu kanıtlıyordu. Bu nesnel hakikatin yanı sıra, tarih bize işçi sınıfı hareketindeki gerilemenin de geçici olduğunu öğretmişti. Kısacası, kendi ikircikli sınıfsal tutumları ve entelektüel hoppalıkları nedeniyle aslında işçi sınıfından da, onun devrimci misyonundan da ve disiplininden de hazzetmeyen aydınların “elveda proletarya” diyerek oluşturdukları düşünsel fanteziler koca bir vehimden ibaretti.

Bu noktada sözü fazlaca uzatmaya gerek yok. Çünkü 6 yıl önce okurla buluşan Büyüyen İşçi Sınıfı kitabımız, proletaryaya veda mesajlarıyla sınıf mücadelesinin katı gerçeklerinden kaçmaya çalışanlara gereken yanıtı vermiş bulunuyor. Ayrıca ve daha önemlisi, ilerleyen yıllar içinde kapitalist işleyişin gözler önüne serdiği olgular, işçisiz ve ebedi bir kapitalizm anlamına gelecek düşüncelerin sahteliğini ve kofluğunu kanıtlıyor. Dahası, dünya işçi hareketinde bir dönem burjuvaziyi zafer sarhoşluğuna sürükleyen koşullar değişikliğe uğruyor. Kapitalizm burjuva cepheyi peşpeşe düş kırıklıklarına sürükleyen derin bir sistem krizi içinde kıvranırken, dünya proletaryası kızıl bir yeniden uyanışın eşiğinde olduğunun işaretlerini veriyor.

Büyüyen İşçi Sınıfı kitabımızda burjuvazinin yalan balonunun yazgısı hakkında yazdıklarımız gerçekleşmiştir. Şöyle diyorduk: “Bu balon, içten içe mayalanan bir ekonomik ve siyasal krizin su yüzüne çıkıp zehirli iğnesiyle kendini patlatıvereceği günleri beklemeye yazgılıdır. Sonunda bu balon patlayacaktır. Kapitalist ekonominin yükseliş kaydettiği bir dönem boyunca, kendi sistemine güven tazeleyen burjuvazinin görmezden gelmeye, yok saymaya çalıştığı işçi sınıfı, şimdi çeşitli ülkelerde tekrar yavaş yavaş atağa geçmeye hazırlanan hareketiyle dünyaya şöyle sesleniyor: Son gülen, iyi güler!”

“Yepyeni dönem” yalanı
1980’lerde sermayenin dünya ölçeğindeki neo-liberal saldırısına muazzam bir ideolojik saldırı kampanyası eşlik etmişti. Teknolojik atılımın ve bilimde kaydedilen ilerlemelerin yerleşik gerçekleri tamamen değişikliğe uğrattığı ve kapitalizmin artık yepyeni bir döneme girdiği söyleniyordu. Burjuva ideologlara ve onların peşinden sürüklenenlere bakılacak olursa, bir zamanlar Marksizmin açıklığa kavuşturduğu kapitalist toplum gerçeği değişikliğe uğramakta ve yerini “bilgi toplumu”na terk etmekteydi. İşletmelerde son derece hızlı dönüşüm ve değişimlerin yaşandığı, artık iş düzeninin de asla eskisi gibi olmayacağı iddia ediliyordu.

Teknolojik gelişmeyle birlikte iş dünyasının giderek Avrupa’daki “sosyal devlet” uygulamalarına uyum sağlayacağı, çalışma saatlerinin kısalacağı, tatillerin uzayacağı yolunda işçiler arasında iyimser beklentiler yaratılmıştı. Devrimci Marksistler içinse, kapitalistlerin hizmetindeki teknolojik yeniliklerin işçi sınıfının çalışma koşullarını umulduğu gibi iyileştirmeyeceği son derece açıktı. Onlar, elektronik alanında kaydedilen devrim niteliğindeki ilerlemelerin burjuvazi tarafından işçi sınıfı aleyhine kullanılacağını açıklamaktan geri durmadılar. Artan iletişim olanaklarının işletmelerin küçültülmesine, taşeronlaştırmaya, esnek çalıştırmaya ve dolayısıyla sendikasızlaştırmaya yol açacağı uyarısında bulunmayı sürdürdüler. O günden bugünlere ilerleyen süreç bu uyarıların ne denli doğru olduğunu gözler önüne seriyor. Sermayenin günümüzde daha da yoğunlaşan neo-liberal saldırıları işçilerin iş ve yaşam koşullarını alabildiğine kötüleştirmiş bulunuyor.

80’lerde ve 90’larda pek revaçta olan “yepyeni bir dönem” masallarına eşlik eden argümanlardan biri de zamanla canlı işçilerin yerini robot-işçilerin alacağı şeklindeydi. Burjuva düzen yanlısı yazarlar bu tür mevzuları, gelecekte insanlığı işçisiz ve bunalımsız bir kapitalizmin beklediği yalanına sözde bilimsel bir gerekçe yaratmak için öne sürer hale gelmişlerdi. Ne var ki bu tür görüşlerin etkisini farklı çevrelerde de hissetmek mümkündü. Örneğin inkârcı ve dönek yazar-çizer taifesi, sosyalizmden umudu kestiği ölçüde teknoloji tapınmacılığına kaymıştı. Üretici güçlerdeki gelişmeye bağlı olarak işçi sınıfının iç yapısında cereyan eden kaçınılmaz değişim, bu gibi unsurlar tarafından neticede burjuvazinin işine gelecek tarzda yorumlanmaya başlanmıştı. Bunlar arasında, robotlaşma gibi teknik konulara boyundan çok büyük sosyal önemler atfetmek ve böylece işçi sınıfının devrimci misyonuna inançsızlık aşılamak moda haline gelmişti.

Sınıf mücadelesinin gelgitlerinden son tahlilde hep burjuva düzen lehine etkilenen entelektüel taifesi, işte bu türden hayhuylarla dünden bugünlere ulaştı. Ne var ki bu süre boyunca kapitalizm de boş durmadı ve “işçisiz ve bunalımsız bir kapitalizm” masallarını yerle bir edecek şekilde yol aldı. Kapitalizmin krizinin bacayı sardığı günümüz koşullarına artık o uçuk aydın masalları değil, muazzam ölçüde artan işsiz kesimleriyle birlikte devasa büyüyen ve düzen için tehlikeli hale gelen bir işçi sınıfı damgasını basıyor. Çalışma saatleri kısalmıyor, tersine günümüzde kapitalist iş süreci başı sonu belli olmayan kuralsız bir çalışma düzenine (burjuvazi buna “esnek çalışma düzeni” diyor!) dönüştürülmüş bulunuyor. Güncel kapitalizm işçiye nefes alacak vakit bırakmayan uzun ve molasız iş saatleriyle, neredeyse geçmişe bile rahmet okutuyor. Canlı işçilerin yerini robot-işçilerin alması ne kelime, kapitalistler dünya üzerinde bedavaya yakın ücretlerle çalışmaya hazır aç insan ordularını buldukça makine-yoğun iş süreçlerinden emek-yoğun iş süreçlerine tornistan ediyorlar. İşte yoksul işçi-emekçi kitlelerin penceresinden dünyaya bakıldığında, içinde yaşadığımız kapitalist dünya budur!

Robotlar artı-değer üretmez
Çok açık olan bir gerçek var. Teknoloji sınıf çelişkilerini ortadan kaldıran bir güç değildir ve kendi başına insanlığın gidişatını belirleyemez. Belirleyici olan, teknolojinin hangi egemen güçler tarafından ve hangi çıkarlar doğrultusunda kullanıldığı ve yönetildiğidir. Bu tür toplumsal yasaları doğru dürüst kavrayamadıkları için her teknolojik yeniliğin altında bir “boncuk” arayanlar robotlaşma mevzuuna da aynı mantıkla yaklaşmaktadırlar. Oysa tartışılan konunun özüne vakıf olanlar, robotlaşmanın büyük ve önemli bir bölümünün zaten uygulanmakta olan makineleşme anlamına geldiğini bilirler. Dünya üzerinde sayıları son derece az olan insansı robotlar ise, büyük şirketlerin reklâm amacıyla kullandıkları veya ev içi hizmetlerde kullanılan sınırlı örneklerden ibarettir.

Somut bir örnek vermek gerekirse, Honda firmasının reklâm amacıyla çeşitli ülkelerde gezip dolaştırdığı insansı robotu Asimov’u hatırlayabiliriz. Firma birkaç yıl önce, adını ünlü kurgu-bilim yazarı Isaac Asimov’dan alan bu reklâm robotunu aylık yaklaşık 25 bin avrodan kiralayacağını duyurmuş ve bu konu basında 40 bin YTL maaşlı çaycıların geldiğine dair esprili yorumlara da neden olmuştu. Çeşitli şirketlerde reklâm amacıyla kullanılacak robot Asimov, misafirleri karşılayıp onlara ikramda bulunacak şekilde programlanmıştı. Makine yağını koyduğunuz sürece yorulmayacak, bilgisayar programında arıza çıkmadığı sürece itaatte kusur etmeyecek bu robot-işçi, ilk bakışta kapitalistler açısından son derece cazip bir buluş gibi görünebiliyordu.

Ne var ki, işin ekonomik boyutu esprinin bitip ciddiyetin başladığı noktaya işaret etmektedir. Robot-işçilerin üretim maliyeti milyonlarca dolarlık bütçelere denk düşüyor ve bu durum kapitalistleri Asimovlardan soğutmaya yetecek katı gerçeği oluşturuyor. Ancak robot-işçinin yaygın kullanımının kapitalizmin mantığına ters olması, kapitalistlerin Asimovları reklâm amacıyla şurda-burda kullanmayacakları anlamına gelmiyor. Bunun da ötesinde, insansı robotlar anlamında olmasa bile gelişkin ve kompleks makineler anlamında “robotlar” kapitalist üretim sürecinde zaten yoğun biçimde kullanılmaktadır.

Asimovlar gibi robot-işçilerin kapitalist üretim tarzı altında yaygın biçimde kullanılamayacağı ve bu tür insansı robot teknolojisinin kapitalist üretim sürecine egemen olamayacağı bellidir. Canlı işçilere üç kuruş ücret zammı yapmaktan kaçınan patronların, ayda 40 milyar maaşlı çaycı, meydancı vb. çalıştırabilecekleri düşüncesi boştur, gülünçtür. Nitekim robot-işçiler konusunda yürütülen tüm tantanaya rağmen canlı işçilerle çalışan fabrikaların yerini robot-işçilerle çalışan fabrikalar almamıştır. Denilenlerin aksine, robot-işçilerle çalıştırılan fabrikaların sayısı hiç de artmamıştır. Nihayetinde robot-işçiler konusu da sinsi emelli burjuva propagandalarından biri düzeyinde kalmış ve esasen işçi sınıfının rolünü küçümsemeye, işçileri işlerini kaybedebilecekleri düşüncesiyle terbiye etmeye hizmet etmiştir.

Kapitalizm canlı emekten sağlanan artı-değer sömürüsü sayesinde kâr düzenini sürdüren bir toplumsal sistemdir. Canlı emek, etiyle kanıyla üretim sürecine katılan işçilerdir. Robotlar ise ne kadar insansı görünüme bürünürlerse bürünsünler, sonuçta birer cansız makineden ibarettirler. En basitinden en karmaşığına tüm makineler vaktiyle canlı emek tarafından yaratılmışlardır ve değişik biçim ve işlevlerine karşılık halihazırda ölü emek demektirler. Bu gerçekler çerçevesinde, kapitalizmde işçi sınıfının yerini neden robotların alamayacağı kolayca anlaşılabilir. Çünkü üretim sürecinde robot teknolojisi kullanımının tamamen egemen olması, canlı emeğin üretim sürecinden kovulması ve bu sürecin yalnızca ölü emek sayesinde sürdürülmesi anlamına gelir. Aslında böyle bir durum, insanlığın daha önce yarattığı muazzam üretici güçler sayesinde artık çalışmadan yaşayabilme kapasitesine işaret eder. Fakat öte yandan bu, artı-değer sömürüsünün de son bulmasını ifade eder ki, böyle bir şeyin kapitalizm altında gerçekleşmesi asla mümkün değildir.

Kapitalizm değişim değerleri üretimine, genelleşmiş meta üretimine dayanır. Kapitalist gelişme süreci eski dönemlerin üreticisini (küçük meta üreticisini) üretim araçlarından kopartarak işçiye dönüştürür ve genelleşmiş meta üretiminin egemenliğini tesis eder. Metalar, içerdikleri emek miktarına göre birbirleriyle değişilirler. Sermaye, üretilen değişim değerleri kitlesinin içerdiği artı-değer miktarı büyüdüğü oranda semirip gelişir. Bu bakımdan, değişim değerleri üretimi, canlı emeğin sömürüsü ve üretim sürecine katılan canlı emekten yeni bir artı-değer kitlesinin çekilip alınması gibi olgular kapitalist üretim tarzının olmazsa olmazlarıdır. Kapitalizmde üretim sürecine ölü emeğin katılması ile canlı emeğin katılması arasında muazzam bir nitelik farkı vardır. Ölü emek artı-değer yaratmaz, artı-değerin yaratıcısı yalnız ve yalnızca canlı emektir.

Canlı emek fiilen çalıştırılan işgücünde somutlanır ve yalnızca kendisine ödenenin (ücretin) karşılığı olan bir değeri yeni ürünlere geçirmekle kalmaz, bunun ötesinde yeni bir değer de yaratır. Makineler, teçhizat gibi üretim faktörlerinde somutlanan ölü emek ise yeni değer yaratmaz; üretilen ürünlere ancak kendi toplam değerinin o üretim sürecinde kullanılan miktarını aktarabilir. O halde üretim sürecinde canlı emek kullanmadan kapitalistin esas amacına ulaşması, yani artı-değer ürettirip buna el koyması mümkün değildir. Buradan hareketle altını çizmek gerekir ki, yalnızca robot kullanımına dayanan bir kapitalizm, kapitalizmin kendini inkârı olurdu. Zaten kapitalizmin somut gerçekleri, robot-işçi kullanımı konusunda yaratılan söylencenin bir propagandadan ibaret olduğunu gözler önüne seriyor.

En başta sermayenin fiili dürtüsü, canlı işçileri gözden çıkartıp onların yerini cansız robotlarla doldurmayı engellemektedir. Zira sermaye hep kâr zarar hesabı yaparak hareket eder. Fabrika kapılarının önünde boğaz tokluğuna çalışmaya hazır ve kendisine ödenenin çok üstünde artı-değer yaratacak canlı işçilerin bekleştiği herkesin malûmudur. Hal böyleyken, sermaye bundan vazgeçip kendisine muazzam miktarlarda paraya malolan, hem de fazladan bir değer yaratmayan robot biçimindeki ölü emeğe bel bağlayacak değildir. Üretici güçlerin ulaştığı bugünkü düzeyde canlı işçi yerine robot kullanımı teknik açıdan ne denli mantıklı görünürse görünsün, kapitalizmin yasaları bu mantıkla çelişmektedir.

Yine salt teknik açıdan düşünüldüğünde, robot kullanımıyla insanları ağır işlerden tamamen kurtarmak ve muazzam bir üretim artışıyla yeryüzünde bolluk yaratmak pekâlâ mümkündür. Fakat işte bu noktada da karşımıza, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin insanlık yararına gelişimine ket vurması gerçeği dikilmektedir. Özetle tüm somut veriler, “işçi sınıfı öldü”, “işçilerin yerini robotlar alacak” gibi iddiaları geçersiz kılmakta ve kapitalizmin insanlığın önünde nasıl gerici bir engel haline geldiğine işaret etmektedir.

En gelişkin robotlar, insana neredeyse tıpatıp benzetilerek üretilmiş insansı-robotlar, bunların tümü ölü emeğin cisimleşmiş halleridir. Yalnızca robot teknolojisinin kullanımına dayanan bir kapitalist, ölü emeğe ödediği muazzam miktarda meblâğı üretilen ürüne geçirmeye çalışmaktan ibaret kârsız bir işle yetinmiş olur. Çok açıktır ki, bir kapitalistin böyle bir işi istemesi ya da sürdürmesi tamamen akıl dışıdır. O nedenle teknoloji ne denli gelişirse gelişsin, kapitalizm devam ettiği sürece canlı emek ve yalnızca canlı emek altın yumurtlayan kaz konumuna sahip olmayı sürdürecektir. İnsansı robotların en mükemmeli bile, kapitalizmde canlı emeğin sahip olduğu sihirli güce asla ulaşamayacaktır. İşçi sınıfı kapitalizmi dünyadan silip süpürdüğünde ise, yeryüzünde ne değişim değerleri üretimi ne de artı-değer üretimi kalacaktır. İşte ancak o zaman dünya üzerindeki insanlar, daha önce üretilmiş devasa ölü emek birikimi ve yaratılan bolluk sayesinde, toplumsal üretim sürecinde canlı emeğe pek de fazla ihtiyaç duymadan keyifli bir yaşam sürdürebileceklerdir.

Yüksek teknoloji ve insansı-robotlar ancak öyle bir dünyada, insanın kendi özü ve doğayla barışık biçimde ve de eşitlik anlayışı temelinde tüm insanlığın hizmetine girebilir. Kapitalizm altında bunları düşünmek ise ya boş bir hayal ya da büyük bir kandırmacadan ibarettir. Kapitalizmin emrindeki bir teknolojinin gelişimi insan yaşamını hiç de adaletli biçimde kolaylaştırmamaktadır. Tersine, üretim araçlarının mülkiyetine sahip bir azınlığı bu teknolojinin patronu kılmakta ve yalnızca bu azınlığı teknolojik devrimlerin nimetleriyle abat etmektedir. Kapitalizm dünyanın emekçi çoğunluğu üzerine ise gelişkin teknoloji ile ölüm kusmaktadır. Sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumda tüm insanlığın hizmetine koşacak insansı-robotlar, kapitalizm altında yoksul insanlara hükmedecek androitlere (insan kadar zeki robotlar), modern köle-başlarına dönüştürülmektedir.

İşçi sınıfı yok olmuyor, büyüyor!
Hayatta her şey karşıtıyla vardır. Sermaye ve ücretli-emek de çelişkileri içinde diyalektik bir bütündür. Sermayenin üretimi aynı zamanda ücretli-emeğin de üretimi demektir. İşçi sınıfı olmadan burjuvazi var olamaz. Kapitalizm ilerleyiş çizgisi boyunca kırı çözerek, geçmiş dönemlere özgü emekçileri proleterleştirerek, eski üretim tarzlarını-ilişkilerini tarihe gömerek ve de ulusal sınırları aşıp evrenselleşerek kapitalist bir dünya sistemi yaratmıştır. Kapitalizmin kaçınılmaz küresel gelişimi, modern toplumun iki temel sınıfını oluşturan burjuvazi ve proletaryaya da dünyasal bir karakter kazandırmıştır. Böyle bir dünyada işçi sınıfının gücünü yok saymaya, bu gücü görmezden gelmeye çalışan yaklaşımlar kendilerini beyhude yere kandırmaktadırlar. Gerçekte bugün tüm dünya nüfusu içinde ağırlığını hissettiren sınıf proletaryadır. Bu durum Marksizmin kurucularının daha yıllar öncesinden kapitalizmin genel gelişme eğilimlerini çözümleyerek işaret ettikleri temel gerçeklerden birisidir. Dünya nüfusu giderek daha büyük oranlarda proleterleşmektedir.

Bu ve benzeri gerçeklerden rahatsız olan tüm yazar-çizer ve düşünür takımı, daima, kimi gelişme eğilimlerini tersten okuyarak icat ettikleri tahrifat ve çarpıtmalarıyla ünlenirler. Burjuva ideologları ve onların etki alanına girmiş solcu dönekler taifesi de zaman içinde işçi sınıfının iç yapısında gerçekleşen değişimleri işte bu yolda kullanmışlardır. Bu nedenle, sayıları artan beyaz yakalı işçiler, devlet memuru statüsündeki kamu işçileri, makine kullanımının yoğunlaşmasıyla artan işsizler ordusu vb., bunların tümü işçi sınıfının kapsamı dışına kovalanmıştır. Maksat, “Marx yanıldı”, “işçi sınıfı aslında büyümüyor, küçülüyor” benzeri yavan iddialara bilimsel görünen birtakım gerekçeler icat edip göz boyayabilmektir.

Oysa Marx, ortaya atılan tüm bu yavan iddialarla daha yıllar öncesinden alay edercesine, kapitalist gelişmenin işçi sınıfının iç yapısında yaratacağı değişime dikkat çekmiştir. Kapitalizmin gelişmesi, işçi sınıfının içinde de sürekli bir başkalaşımın yaşandığı dinamik bir süreçtir. Teknolojik gelişme neticesinde işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında ve ayrıca sınıfın iç yapılanmasında, işçilerin üretim dallarına dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişimler gerçekleşir. Kapitalist gelişme neticesinde bir yanda sermaye birikimi yoğunlaşıp merkezileşirken, diğer yanda işçi sınıfı tüm kesimleri itibarıyla değerlendirildiğinde büyümesini sürdürür.

Bütün toplumsal sınıflar gibi işçi sınıfı da kuşkusuz homojen bir sınıf değildir. İçinde zamanla nicel ve nitel açıdan değişime uğrayan farklı kesimleri barındırır. Fakat toparlayıcı biçimde en baştan belirtmek gerekirse, üretim aracı sahibi olmayan ve yaşamlarını asıl olarak işgüçlerini kapitalistlere satarak sürdürebilen ücretlilerin tümü, meslek, gelir düzeyi, üretimdeki pozisyon farklılıklarına bakmaksızın genel olarak işçi sınıfının kapsamı içindedirler. İç yapısındaki farklılaşmalara rağmen işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde ve kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmez. Kimi eski sanayi kollarının gözden düşmesiyle buralarda çalışan işçi sayısı azalır, fakat yükselişe geçen yeni alanlarda (enerji, inşaat, ulaştırma, iletişim sanayii ve büyük işletmeler halinde örgütlenen büro işleri, hizmet sektörü gibi) istihdam edilen işçi sayısı ise artar. Genelde makineleşmenin dev boyutlara ulaşmasıyla üretim sürecinde makine kullanımı alabildiğine yoğunlaşır. Fakat bu genel gelişme eğilimine rağmen kapitalizm işçi sınıfı olmadan varlığını sürdüremez.

Üretici güçler geliştikçe, çok daha fazla ölçekte üretim daha az sayıda işçiyle yapılabilir hale gelir. Ne var ki, teknolojik değişim işçi sınıfının işli ve işsiz kesimi arasındaki verili dengeyi bozar ve sınıfın işsiz kesiminin büyümesi doğrultusunda bir eğilim yaratır. Ayrıca kapitalist işleyişteki daralmalar neticesinde de işçi sınıfının işli kesimiyle işsiz kesimi arasındaki oran, fiilen bir iş bulup çalışan işçiler aleyhine bozulur.

Kapitalist üretim sürecinin devamı için çeşitli tür ve vasıfta emeğe ihtiyaç olmakla birlikte, artı-değer üretimi üretken emeğin kullanımını zorunlu kılar. Kapitalist üretim sistemi içinde üretken emek, yalnızca kendi işgücünün değerini değil, ayrıca buna ek olarak kapitalist için doğrudan artı-değer üreten ücretli emektir. Bu artı-değerin kapitalist üretim sürecinin hangi kesiminde üretildiği, örneğin klasik sanayi kesimlerinden birinde mi yoksa modern hizmet kesimlerinden birinde mi yaratıldığı bu açıdan hiçbir fark teşkil etmez. Diğer yandan, işçi sınıfının kapsamı kuşkusuz yalnızca üretken emekle sınırlı değildir ve işçi sınıfının kapsamını bütünsel olarak kavrayabilmek için üretken olmayan emeği, yani artı-değer üretmeyen işçileri de mutlaka hesaba katmak zorunludur.

Ticaret, depolama, muhasebe vb. gibi alanlarda istihdam edilen emek artı-değer üretmediği için kapitalist açıdan üretken olmayan emektir. Fakat böyle olması, bu işçilerin sömürülmediği anlamına gelmez. Her iki işçi kategorisi açısından da ortada bir sömürü ve karşılığı ödenmeyen emek vardır. Yine de üretken olan ve üretken olmayan emek arasında ayrım yapmak gereklidir. Üretken emek kapsamına giren işçilerin karşılığı ödenmeyen emek zamanı artı-değer üretir ve bu işçilerin patronlarının artı-değere doğrudan doğruya el koymalarını sağlar. Üretken olmayan emek kapsamındaki işçilerin karşılığı ödenmeyen emek zamanı ise, bu işçilerin patronlarının üretken işçilerin üretmiş olduğu artı-değerin bir kısmına el koymalarını sağlar.

Üretim sürecinde gerçekleşen teknolojik yenilikler, işçi sınıfı içinde kafa ve kol emeği arasındaki farklılıkları silikleştirme eğilimindedir. Kapitalizmin gelişmesi, üretim sürecinde kol emeğinin önemini azaltıp kafa emeğinin önemini artırma eğilimi sergiler. Unutmamak gerekir ki, aslında teknolojinin gelişebilmesi ve üretim sürecinde kol emeğinin yoğunluğunu düşüren makinelerin bulunup uygulamaya sokulması, bilimsel buluşlar vb., bunların hepsi toplumsal emeğin ürünüdürler. Ancak kapitalizm işçinin emeğinin ürününü sermayeye dönüştürür. Ve toplumsal emeğin güçleri de işçilerin karşısına, onlara yabancı bir güç, sermayenin biçimleri olarak dikilirler. Bu ve benzeri durumlar kapitalist işleyişin yarattığı derin yanılsamaların kaynağıdır. Bu yanılsamalar konusunda çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, üretim sürecinde gittikçe daha yoğun biçimde kullanılan kafa emeğinin konumunu hatırlatabiliriz. İşin gerçeğinde işçi sınıfının bir bileşeni olan bu kafa emeği, işçiler tarafından sermayenin bir gücü gibi algılanmaktadır.

Kapitalizm genelde bilimi de sermayenin emrindeki üretici güce dönüştürmüştür. Günümüzde sınıflar üstü, tarafsız bilim diye bir şey yoktur. Açıktır ki, bilim işçinin karşısına sermaye olarak dikilmektedir. Bu bakımdan burjuvazi ile proletarya arasındaki ayrımın ve çelişkinin azaldığını iddia eden tüm bilimsel cilâlı tezler (post-modern toplum, endüstriyel toplum, bilgi toplumu vb.) son tahlilde sermayeye hizmet etmektedirler. Teknoloji ve bilim üzerindeki sermaye egemenliğini sorgulamadan bilim ve teknolojiye tapınan okumuşlar, aptallıklarının yanı sıra bir de iflah olmaz düzen yanlısı konumlarını sergilemektedirler.

Kapitalist gelişme, belirli bir toplumsal üretim miktarı için gereken toplumsal emek zamanını azaltmaktadır. Bunun yanı sıra, farklı emek türleri kolektif üretici niteliğinde birleşmekte ve toplumsal ihtiyaçların çok daha kısa çalışma saatleri içinde kolektif biçimde karşılanması olanaklı hale gelmektedir. Fakat bu “olanak” kapitalist üretimin sınırlayıcı doğasının diktiği duvarlara toslayarak yamulmaktadır. Bu nedenle küresel kapitalizm, en yeni tekniklerle neredeyse bedava işgücünün kullanıldığı en ilkel üretim yöntemlerinin yan yana barınabildiği bir tarihsel garabete dönüşmüştür. Emekçi kitlelerin yaşadığı gerçeklerle teknik olanaklar arasındaki açlık ve tokluk uçurumu alabildiğine büyümüştür.

Kapitalist sistemin günümüzdeki bu çarpıcı gerçekliği akla yıllar önce en güzel biçimde ifade edilmiş bir hakikati getiriyor. Marx’ın yıllar önce dediği gibi, emek zenginler için harikalar üretirken, işçiler için yalnızca yoksulluk ve yoksunluk üretiyor. Kapitalizm emeğin yerine makineleri geçirirken, işçilerin bir bölümünü de barbarca bir çalışma düzeni içine atıyor. Fazla söze ne hacet! Kapitalizm altında işçi günümüzde de ücretli köle olmayı sürdürüyor ve tıpkı kendinden önceki işçi kuşakları gibi, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi bulunmuyor.

Kâr oranları düşüyor
Kapitalist üretim süreci belirli zaman aralıklarıyla birbirini takip eden döngüler temelinde yol alır. Kapitalist ekonomi bu temelde bir kriz dönemini atlatarak yeni bir genişleme dönemine ulaşır. Kapitalist sanayi döngüsünün kriz evresinden yeni bir yükseliş evresine geçiş, teknolojik yenilenme ve emeğin üretkenliğini arttıran yöntemlerin uygulamaya konması sayesinde mümkün olabilmektedir. Kendi aralarındaki rekabet, kapitalistleri, emeğin üretkenliğini artırıp üretim maliyetlerini düşürecek yöntemleri bulup uygulamaya sevk etmektedir. Bunun anlamı, daha kısa zamanda daha az işgücü kullanımıyla daha çok meta ürettirmektir.

Kapitalistler el koyacakları artı-değer kitlesini ve dolayısıyla kârlılıklarını büyütmeye çalışırlarken, üretim sürecinin teknik niteliği ve yatırılması gerekli sermayenin iç bileşimi de değişime uğrar. Üretim sürecinde eski dönemlerin emek-yoğun tekniklerinin kullanımı azalırken makine-yoğun tekniklerin kullanımı artar. Teknolojik ilerleme, aynı süre içinde aynı miktarda canlı emeğin giderek artan büyüklükte bir değişmeyen sermayeyi (üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler, iş aletlerine tahsis edilen sermaye) işlemesini ve bunlardan artan miktarları yeni değerlere katabilmesini mümkün kılar. Fakat bunun sonucunda değişmeyen sermaye giderleri de kaçınılmaz olarak artar. Bu artan miktarın toplam sermaye içinde değişen sermayeye (işgücüne tahsis edilen sermaye) oranı ise büyür. Bu oran “sermayenin organik bileşimi” olarak adlandırılır ve zamanla yükselme eğilimi sergiler.

Kapitalist gelişmeyle birlikte eskiye oranla çok daha karmaşık makine ve teçhizatlara muazzam miktarlarda yatırım harcaması yapılmakta ve böylece hem toplam sermaye tutarı hem de sermayenin organik bileşimi yükselmektedir. Bu olgu ortalama kâr oranlarında da düşüş eğilimi yaratmaktadır. Bu noktada kâr oranı ile artı-değer oranının aynı şey olmadığını hatırlatmak yararlı olacaktır. Kâr oranı işçiden sızdırılan artı-değerin toplam sermayeye oranıdır. Oysa artı-değer oranı, işgününde işçinin kapitalist için çalıştığı bölümün (artı-emek) kendisi için çalıştığı bölüme (gerekli-emek) oranıdır. Her iki bağıntı birlikte düşünüldüğünde kapitalist işleyişin önemli bir yasası kavranabilir. Artı-değer oranı aynı kalsa ya da artsa bile, emeğin üretkenliğinin yükselmesini sağlayan makineleşme harcamaları neticede kâr oranını düşürmektedir. Ancak ortalama kâr oranlarının düşme eğilimi yasası, sürekli olarak mutlak düşüşlerin yaşanmasını anlatmaz. Bu yasa, düşüş yönünde tarihsel bir eğilimin işlediğini ifade eder.

Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi, kapitalist sistem krizlerinin ortaya çıkışında da merkezi bir öneme sahiptir. İşçi daha üretken hale geldiğinde ve daha çok sömürüldüğünde kâr oranları yükselmemekte, aksine düşüş eğilimi göstermektedir. Bu durum kapitalizmin açmazlarına, örneğin robotlaşmadaki sınırlara da işaret eder. Öte yandan, kâr oranı kapitalist üretimin itici gücüdür ve metalar kapitalistler için kârlı oldukları sürece üretilirler. Yeni bir üretim yöntemi ne denli üretken olursa olsun, kârlılığı düşürdüğü sürece hiçbir kapitalist tarafından gönüllü olarak uygulamaya konmaz. Üretkenlikteki gelişme, kapitalisti, bir malın üretimi için gereken toplumsal emek-zamanını azalttığı için değil, kârını yükselttiği için ilgilendirir. Kapitalistler hesaplarını soyut formüller üzerinden değil, elde ettikleri somut kâr oranı ve kâr kitlesi gibi rakamlar üzerinden yürütürler.

Yeni üretim yöntemleri kapitalistlere, ancak sermaye faktörlerinin fiyatlarını ucuzlatıp kârlılığı arttırdığı zaman cazip görünebilir. Kapitalizmin katı iç yasaları derinlemesine hesaba katıldığında, toplam sermaye içinde değişen sermaye tutarını neredeyse sıfır noktasına doğru çekip, değişmeyen sermaye tutarını ise alabildiğine artırmanın hiç de hayırlı bir sonuç doğurmayacağı açıktır. Bu bakımdan, işçi sınıfının yükünden kurtulma düşüncesiyle canlı işçi yerine robot-işçi çalıştırma fantezisinin kapitalistler açısından yağmurdan kaçarken doluya tutulmak dışında pek de bir anlamı bulunmamaktadır.

Teknolojik buluşlar bir devrim niteliğine büründüğünde dahi, bunun sermayeyi ilgilendiren tarafı, işin teknik mucize boyutu değildir. Kapitalistler daima yeni buluşların üretim sürecine uygulanmasının kârlı ve yaygın pazar alanları yaratıp yaratmadığına bakarlar. Kapitalizm tarihinin gözler önüne serdiği üzere, yeni teknolojilerin kullanıma sokulması önce belirli bir süre muazzam kârlar sağlanmasına fırsat verebilir. Fakat kullanım yaygınlaştıkça yeni teknolojiler sıradanlaşacak ve sermayenin organik bileşimi yükseldikçe de ortalama kâr oranları düşecektir. Nereden bakarsak bakalım, kapitalist sistemin içerdiği çelişkiler kapitalistlerin kaçıp kurtulamayacağı doğa yasaları gibidir. Bu sistem, kapitalistlerin doymak bilmez kâr arzusunun körüklediği aşırı üretim olgusu ile geniş kitlelerin sınırlı tüketim gücü arasındaki çelişkiyi de asla aşamaz. Böylesi eşitsiz, adaletsiz ve mantıksız bir sistemin hak ettiği son, işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkılmaktan başka bir şey olamaz.

Uyuklayan dev uyanıyor
İşçi sınıfı gerçeğinin bilimsel olarak iki farklı açıdan ele alınması gerekir. Kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf olarak ifade edebileceğimiz bu iki farklı pozisyon, kapitalist gelişme süreci boyunca işçi sınıfının oluşup olgunlaşma sürecinin de farklı uğraklarıdır. Birincisi sınıfın nesnel varlığına işaret ederken, ikincisi sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyini dile getiren öznel sınıf konumunu anlatır. Kapitalist gelişme süreci aynı zamanda işçi sınıfının nesnel bir varlık kazanma sürecidir. Bu sürecin giderek daha çok sayıda işçiyi sermayenin sömürüsü altında bir araya getirmesiyle birlikte bir öznel sınıf pozisyonu da gelişmeye başlar. İşçiler arasında kaçınılmaz olarak birleşme ve mücadele etme çabaları filizlenir. İktisadi talepleri çerçevesinde patronlara karşı örgütlenmeye geçen işçiler arasında ilksel sınıf bilincinin kıvılcımları çakar. İşçi sendikalarında birleşen işçiler, sömüren ve sömürülen arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın bilincine varmaya başlarlar.

İşçi sınıfının kapitalizme karşı devrimci bir mücadele yürütebilmesi için bu bilinç ve örgütlülük eşiğinin aşılması zorunludur. Devrimci işçi sınıfı, devrimci siyasal bilinçle donanan ve bu temelde örgütlenen işçilerin oluşturduğu bir toplumsal-siyasal varlıktır. Kapitalizme karşı sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumu, yani sosyalizmi amaçlayan bir mücadeleden söz edebilmek için öncü işçilerin devrimci siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyine yükselmiş olmaları gerekir. İşte Marksizmin dünyayı değiştirme bağlamında asıl üzerinde yoğunlaştığı sorunlar da zaten sınıfın bu öznel konumuna ilişkindir.

Sınıfın öznel konumundaki gerileme koşullarını, işçi sınıfının varlığını ve tarihsel rolünü reddetmek için bahane olarak kullanan inkârcı ve dönek zihniyet hep var olmuştur. Bu tür bir zihniyeti temsil eden siyasal çevreler, Marksizme kara çalabilmek gayesiyle sınıfın öznel konumundaki gerilemeyi her daim abartıp mutlaklaştırırlar. Bunlara göre, hemen şimdi gücünü kanıtlayan bir proletarya hareketi yoksa, proletaryanın devrimci potansiyeline bel bağlamak ve bu potansiyelin harekete geçebilmesi için çaba sarf etmek de beyhude bir uğraştır. Oysa nesnel ve öznel sınıf konumları arasında diyalektik bir ilişki olmakla birlikte, öznel konumdaki dönemsel gerilemeler sınıfın nesnel varlığını ortadan kaldırmaz ve onun devrimci potansiyelini yok etmez. Fakat sınıf mücadelesi sürecinde işçiler aleyhine gerçekleşen tarihsel olaylar, dünya proletaryasını, tekrar anlamlı bir uyanışın olacağı bir tarihsel dönemece dek derin bir kış uykusuna yatırabilir. Nitekim uzun bir dönem boyunca olmuş olan da işte budur.

Ezilen, sömürülen ve baskı altında tutulan sınıfları yönetebilmek için egemen sınıflar her devirde yalan üretimine ihtiyaç duymuş ve bu nedenle devletlerini ideolojik aygıtlarla donatmışlardır. Kapitalizmin tarihi incelendiğinde de açıkça görülecektir ki, burjuva ideolojisinin işçi sınıfına karşı ileri sürdüğü argümanlar kafaları karıştırmak ve işçileri mücadele yolundan döndürmek için üretilen yalanlardan ibarettir. Teknoloji gelişip bilimde ilerlemeler kaydedildikçe bu yalanlar bilimsel ambalajlara sarılsa da işin özü değişmez. Ne var ki, bu yalanlar ne denli ustaca imal edilmiş olurlarsa olsunlar kapitalizmin derin krizlere sürüklendiği dönemlerde gerçeklerin duvarına toslayıp parçalanmaya yazgılıdırlar.

İşte kapitalist sistemin özellikle 80’lerden günümüze, yeni teknolojilerin genç kuşaklarda yarattığı illüzyonlar eşliğinde piyasaya sürdüğü yalanların başına gelenler de bu dediklerimizi çarpıcı biçimde somutluyor. Okuyan gençlik ve kentlerin genç işçi kuşakları yalanlarla avlanıp kapitalizme bağlanmak istense de, aslında yalan imparatorluğunun parlak çağı pek de uzun sürmedi. Kapitalizmin sistem krizi, son dönemde burjuvaziyi bile korkulara gark ederek, dünyadaki siyasal atmosferi ve sınıfların ruh halini değişikliğe uğratıyor. Eski dönemlerin korkunç kırım ve kıtlık dönemlerini çağrıştırırcasına eğitimsizliğe ve sefalete mahkûm edilmiş bir açlar ordusu, kapitalizmin yalanlarını tuzla buz edercesine dört nala ilerliyor.

Yok olduğu söylenen işçi sınıfı, kapitalizmin ilkel birikim dönemine benzer çalışma koşullarına geri döndürülen bölükleri ve işsizlik girdabına sürüklenen yedek sanayi ordularıyla modern çağların kentlerini devasa varoşlara dönüştürüp kuşatıyor. Proletarya, kendisini tarihten silmeye ve külliyen yok saymaya çalışanlara inat, “ben buradayım” diye dikilip haykırıyor. Uzun bir süredir uyuklayan dev, genel bir uyanış ve silkiniş çabası içinde olduğunu dosta düşmana göstermeye başlıyor. Önümüzdeki 1 Mayıs günü de dünyanın dört bir yanında işçiler kızıl bayrakları ve savaşsız, sömürüsüz bir dünya istemini dile getiren pankartlarıyla; birlik, mücadele ve dayanışma istemini dile getiren sloganlarıyla alanları dolduracaklar. Selam olsun dünya işçi sınıfına! Selam olsun yaratana! Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selam!