Cuma, Kasım 02, 2007

Savaş Çığırtkanlığı,Emperyalist Emeller ve İktidar Kavgası Mehmet Sinan-Savaşa ve Şovenist Akıntıya Kapılma!Akın Erensoy-Kapitalist Eğitimin..Kerem D

Savaş Çığırtkanlığı, Emperyalist Emeller ve İktidar Kavgası
Mehmet Sinan

Emperyalist iştahı kabarmış olan Türkiye’deki kimi “askeri” ve “sivil” burjuva kesimler, medya aracılığıyla yürüttükleri yoğun bir şovenizm ve savaş kışkırtıcılığı propagandasıyla, toplumu yakın bir savaş psikolojisine sokmuş bulunuyorlar. Neredeyse günlük basının tüm sayfalarında ve tüm TV programlarında, asker cenazeleri üzerinden duygu sömürüsü yapılarak ve tüm ülkede kardeş Kürt halkına karşı ırkçı, şoven gösteriler kışkırtılarak Türk ve Kürt halkı arasında düşmanlık tohumları saçılmaktadır. Kuşkusuz ki bu, bütün emperyalist savaşlarda olduğu gibi, burjuvazinin, kesinlikle emekçi halk kitlelerinin çıkarlarına aykırı olacak bir savaşı, onlara benimsetmek için yürüttüğü bir “psikolojik savaş” yöntemidir. Sanki bu savaş yirmi beş yıldan beri devam etmiyormuş da yeni başlıyormuş ve sanki bu savaşta şimdiye kadar otuz binden fazla insan yaşamını yitirmemiş de, ölümler yeni başlamış gibi bir psikolojik algı bozukluğu yaratmaya çalışıyor savaş kışkırtıcısı burjuva medya. Yaratılmaya çalışılan sonucu belirsiz bu karanlık savaş ortamında, büyük sermaye patronlarının ve şahinlerin basın sözcülüğüne soyunmuş yazar kılığındaki sermaye kâhyaları da en ön safta yer alıyorlar. Bu kâhyalar, bir başka ülkenin devlet yöneticilerini, yani Irak’ın Kürt bölgesi yöneticilerini doğrudan hedef göstererek, o bölgenin işgali için savaş naraları atıyorlar. Emperyalist emeller besledikleri çok açık olan kimi sermaye grupları ya da burjuva kesimler, genel olarak Ortadoğu’da alt emperyalist bir güç olmayı ve özel olarak da bölgede Kürt halkını baskı altında tutmayı arzuladıklarını artık gizlemiyorlar. Dolayısıyla, bu kesimlerin daha baştan emperyalist bir savaşı hedefledikleri çok açıktır.
Sözünü ettiğimiz bu büyük sermaye patronlarından birinin basın kâhyası olan zat, büyük sermayenin içinde taşıdığı emperyalist savaş emelini bakın nasıl dile getiriyor:
“Geldiğimiz bu noktada muhatabımız kimdir? Aşağılık cani sürüsü olmadığına göre, kimdir yakasına yapışacağımız asıl sorumlu? Ve cevabını buldum. Onu koruyan, ona yataklık eden, ona kol kanat gerenler. Yani artık bizim muhatabımız Barzani’dir. Ona son, ama son defa şu mesajı, anlayacağı en direkt dille söylemeliyiz. «Önünde iki yol var. Ya komşumuz olacaksın ya hedefimiz.» … Eğer Amerika Birleşik Devletleri’ne güvenip, düşmanımız olma yolunu seçerlerse kendileri bilir. Bundan böyle, namlularımız, Barzani’ye çevrilmiştir. Hedefimiz, Barzani’nin, askeri ve ekonomik hedefleridir. Amacımız, oradaki «Kürt rüyasını», «Türk kâbusuna» çevirmektir. Barzani, eğer PKK üzerinden bir «Kürt megalo idea»sını gerçekleştirmeyi hayal ediyorsa, biz de onun karşısına bir yeni «misak-ı milli» haritası çıkarmalıyız. Veya… En azından, o megalo ideanın, onların ödeyemeyeceği kadar ağır olduğunu kafalarına çakmalıyız. Demeliyiz ki; üç beş F-16, otuz kırk sorti; neticesi yirmi yıl geriye gitmiş bir Kuzey Irak’tır. Karşımıza Amerikan F-16’ları mı çıkacaktır? Çıkarsa, onlar bilir. Bir İran artı bir Suriye… Üzerine bir Rusya ekleyin. Ta Afganistan’a kadar uzanan bir coğrafya çıkar karşınıza (…) Bir tarafta üç buçuk Kuzey Irak. Bu tarafta Türkiye. Ağırlığını terazinin o tarafına değil de bu tarafına koyduğu takdirde, bölgedeki bütün dengeleri altüst edecek bir «eski dost». Türkiye artık, tarihi kararını ve küresel tercihini yapacak noktaya gelmiştir.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 22 Ekim 2007)
Ertuğrul Özkök’ün “eğer” diye sıraladığı bahaneleri bir yana koyacak olursak (çünkü bu “eğerler”, maraza çıkarmak isteyen bir külhanbeyinin ileri sürdüğü mazeretlerden başka bir şey değildir; tıpkı ABD emperyalizminin Irak’ı işgal etmeden önce yaptığı gibi), onun satırlarından esas olarak, yayılmacı büyük sermayenin kabaran emperyalist iştahları yansımaktadır. Dolayısıyla, bugün sınır ötesi operasyonu gerekçelendirmek için ileri sürülen “PKK terörünün kökünü kazımak, terörü tamamen yok etmek” vb. gibi gerekçeler bir bahaneden ibarettir. Asıl amaç, Türkiye-Irak sınırının, petrol yataklarına ulaşılacak şekilde yeniden çizilmesidir. Yoksa neden Kuzey Irak’daki Kürt yönetimi doğrudan hedef alınsın ve o topraklarda yaşayan Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkına ve kendi devletlerini kurma hakkına böylesine pervasızca saldırılsın ve eğer bu haklarını kullanmaya kalkarlarsa, yerle bir edilmekle tehdit edilsinler? Amerika’nın Irak’ı işgal etmesine ve orada yaptıklarına timsah gözyaşları dökenler, şimdi açık açık “biz de yakarız, yıkarız” demekten çekinmiyorlar. Ama bunda şaşılacak bir yan yoktur. Çünkü emperyalist sermaye ile emperyalizme soyunmuş sermaye arasında nicelikçe bir fark olsa bile, nitelikçe hiçbir fark yoktur. Her ikisinin de genetik yapısı aynıdır çünkü: Daha çok sömürü, daha çok tahakküm ve daha çok savaş!
Değişen koşullar, değişen dengeler, değişen ittifaklar
Bugün aynı emperyalist ittifakın (NATO) içinde yer alan Türkiye ile ABD’nin, böylesine ters düşmeleri ve bölgede adeta düşman taraflar olarak karşı karşıya gelmiş bulunmalarının gerçek nedenlerini anlayabilmek için, biraz gerilere gidip, 90’lardan itibaren değişen dünya koşullarını, değişen güç dengelerini ve Türkiye’nin bu değişimden nasıl etkilendiğini anımsamak gerekiyor. Bilindiği üzere, insan hafızası unutkanlıkla malûldür, o nedenle sık sık hatırlama egzersizleri yapmakta yarar var!
90’larda SSCB’nin çökmesi ve “sosyalist” blokun dağılmasından sonra, Soğuk Savaş dönemi sona eriyor, fakat bunun yerini, yeni paylaşım savaşlarının ön belirtilerinin ortaya çıktığı yeni bir dönem alıyordu. Nitekim 20. yüzyıl, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da, Asya ve Afrika’nın çeşitli bölgelerinde, emperyalist güçlerin doğrudan kışkırtmalarının neden olduğu “ulusal çatışmalar” görünümündeki kanlı boğazlaşmalarla noktalanacaktı.
21. yüzyıla ise, emperyalist güçler arasında kıran kırana rekabetin yaşandığı bir ortamda girilmişti. Emperyalist-kapitalist güçler, yeni nüfuz alanları elde etmek, hegemonya yarışında geriye düşmemek için kıyasıya bir yarışın ve çekişmenin içindeydiler. Bu rekabet ortamı, emperyalist güçler arasında yeni bloklaşmaları gündeme getirmiş, bölgesel düzeyde hegemonya alanları oluşturma girişimleri hızlanmıştı. Soğuk Savaş döneminde kurulan blokların, iktisadi-siyasi-askeri ittifakların aynen devam etmesi mümkün değildi artık. Eski “dostlar” şimdi çatışan taraflar haline gelebilmekteydiler. Kapitalist tekeller ve kapitalist devletler arasında yeni saflaşmalar, yeni ortaklıklar gündemdeydi.
Bu yeni süreçte, özellikle Türkiye gibi kapitalist altyapısı yeterince güçlü olmayan ülkelerin sermaye sınıfları, başını büyük emperyalist güçlerin çektiği bloklardan birine dahil olmak için can atmaktaydılar. Çünkü 21. yüzyılın kapitalist dünyasında, sermaye gücü yetersiz olan kapitalist bir ülke için yalnız kalmak demek, dünya pazarında rekabet gücünü yitirmek, kendi pazarını da başkalarına kaptırarak güçsüzleşmek ve dolayısıyla küçülmek demekti. Hele ki kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşanan genel krizi ortamında, kapitalistler için bir ölüm kalım meselesiydi bu. İşte Türkiye burjuvazisi de bu koşullar altında bir seçim yapmak zorundaydı. Burjuvazi içinde belirleyici ağırlığı olan büyük sermaye grupları, Türkiye kapitalizminin geleceği açısından seçimlerini Avrupa sermayesiyle entegrasyondan yana yaptılar ve AB’ye katılım perspektifi doğrultusunda bir strateji benimsediler.
Büyük sermayenin tepe örgütü ve sözcüsü konumunda olan TÜSİAD (bir diğer adıyla Büyük Patronlar Kulübü), Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği düşlerini daha 90’ların başlarından itibaren kurmaya başlamıştı. O nedenle de, bu tarihlerden itibaren, ekonominin ve siyasetin liberalleştirilmesi, demokratik dönüşümlerin yapılması ve Türkiye kapitalizminin dışa açılmasının önündeki engellerin kaldırılması için ısrarlı bir çaba içerisine girmişti. Daha birkaç yıl öncesine kadar 12 Eylül rejiminin savunucusu olan TÜSİAD, şimdi rejimin liberalleştirilmesini ve demokratik dönüşümlerin yapılmasını istiyordu! TÜSİAD birden bire “demokrasi ve özgürlük aşığı” kesildiği için değil, gelinen noktada büyük sermayenin çıkarları ekonomik ve siyasal alanda bir liberalleşmeyi gerektirdiği için istiyordu bu değişimi. Büyük burjuvazinin bu “uzak görüşlü” örgütü, Türkiye kapitalizminin yıllardan beri birikmiş ve çözülmediği için de kangrenleşmiş olan yapısal sorunlarının bir biçimde çözülmesinin ve burjuva düzende gerekli dönüşümlerin yapılmasının artık şart olduğunu, aksi takdirde sorunların büyüyeceğini ve içinden çıkılamaz bir hale geleceğini diğer burjuva kesimlerden çok daha erken görmüştü.
Bu yeni dönemde uluslararası güçler dengesindeki değişimlerden en çok etkilenen ve burjuva iktidar bloku içindeki pozisyonu giderek zayıflayacak olan kesim ise, ordu üst yönetimi, yani yüksek askeri bürokrasi idi. Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve Soğuk Savaşın sona ermesi, pek çok şeyin değişmesine yol açtığı gibi, bir NATO gücü olan TSK’nın stratejik konumunu da değiştirmişti. Sovyetler Birliği’nin burnunun dibindeki bir NATO gücü olması nedeniyle, Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD nezdinde “itibarlı” bir yeri olan TSK, artık bu imtiyazlı konumunu kaybetmek üzereydi. Fakat bu aynı zamanda, TSK’nın tepesindeki askeri oligarşinin ülke içindeki pozisyonunu da etkileyecekti. Koşulların değişmesi ve burjuvazinin yeni koşullara uyarlanma çabası, yani burjuva rejimin AB standartlarına uydurulması zorunluluğu, TSK’nın 12 Eylül’den beri süregelen devlet yönetimi ve siyaset üzerindeki ağırlığına darbe vuracaktı.
21. yüzyılın dünyasında, uluslararası kapitalizmden yalıtılmış ve kendi içine kapanmış bir “ulusal” kapitalizm düşünün imkânsızlığının bilincinde olan büyük sermaye, uluslararası koşullarda meydana gelen tarihsel önemdeki değişikliklerden ve ülke içinde yaşanan ekonomik, politik istikrarsızlıkların ortaya koyduğu tablodan kendi hesabına gerekli sonuçları çıkarmış durumdaydı. Büyük sermaye çevreleri, değişen dünya konjonktürünü dikkate almış ve kendi düzenlerinin “selâmeti” bakımından tercihlerini Avrupa sermayesiyle entegrasyondan yana yapmışlardı. Büyük sermayenin belli bir dönemeçten itibaren, Türkiye’de “demokratik dönüşümleri” ısrarla savunur hale gelmesi ve bu bağlamda 12 Eylül rejiminin uzantısı konumunda olan mevcut burjuva siyasal yapının değişmesini istemesi ve Avrupa’daki gibi bir “burjuva demokrasisinin” Türkiye’de de işletilmesinin artık gerekli olduğunu “ilan” etmesi hep bu AB’yle bütünleşme arzusuyla bağlantılıydı.
Ne var ki, 12 Eylül askeri darbesiyle devlet yönetiminde çok önemli bir pozisyon elde etmiş ve bu pozisyonunu uzun bir dönemden beri korumakta olan asker-sivil yüksek bürokrasinin, elde ettiği bu pozisyonu kolay kolay terk etmek istemeyeceği de ortadaydı. Nitekim, 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren, Türkiye’de rejimin yeniden yapılandırılmasına ve geleceğine ilişkin olarak yapılan tartışmalar, burjuva iktidar bloku içinde esaslı görüş ayrılıklarına ve anlaşmazlıklara yol açacaktı. Bu konudaki saflaşma, değişim isteyen AB yanlısı büyük burjuvazi ile devlet aygıtlarında kümelenmiş statükocu asker-sivil bürokrasi ve onları destekleyen diğer burjuva kesimler arasında idi. Anlaşmazlık konularının başında ise, Türkiye’deki burjuva siyasal rejimin AB ile uyumlu hale gelecek şekilde sivilleştirilmesi (‘82 Anayasasının değiştirilmesi ve 12 Eylül rejiminin mirası olan kurum ve yasaların tasfiye edilmesi vb.), askerin siyaset üzerindeki vesayetinin son bulması konuları geliyordu. Burjuva iktidar bloku içinde baş gösteren bu anlaşmazlık, bir süre sonra taraflar arasında çetin bir iktidar mücadelesine dönüştü. Çeşitli evrelerden geçen ve her seferinde bir siyasal krizi tetikleyen bu iktidar mücadelesi, günümüzde de hâlâ sürmektedir. İşte bu nedenledir ki, Türkiye’de burjuva devlet iktidarı, adeta burjuvazinin askeri ve siyasi temsilcileri arasında paylaşılan bir “ikili iktidar” görüntüsü vermektedir.
Taraflar arasında ilk esaslı çatışma, daha 1990’ların başında Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine ilişkin devlet politikasının belirlenmesi noktasında patlak vermişti. Ya savaş durdurularak bir barış süreci başlatılacaktı, ya da topyekûn imha politikası güdülecekti. Bu konuda şahinlerin, yani komutanların tavrı kesindi: “Teröristler asla muhatap alınmaz, onlarla asla barış olmaz; tek çözüm askeri çözümdür, yani imhadır!” Cumhuriyetin kuruluşundan beri Kürt sorununda “inkârcı” pozisyonunu kesintisiz sürdüren askeri bürokrasinin bu “şahin” tutumu, bırakın sorunun çözümünü, burjuvazinin diğer kesimlerinin sorunu açık bir biçimde tartışmasına dahi fiili ambargo koyuyorlardı. Kürt sorunu, Kemalist devlet anlayışının ve bu anlayışın hakiki sahibi olan TSK’nın birinci kırmızı çizgisi idi çünkü! AB ile ilişkiler kapsamında “demokratikleşme” programı tartışılırken, TSK başka kırmızı çizgiler de çıkaracaktı ortaya. Bunlar, Kemalist devletin resmi “laiklik” anlayışı ile Kıbrıs sorununda ortaya koyduğu ve zinhar değişmez olan kırmızı çizgilerdi.
Özellikle Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi ve yaşanan iç savaş süreci, bu ülkede ırkçı-milliyetçiliğe varan Kürt düşmanlığının, inkârcılığın sadece faşist MHP ile sınırlı olmadığını, aksine bütün burjuva partilerde (dincisinden muhafazakârına, liberalinden “sosyal demokratına”) ve hatta kimi küçük-burjuva “sol” örgütler içinde de yeterli miktarda bulunduğunu gözler önüne seriyordu. Bu ırkçı-milliyetçi dalga, bilindiği üzere daha sonra Kıbrıs’ta Annan planının tartışılması sürecinde de yeniden yükseltilecekti.
Böylece, gerek demokratik dönüşümlerin yapılması, gerekse Kürt ve Kıbrıs gibi kangrenleşmiş sorunların çözümü konusunda, burjuva iktidar bloku içinde karşıt iki kutup oluşmuştu. Bir tarafta her türlü barışçı çözümü reddeden, statükocu askerlerin başını çektiği şahinler, diğer tarafta ise, AB’yle bütünleşmeden yana olan ve bunun bir gereği olarak Kürt ve Kıbrıs sorunlarının barışçı çözüm yollarının tartışılmasını öneren ve başını TÜSİAD’ın çektiği liberal reformcular. Örneğin, bu dönemde TÜSİAD’ın Sakıp Sabancı gibi ağır topları, verdikleri demeçlerde, ekonominin düzelmesi ve istikrarlı büyüme için siyasal istikrarın şart olduğunu hükümetlere sık sık hatırlatıyor ve üstü örtük de olsa, Kürt sorununun barışçı yollardan çözümü doğrultusunda düşüncelerini açıklıyorlardı. İşte, ulusal sorunla ilgili olarak meşhur “Bask modeli” tartışmaları da bu dönemde gündeme gelecekti.
O dönemde bütünüyle AB’ye indekslenmiş olan büyük burjuvazinin, liberalleşme ve demokratikleşme yönünde yaptığı bu girişimlere, devlet içinde mevzilenmiş olan burjuvazinin asker-sivil statükocu kesimlerinden anında ve çok sert tepkiler gelecekti. Özellikle Kürt sorununun çözümü konusunda TÜSİAD temsilcilerinin hazırladığı raporlara ve verdikleri demeçlere devlet katından gelen tepki çok sertti. Bu da gösteriyordu ki, egemen güçler bloku içindeki iktidar paylaşım kavgası uzun süre devam etmeye adaydı ve çok sert geçecekti. Cumhurbaşkanı Özal’ın ölümü, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağının düşmesi, Sakıp Sabancı’nın kardeşi Özdemir Sabancı’nın öldürülmesi olayları hep bu süreçte yaşanmış, hatırlanması gereken önemli olaylardır. Bu olayların ardından ise, devlet güvenlik birimlerinin mafyayla ve çetelerle olan içli-dışlı ilişkilerinin, meşhur Susurluk Olayı ile ortalığa dökülmesi geldi. Anlaşılan, iktidar mücadelesi, hele Kürt sorunu gibi konular işin içine girince çok sertleşiyordu!
Egemen sınıf bloku içinde yürüyen çatışmanın, sanıldığı gibi salt Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu ya da AB’ye katılım sorunuyla ilgili bir çatışma olmayıp, aslında iktidar ilişkilerini belirlemeye yönelik bir hegemonya mücadelesi olduğu, süreç ilerleyip çatışma şiddetlendikçe daha bir açıklıkla ortaya çıkacaktı. Büyük burjuvazinin ve AB yanlısı diğer burjuva kesimlerin sözcüsü olarak öne çıkan TÜSİAD, kendi politikalarını egemen kılmak için 1990’lardan beri her yolu denemiş, ama mevcut burjuva partilerin oluşturduğu koalisyon hükümetlerinden hiçbirisine bunu tam olarak uygulatamamıştı.
Hem askerlerin hem de onların dümen suyuna girmiş olan mevcut burjuva partilerin (ANAP, DYP, REFAH, MHP, CHP, DSP vb.) statükocu bir zeminde donup kalmaları ve yeni dönemin gerektirdiği reformlara direnmeleri ya da bu konuda ayak sürümeleri karşısında, TÜSİAD artık bu partilerden tamamen umudunu kesmiş durumdaydı. Bu partilere alternatif olabilecek, halkın gözünde yıpranmamış yeni bir burjuva siyasal oluşumun arayışı içine girmişti TÜSİAD. Bu oluşumun ortaya çıkması için çok beklemesi gerekmeyecekti. Kendisi de otoriter-statükocu devlet düzeninden mustarip olan ve siyasal varlığını bu “otoriter laik” devlete kabul ettirebilmek için meşruiyet savaşı veren İslami bir partinin (AKP) kuruluşu, TÜSİAD’a aradığı parti oluşumunu sunacaktı. AKP, çekirdeğini Milli Görüş’ten kopmuş, genç, girişimci kadroların oluşturduğu “yeni” bir siyasal oluşumdu. Üstelik halkın gözünde, “gadre uğramış” ılımlı Müslüman insanların oluşturduğu bir parti imajı çiziyordu. Yani kitle tabanı edinme açısından belli ki, geleceği parlak bir parti idi!
Nitekim 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimin sonuçları da bu gerçekliği teyit edecekti. Seçim sonuçları, yıllardan beri derin bir ekonomik ve siyasal bunalım içinde debelenen burjuva düzene ve bu düzenin birikmiş tarihsel sorunlarına çözüm getiremeyen statükocu düzen partilerine karşı halkın duyduğu kitlesel tepkinin çok açık bir ifadesi oldu. Bu seçimlerde halk, mevcut statükoyla bütünleşip değişime karşı direnen ve hamasi nutuklarla, idare-i maslahatçılıkla işleri geçiştirmeye çalışan tüm burjuva partileri buruşturup çöp sepetine attı. Statükonun (yani baskıcı-otoriter devlet düzeninin) yanında görünen düzen partileri, halkın nezdinde büyük bir güven ve itibar erozyonuna uğradılar.
Oysa seçim çalışmalarında statükoyu değiştireceğini, demokratik dönüşümleri gerçekleştireceğini ve AB’ye katılım sürecini hızlandıracağını ilan eden ve bizzat kendi siyasal varlığının kabulü için statükoya karşı meşruiyet mücadelesi veren ve de “mazlum”u oynayan AKP, halktan en çok oyu alan parti oluyordu 2002 erken genel seçimlerinde.
3 Kasım erken genel seçiminden sonra ortaya çıkan tabloya bakıldığında, o aşamada TÜSİAD’ın istekleriyle AKP’ninkiler örtüşmekteydi. AKP kendi meşruiyetinin kaynağını ve güvencesini Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisinin Türkiye’de de işletilmesinde görürken, sözcülüğünü TÜSİAD’ın yaptığı AB yanlısı burjuva kesimler de geleceklerini ulusal sınırlar içerisine hapsolmuş bir kapitalizmde değil, Batıyla entegre olmuş bir kapitalizmde görmekteydiler. AB ile entegrasyon sürecinde büyük sermayenin ihtiyaç duyduğu ve o güne kadar sözüm ona “Batıcı”, “laik”, “modern” geçinen burjuva partilerin hiçbirinin yapamadığı reformları belki de bu “dini bütün” burjuva partisi (AKP) yapacak ve AB sürecinin önünü açacaktı!
AKP kurmayı, AB’ye uyum çerçevesinde demokratik dönüşümlerin yapılmasını, devletin küçültülmesini, bürokrasinin azaltılmasını, rejimin liberalleştirilmesini, Kıbrıs sorununun mutlaka çözülmesini ve de AB ile bütünleşmenin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını öncelikli görevleri arasında sıralıyordu. Başta büyük burjuvazinin örgütü TÜSİAD olmak üzere, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin hükümetleri, AKP’nin “laftan anlayan” ve de “birlikte iş yapılabilecek” bir siyasal muhatap olduğuna ikna olmuşlardı. Büyük burjuvazi, hiç değilse belli bir dönem için birlikte iş yapabileceği, geniş kitle desteğine sahip, “enerjik” bir burjuva partiye kavuşmuştu ve onlar için bundan iyisi de can sağlığıydı!
Mecliste büyük bir çoğunluğa sahip olan AKP hükümetinin, gerek AB’ye uyum çerçevesinde Türkiye’deki burjuva siyasal yapıyı dönüştürme (rejimi “demokratikleştirme”) konusunda attığı adımlar ve gerekse Kıbrıs sorununun çözümü doğrultusunda yaptığı uluslararası temaslar, devlet katındaki statükoculuğa vurulmuş darbeler anlamına gelmekteydi. AKP hükümetinin attığı bu adımlara, içerde büyük sermaye çevrelerinden, dışarıda ABD’den ve AB’den büyük destek geldi.
AB’ye uyum yasaları çerçevesinde yapılması istenen değişikliklerin başında, ordunun siyasetteki ağırlığının kaldırılmasına yönelik olarak Milli Güvenlik Kurulu’nun yapısının değiştirilmesi, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılması, YÖK yasasının değiştirilmesi ve daha pek çok Anayasal ve yasal değişikliklerin vakit geçirilmeksizin gerçekleştirilmesi geliyordu. 12 Eylül’den bu yana siyasal iktidarlar üzerinde MGK aracılığıyla hegemonyasını sürdürmüş olan ordunun tepesindeki yüksek askeri bürokrasi ve onunla kader birliği içinde olan adli, idari ve “ilmi” yüksek bürokrasi, bu değişimin iktidar mekanizmasındaki merkezi konumlarına ne kadar ciddi bir tehdit oluşturduğunu algılamakta gecikmediler. Durumun ciddiyetini kavrayan ve gözden düşmekte olduğunu gören devlet katındaki statükocu güçler, başta askeriye olmak üzere derhal karşı atağa geçtiler. Bu durumda, burjuva iktidar bloku içindeki çatışma daha da sertleşmeye başlayacaktı.
AKP hükümeti beş yıllık birinci döneminde, hem yerli büyük sermayenin istediği reformları ve ekonomik dönüşümleri, hem de İMF’nin, yabancı sermayenin istediği özelleştirmeleri büyük bir hızla yerine getirerek, onlara geniş yatırım ve kâr imkânları sundu. Ayrıca AB’den gelen uyum yasalarını da, kendinden önceki hükümetlerden çok daha hızlı bir biçimde gerçekleştirmeye çalıştı. Yani özetle, işler hem AKP için, hem yerli büyük sermaye için, hem de kârlı bir “maden” bulmuş yabancı yatırımcılar için iyi gidiyordu doğrusu. Bu arada emekçi kitlelere verilen sözler henüz daha yerine getirilmemişti elbette. Ama olsun, onlar beklemeye alışıktı; bir gün onların isteklerine de sıra gelecekti nasıl olsa! Hele önce şu kapitalistlerimiz, yeni yatırımlar yapacak kadar sermaye biriktirip biraz zenginleşsinler, evvel Allah emekçilerimize de sıra gelecekti!
Bu böyle devam ettikçe, AKP’nin de, büyük sermayenin de statükocular karşısında manevra alanları genişti ve bu bakımdan bir hayli rahattılar. Fakat bu gidişatta AKP, rahatını kaçıran ve elini zayıflatan iki kırılma noktasıyla karşılaştı. Birincisi, stratejik ortağıyla (ABD ile) arasını soğutan ve ilerde başına daha da büyük işler açma olasılığı yüksek olan “tezkere olayı” idi. Bu olayda ABD yönetimi, yani Bush, kendisine kazık atılmış hissiyatında olduğu için, kolayına yatışmayacağı da açıktı. İkinci kırılma noktası ise, bu kez tersine, AB’nin AKP’ye ve Türk burjuvazisine attığı kazık oldu. AB, belli bir noktaya gelindikten sonra, Türkiye’nin tam üyeliği konusunda yan çizerek, ortağını çok güç bir durumda bıraktı, fena halde hevesini kırdı. Aslında bu ikinci kırılma çok daha önemlidir, çünkü kendi iç dinamikleriyle bir türlü değişimi gerçekleştiremeyen ve statükoculuktan kurtulamayan Türk burjuva rejimi, şimdi yalnız kaldığı için daha da kırılgan bir duruma gelmiştir.
Nitekim, burjuva blok içindeki statükocu Kemalist güçlerin AKP’ye karşı atakları, AB sürecinin tavsamasından sonra daha da yoğunlaşmış ve her türlü provakatif eylemlerle ve kitlesel mitinglerle sürekli tırmandırılmıştır. Amaç, AKP’nin devlet katında yeni mevziler kazanmasını engellemek ve özellikle de onu Çankaya’dan uzak tutmaktı. Çünkü Çankaya, Kemalist statükocuların kutsal bir mevzii idi ve “iktidar” temsili anlamında sembolik ve manevi değeri çok yüksekti. İşte bu nedenle, Çankaya seçimi yakınlaştıkça, canhıraş bir şekilde atağa geçen “laik ve de millici güçler”, “Laiklik elden gidiyor”, “Şeriat geliyor” teraneleriyle AKP’ye saldırmaya başladılar.
İşin ilginç yanı, daha düne kadar AKP’nin arkasını sıvazlayan, “yürü arkandayız” diyen büyük patronlardan bazıları da, bu gelişmeler üzerine pozisyon değiştirdiler. Bunların başında da, büyük medya gücünü elinde tutan ve gerektiğinde herkese şantaj yapabilecek olan büyük patronlar geliyordu. Yani kısacası, burjuvalar arasında rekabet savaşları ve iktidar kavgası yeniden alevlenme aşamasına doğru hızla ilerliyordu. İşte tam da böyle bir ortamda, AKP, kurtuluşu erken seçimlere gitmekte buldu. Ve herkesin bildiği gibi, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde büyük bir oy patlaması yaparak yeniden tek başına iktidar oldu. Bununla da yetinmedi, hemen ardından yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini de kazanarak, partinin ikinci adamını Çankaya’ya çıkardı ve böylece, geleneksel Kemalistlerin “iktidar” sembolünü de fethetmiş oldu. Buna karşı müthiş protestolar sergilendi, devlet katında kıyamet koptu; o güne kadar burjuva devlette görülmedik bir şeydi bu. Çankaya seçimi devletlû zevatın gözünde, çevreden gelen birinin “kutsal” merkeze yerleşmesiydi! Yenilir yutulur bir lokma mıdır bu?! Yanına kalacak mıdır bu AKP’nin? Türkiye gibi bir ülkede bunun cevabını vermek gerçekten de zor bir iş, kâhin olmayı gerektiriyor doğrusu!
Cumhurbaşkanının seçildiği ve aynı zamanda anayasa tartışmalarının da başladığı bu evre, AKP hükümeti için gerçekten de kritik bir evredir. ‘82 Anayasasının tasfiyesi ve sivil bir anayasanın yapılması şiarıyla sezonu açan AKP, daha taslak ortaya çıkmadan ve tartışmalar başlamadan muarızları tarafından yoğun bir salvo ateşine tutuldu. Zaten Cumhurbaşkanı seçimiyle birlikte iktidarda çok önemli bir mevzi kaybettiğini düşünen statükocu askeri kanat, şimdi bir de 12 Eylül anayasasının tasfiyesi ve yerine demokratik bir anayasanın yapılmasıyla halinde, her şeye hükmeden o eski konumunu tamamen yitireceği endişesine kapıldı. İşte tam da bu süreçte, Kürt sorunu yeniden çıkageldi hükümetin ve Meclisin önüne! Şimdi sermaye cephesinde kâğıtlar yeniden karılıyor, saflar yeniden belirleniyor ve yeni çıkar ittifaklarının oluşumu gündemi işgal ediyor, savaş tamtamlarının çaldığı bir mahşer ortamında!
Sermaye cephesi bu durumdayken, emek cephesi ne durumda acaba?
Genel olarak “emekçi halk kitleleri” ya da “emekçi halk sınıfları” diye tanımlanan işçi, memur, küçük esnaf, yoksul köylü kitleler Türkiye’de nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturmaktadırlar. Kapitalist üretim sürecindeki yerleri itibariyle nesnel olarak sermaye karşısında konumlanmış bulunan emekçi kitleler, aynı zamanda burjuva toplumundaki anti-kapitalist emek cephesi potansiyelini oluşturmaktadırlar. Fakat bu emek cephesi potansiyeli, sermaye cephesi karşısında herhangi bir politik varlık gösterememekte, aksine bu cephenin bileşenleri olan işçi ve emekçi kitleler, sermaye partileri tarafından yönlendirilmektedirler. İşçi ve emekçi kitlelerin sermaye karşısında uğradıkları bu bilinç çarpılmasının ve sergiledikleri bu pasif tutumun gerisinde ise, onların bağımsız sınıf çıkarları temelinde hareket edebilen militan bir sendikal örgütlülüğe ve kelimenin gerçek anlamında devrimci bir siyasal önderliğe sahip olmayışları gerçeği yatmaktadır.
Kapitalist bir düzende, sermaye cephesi karşısında anti-kapitalist bir emek cephesi potansiyeli her zaman var olmuştur ve var olmaya da devam edecektir. Kapitalist düzendeki emek-sermaye çelişkisinin varlığından kaynaklanan nesnel bir gerçekliktir bu. Fakat öte yandan, sözünü ettiğimiz bu anti-kapitalist emek cephesi potansiyelinin, dünyanın hiçbir yerinde kapitalizmi yıkmak üzere kendiliğinden harekete geçmediği ve geçmeyeceği de bir başka nesnel gerçekliktir. Tarihte yaşanan pek çok deney de göstermiştir ki, emek cephesi potansiyelinin bağrında taşıdığı devrimci enerjiyi açığa çıkartan ve onu kapitalizmi yıkma doğrultusunda harekete geçirebilen yegâne güç, işçi sınıfının örgütlü devrimci gücü olmaktadır. Eğer ki işçi sınıfının kendisi henüz devrimci bir örgütlülükten, devrimci siyasal önderlikten ve devrimci siyasal eylem programından yoksunsa (yani işçi sınıfının kendisi henüz devrimci bir güç haline gelmemişse), diğer emekçi kitlelerin kapitalizme yıkma hedefiyle kendiliğinden harekete geçmeleri de söz konusu olmamaktadır.
Nitekim, 12 Eylül darbesinden bu yana geçen çeyrek asırlık zaman diliminde yaşananlar da bizim bu söylediklerimizi doğrulamaktadır. Bütünüyle işçi ve emekçi sınıfların aleyhine işleyen 12 Eylül sonrası tarihsel süreç, örgütsüz ve öndersiz kalan işçi ve emekçi yığınların nasıl bir depolitizasyon sürecinin içine yuvarlandıklarının ve burjuva iktidarların saldırıları karşısında nasıl savunmasız ve çaresiz kaldıklarının örnekleriyle doludur. 12 Eylül sonrasında sendikalaşma oranının süratle düşmesi, sendikal mücadelenin alabildiğine gerilemesi ve sınıf mücadelesinden kaçışın işçiler arasında genel bir eğilim haline gelmesi, esasen işçi sınıfı saflarındaki örgütsüzlüğün, dağınıklığın, yalnızlığın ve tüm bunların yol açtığı çaresizliğin somut göstergesidir. Bu bakımdan, 12 Eylül sonrası dönem, politik bakımdan örgütsüz ve öndersiz olan işçi yığınlarının hem burjuva partiler tarafından, hem de burjuvazinin işçi sınıfı içindeki uzantısı olan sendikal bürokrasiler tarafından nasıl aldatılıp yönlendirilebileceklerinin ve nasıl kendi sınıf çıkarlarına aykırı pozisyonlara savrulabileceklerinin eğitici dersleriyle dolu bir dönemdir.
İşte kapitalist düzenin egemen güçleri de ancak böylesi dönemlerde, yani işçi hareketinin son derece güçsüz düştüğü ve alabildiğine gerilediği dönemlerde istedikleri gibi at oynatabilmektedirler bir ülkenin ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamında. Böylesi dönemlerde egemen güçler emekçi kitlelerin çıkarlarına aykırı kararları rahatlıkla alabilmekte ve ciddi bir dirençle karşılaşmaksızın bu kararları uygulayabilmektedirler.
Nitekim içinden geçmekte olduğumuz bu olağanüstü karmaşık dönemde de gene aynı manzarayla karşı karşıya gelmiş bulunmaktayız. Patronuyla, siyasetçisiyle, askeriyle, medyasıyla vb., düzenin egemenleri, sonucu kesinlikle emekçi kitlelerin aleyhine olacak kararlar alıyorlar ve bunları fiilen uygulamaya hazırlanıyorlar. Yıllardan beri yalan haberlerle, yanlış bilgilerle, kışkırtıcı-şoven propagandalarla aldatılan emekçi kitleler bugün tam bir şaşkınlık içindedirler ve gelecekte yaşamlarını karartacak olan egemen güçlerin bu savaş çılgınlığına karşı kitlesel bir tepki gösterememektedirler.
Benzer dönemlerde olduğu gibi, içinden geçmekte olduğumuz bu tarihsel dönemde de enternasyonalist komünistlerin öncelikli ve en önemli görevinin, işçi sınıfının devrimci öncüsünü örgütlemek olduğu gerçeğini asla akıldan çıkarmamak gerekiyor. Çünkü işçi sınıfının kitlesine ulaşabilecek ve ona gerçekleri haykırabilecek yegâne güç, işçi sınıfının örgütlü öncüsü olabilir ancak! Eğer ki bu görev yerine getirilemez de, işçi sınıfı on yıllar boyunca kendi devrimci örgütlülüğünden, devrimci siyasal önderliğinden yoksun kalırsa, bu durumda işçi ve emekçi kitlelerin kendi sınıf çıkarlarından giderek uzaklaşmaları ve bugün olduğu gibi, burjuva partilerin onlara sunduğu sahte çözümlerin peşinden bilinçsizce sürüklenmeleri asla son bulmayacaktır!


Savaşa ve Şovenist Akıntıya Kapılma!
Akın Erensoy

AKP hükümetinin “sözün bittiği yerdeyiz”, “inceldiği yerden kopsun” veya “bedeli neyse öderiz” türü hamasi söylemleriyle, 17 Ekimde mecliste kabul ettirdiği tezkere sonucunda Türkiye yürüttüğü haksız savaşı yayma niyetini alenen ilan etmiş bulunuyor. Daha şimdiden bir taraftan sınıra muazzam bir askeri yığınak yapılırken, öte taraftan da Irak-Kürdistan sınırlarından 50 kilometre içeri giren ordu birlikleri havadan ve karadan bombardımanı sürdürüyor. Görülmesi ve kavranması gereken en yalın gerçek şu ki, Türkiye hızla Ortadoğu’da bir savaşa ve özellikle Kürt halkını hedef alan topyekûn bir savaşa doğru ilerliyor. Yıllarca Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaş, sınırların ötesine taşınarak genelleştirilmek ve Güneydeki federe Kürt devleti ezilmek istenmektedir.
Tezkere kararından sonra MHP ve CHP başta olmak üzere tüm statükocu güçlerin hedef tahtasına Barzani’yi oturtmaları ve “ordu Kuzey Irak’a” biçiminde tempo tutmaları hedefin kim olduğunun göstergesidir. Statükocuların basındaki etkili ve yetkili kalemşorlarından Hürriyet’in başındaki Ertuğrul Özkök’ün şu satırları oldukça manidardır: “Yani artık bizim muhatabımız Barzani’dir... Bundan böyle, namlularımız Barzani’ye çevrilmiştir. Hedefimiz, Barzani’nin askeri ve ekonomik hedefleridir. Amacımız, oradaki ‘Kürt rüyası’nı, ‘Türk kâbusu’na çevirmektir.” Özkök bir gün sonra Yaşar Büyükanıt’ı aradığını ve onun kendisine son derece kararlı bir ifadeyle şu sözleri söylediğini aktarıyor: “Bugünkü yazınız çok önemli ve anlamlı. Takdir bana düşmez ama teşhis doğru.” Bazı generallerin yaptığı açıklamalar, yaşanmakta olan şeyin ne olduğunu ve hedefte kimlerin bulunduğunu daha da netleştiriyor: “Olay artık sınırın ötesi ve burası diye adlandırılamaz. Türkiye kendi güneyi ve Irak’ın kuzeyinde büyük bir savaşın içine girmiştir. Sınırın önemi artık yoktur. Savaş bölgesi Türkiye’nin güneyini ve Irak’ın kuzeyini kapsamaktadır. Haritalar artık buna göre açılmıştır.” (Hürriyet, 22 Ekim 2007)
Esasında burjuvazinin statükocu-devletçi kanadı, Kürtlere karşı çoktan beridir yürüttüğü savaşı tırmandırarak, düzenin bekası için tehlikeli gördüğü Irak Kürt bölgesine yayma çabasındaydı. Zira dünya ölçeğindeki siyasal gelişmelerin de etkisiyle Kürt sorunu uluslararası bir boyut kazanmış ve en önemlisi de Irak’ın kuzeyinde, şimdilik “federe Kürt devleti” olarak resmiyet kazanan bir ulus-devletin zemini döşenmiştir. Burjuva devletin politikalarının iflası anlamına gelen bu durum, onu sıkıştırmaktadır. Fakat statükocu kanadın öncülüğünü yapan askeri bürokrasi, kendine vehmettiği düzen kurucu ve kollayıcı misyonlardan hareketle, Kürt sorununu çözmek bir yana, bugüne değin uyguladığı yöntemleri sürdürerek Kürt hareketini ezmek üzere harekete geçmiştir. Bu hedef doğrultusunda bazı planların devreye sokulduğunu ve 2005 Newroz’unda girişilen provokasyonun ise bir başlangıç olduğu tespitini Marksist Tutum olarak, pek çok yazımızda ortaya koyduk. Bu noktada bir tespit daha yapmak gerekiyor: özellikle 2007 baharıyla birlikte sürece çok yönlü ve aktif müdahalelerle hız verildi. Zira Aralık ayında yapılması gereken Kerkük referandumu henüz ertelenmiş değildi ve referandumdan Kerkük’ün Kürt Bölge Yönetimine ait olduğu kararının çıkması kesindi. Dolayısıyla da Kürdistan oluşumunun geri dönülemez bir noktaya varmadan önce durdurulması için savaş koşulları her ne pahasına olursa olsun yaratılmalıydı! Sürecin hızlandırılmasının bir diğer nedeni de, siyasal iktidarın iplerini tümüyle ele geçirmek, AKP’nin temsil ettiği AB’ci burjuva kesimleri geriletmek ve statükocu-devletçi güçlerin siyasal mevzi kayıplarını durdurmaktı.
12 Nisanda Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt sınır ötesi operasyon yapılmasının şart olduğunu, ordunun buna hazır olduğunu ve fakat siyasi iradenin karar vermesi gerektiğini açıklayarak ön açıcı müdahaleyi yaptı. Bilahare 27 Nisan ve 8 Haziran muhtıraları geldi. Genelkurmay’ın adeta ikinci bir hükümet gibi davranarak başlattığı milliyetçi-şoven kampanya ile gereken mesajı alan statükocu-devletçi koro, dört bir koldan sınır ötesi operasyon şarkısını terennüm etmeye başladı. O günlerde peş peşe düzenlenen meşhur cumhuriyet mitinglerinde laiklikten ziyade Kürt düşmanlığını ifade eden sloganlar yükseltiliyor ve cumhurbaşkanlığı krizi üzerinden sıkıştırılan hükümet sınır ötesi operasyon kararı almaya zorlanıyordu. Beri yandan seçim propagandalarının merkezine sınır ötesi operasyonu oturtan CHP ve MHP, faşist bir söylemle siyasal ortamı alabildiğine gererek gerekli koşulların oluşmasını hızlandırmaya çalıştılar. Fakat statükocu burjuva güçler umdukları hedeflere varamadılar ve bundan dolayıdır ki, ilkbaharda hızlandırılan söz konusu plan ve stratejiye sonbaharda yeni bir itilim verildi.
Daha o günlerde katıldığı Harp Akademilerindeki sempozyumda Yaşar Büyükanıt sınır ötesi operasyonun gerçek muhtevasını şöyle beyan ediyordu: “İçeri girip sadece PKK ile mi uğraşacağız yoksa Barzani ile bir şeyler olacak mı? Ben asker olarak ihtiyaç bildirdim. Önümüze sözlü değil yazılı talimat gelmesi lazım.” Büyükanıt’ın hükümete nasıl bir ihtiyaç bildirdiği bugün daha net anlaşılıyor. Süreç ilerledikçe hedef de, kullanılan dil de netleşecekti. 24 Eylülde Kara Harp Okulunda İlker Başbuğ şöyle diyordu: “Irak’ın kuzeyindeki oluşum ve gelişmelerin bu bölgedeki Kürtlere tarihte hiç olmadığı kadar siyasal, hukuki, askerî ve psikolojik güç kazandırdığı da diğer bir gerçektir.” Fakat askeri bürokrasi için meselenin önemli yanı Kürtlerin Ortadoğu’da bir aktör haline gelmesi değildi sadece, bir güç haline gelen Güneydeki Kürtler, Türkiye’deki Kürtleri de etkilemeye başlamışlardı: “Ayrıca bu durumun, vatandaşlarımızın bir kısmı üzerinde yeni bir aidiyet modeli yaratabileceğine de dikkat edilmelidir.”
1 Ekimde Harp Akademilerinde konuşan Yaşar Büyükanıt ise şöyle devam ediyordu: “Irak’ın, bırakın federatif veya gevşek federatif yapıyı, konfederatif yapıya doğru hızla gelişmekte olduğunu görüyor ve endişe duyuyoruz… Irak’ın kuzeyinde oluşabilecek bir bağımsız devlet sadece siyasi boyutuyla değil, güvenlik boyutuyla da Türkiye için birinci derecede risktir. Hem siyasi, hem askeri, hem psikolojik boyutuyla. Dolayısıyla Türkiye’nin dikkatle bakması gereken yer Kuzey Irak’taki oluşumdur.” Aynı konuşmasında Büyükanıt, yukarıda sözünü ettiğimiz planın bir parçası olarak DTP’yi de hedef alıyor ve gereğinin yapılmasını buyuruyordu. Peki, neydi gereği? İstenen, 2 Mart 1994’te DEP milletvekillerine yapılan muameleydi. O dönemde DEP’lilerin önce dokunulmazlıkları kaldırılmış, bilahare meclisten polis zoruyla alınarak yıllarca sürecek bir tutsaklığa mahkûm edilmişlerdi. Büyükanıt’ın açıklamasını müteakiben DTP’ye dönük bir linç kampanyası başlatıldı. Baskılar artmakla kalmadı, dokunulmazlık hakkı alenen yok sayılarak haklarında ya yeni davalar açıldı ya da daha önceki davalardan yargılanmalarına devam edildi. Tam da bugünlerde pek çok DTP’li belediye başkanı tutuklanırken, Gündem gazetesi yeniden kapatıldı ve Kürt basını üzerindeki baskılar artırıldı. Yanı sıra PKK’ye dönük operasyonlara hız verilmiş ve çatışmalar bilinçli olarak tırmandırılmıştı. Önce 11 Eylül’ün yıl dönümünde Ankara’da patlatılmaya hazır bulunan bomba yüklü aracın ve bilahare Beytüşşebap’ta öldürülen korucuların sorumlusu tez zamanda PKK ilan edildi. Daha da önemlisi seçimlerden sonra gündemden düşen sınır ötesi operasyon tartışmaları yeniden başlatıldı.
Tüm bu hazırlıklardan sonra, 13 askerin, devam eden günlerde de 12 askerin PKK ile çıkan çatışmada ölmesi ve 8’inin de kaçırılmasıyla başlayan süreç bir savaş seferberliğine dönüştürüldü. Görsel ve yazılı medyanın da öncü rol üstlenmesiyle savaş tamtamları gür bir şekilde çalınmaya, milliyetçi-şoven histeriyle toplum infiale sürüklenmeye ve kitleler savaş seferberliğinin arkasına yığılmaya çalışıldı, çalışılıyor. “Türkiye şehitlerine sahip çıkıyor” kampanyası başlatan ve Türkiye’nin dört bir yanına dağılan televizyon kanalları, “halkın tepkisini ölçme” bahanesiyle kitleleri doğrudan kışkırtmaya, duygularını istismar etmeye ve naklen yayınlarda onları milliyetçi bir söylem tutturmaya zorladılar. Öyle ki şovenizmin yelkenlerini şişirmek için, ölen askerlerin ailelerini, çocuklarını ve yoksulluklarını bile kullanmaktan geri durmadılar. İkinci asker ölümlerinden sonra milliyetçi-şovenist kampanyanın çıtası daha da yükseltildi. 11 Eylül saldırılarından sonra Amerikan burjuvazisinin toplumu infiale sürükleyerek kitleleri savaş kararı üzerinden örgütlemek üzere giriştiği yöntem aynen kopya edildi. Yaratılmaya çalışılan hava şuydu: Türkiye saldırı altında!
Türkiye’nin saldırı altında olduğu yalanı çatışmalardan saatler sonra, altında mayın patlatıldığı söylenen minibüs vakasıyla desteklendi. Böylece toplum her taraftan kuşatılarak gerçekleri sorgulamasının önüne geçildi. Nihayetinde milliyetçi-şovenist kampanya toplumda belirli düzeyde etkisini gösterdi. Medyanın yönlendirmesiyle, ama özellikle MHP ve CHP’nin, resmi ya da gayri resmi iç savaş aygıtlarının ve bir bütün olarak statükocu-devletçi burjuva güçlerin örgütlemesiyle “şehit cenazeleri” ve telin yürüyüşleri Kürt düşmanlığının ve savaş çığırtkanlığının egemen kılındığı kitlesel gösterilere dönüştürüldü. Bugün gelinen noktada, meclis kürsüsünü de kullanan MHP ve CHP, DTP’yi ve Güneydeki Kürt oluşumunu hedef tahtasına oturtarak şovenist hezeyanı daha da kışkırtmaktalar. Daha önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz pogrom tehlikesi, giderek artıyor. Türkiye’nin nerdeyse tüm vilayetlerinde DTP binalarına saldırılırken, Kürtlere ve devrimcilere dönük linç kampanyaları örgütlenmekte, Kürt düğünleri bizzat özel timler tarafından basılarak dağıtılmakta, evleri ve işyerleri faşist güruhlarca yağmalanarak ateşe verilmektedir.
Genelkurmay, yukarıda andığımız muhtırada dile getirdiği toplumsal refleks verilmiş olmalı ki, 25 Ekimde bir bildiri yayınlayarak milliyetçi-şoven gösterileri övdü ve şükranlarını sundu. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte bizzat askeri bürokrasinin doğrudan ya da dolaylı talimatıyla benzeri milliyetçi-şoven kampanyaların genişletilmesi olasılık dışı değildir. Nitekim Genelkurmay’ın övgüsüne mazhar olan Kemalistler, faşistler ve bilcümle statükocu güçler, yürüyüşleri daha şimdiden bu yöne doğru evriltmeye uğraşıyorlar. Öğretim üyelerinin kontrolünde sokağa dökülen üniversite öğrencileri, tribünleri dolduran futbol izleyicileri, Avrasya koşusuna ve 29 Ekim cumhuriyet bayramı kutlamalarına katılan kitleler Barzani’nin kuklalarını yakmaya ve doğrudan Kürtlere karşı sloganlar yükseltmeye başlamışlardır.
Öyle gözüküyor ki, statükocu güçler belirli düzeylerde de olsa hedefine ulaşmış bulunuyor. Savaş koşullarının oluşmasıyla seçimleri kaybedeceğini düşünen ve bundan dolayı bir süre boyunca tezkere kararına direnen AKP, gelinen aşamada savaş makinesinin başına oturmuştur. Kürt sorununda askeri bürokrasiden farklı bir çözüm önerir görünen AB’ci burjuva güçler bugün yelkenleri suya indirmiş ve savaş çizgisine doğru kaymaya başlamışlardır. Seçimlerde hezimete uğrayan ve cumhurbaşkanlığına Gül’ün seçilmesini önleyemeyen statükocu güçler, savaş ortamıyla birlikte siyasal alan üzerinde etkilerini artırmış bulunuyorlar. Savaş rüzgârlarının esmesiyle anayasa tartışmaları da, “demokratikleşme” de, AB reformları da gündemden düşmüştür. Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatan statükocu-devletçi burjuvazi, şimdiye kadar sürdürdüğü, ama kısmi olarak sorgulanmaya başlanan politikalarına yönelik yeniden iman tazeletmeyi ve bu politikaları yeniden ön plana çıkarmayı başarmıştır.
İmha edilemeyen hakikat: Kürt sorunu
Açık ve net bir şekilde ortaya koymak gerekiyor: askerlerin ölmesinin de, anne babaların acıya boğulmasının da, toplumun infiale sürüklenmesinin de, Kürt halkının milliyetçi-militarist hezeyanın hedefi haline getirilmesinin de, başlatılan savaşın da sorumlusu statükocu-devletçi güçlerdir. Yıllardan beri Kürt halkının haklı istemlerini karşılamayan, ama onların varlığını inkâr eden ve çözüm olarak imhayı dayatan da bu güçlerdir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarından beri bu politika değişmemiştir. Geçenlerde Hasan Cemal şöyle yazıyordu: “Rahmetli meslek büyüğüm Metin Toker’den [İnönü’nün damadı] yıllar önce dinlemiştim. İsmet İnönü bir keresinde demiş ki: «Daha Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte düşünmeye başladık bu Kürtler ile ne yapacağız diye...» MİT’ten emekli üst düzeyde bir istihbaratçıyla bu yakınlarda sohbet ederken şöyle dedi: «Teşkilatta tam 41 yıl görev yaptım. Kafamızdan Kürt sorunu hiç eksik olmadı. Ve bugün Türkiye yine aynı sorun nedeniyle tarihinin en karmaşık dönemlerinden birini yaşıyor.»” (26 Ekim, Milliyet)
İtiraf edildiği gibi, Kürt sorunu cumhuriyetin kuruluşundan beri TC egemenleri için bir belâ olarak görülmüş ve imha ve inkâr yöntemiyle “çözülmeye” çalışılmıştır. Ne var ki ta 1923’ten beri uygulanan bu strateji çoktan beridir iflas etmiştir; tüm uğraşlara rağmen inkâr gerçeğe üstün gelememiş, Kürt sorunu imha edilememiştir. Tersine, uluslararası bir boyut kazanarak Ortadoğu’daki siyasal gelişmelerin odak noktalarından biri olmuştur.
Fakat sorun hâlâ bir terör sorunu olarak sunulmakta, PKK Kürt sorununun bir ürünü değilmiş gibi davranılmakta ve sorunu değil de Kürtleri çözerek meselenin üstesinden gelinmeye çalışılmaktadır. Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatan üniformalı burjuva güçler de, Kürtlere bazı kültürel haklar verilebileceğini söyleyen AB’ci burjuva kesimler de, gerçek sorundan kaçan bir siyaset izlemektedir. Pek demokrat geçinen sözümona en has liberaller bile, konu Kürt sorunu olduğunda eveleyip gevelemektedirler. Oysa Kürt hareketinin çözüm için yaptığı önerileri geri çeviren bizzat burjuva devlettir. PKK, Abdullah Öcalan’ın yakalandığı 1999’dan başlayarak ateşkes ilan etti, ayrı bir Kürt devleti kurma hedefinden vazgeçtiğini açıkladı ve 2005’e kadar neredeyse hiç silaha başvurmadı. Ne var ki “bir çakıl taşı bile vermeyiz” siyaseti güden burjuva devlet, PKK’nin bu adımlarını “terör örgütü can çekişiyor” biçiminde yorumlayarak kendini muzaffer ilan etti ve herhangi bir adım atmadı.
PKK’ye silah bırakma çağrısı yapanlar, acaba neden çözümsüzlüğün asıl kaynağı olan devlete Kürt sorununu çöz çağrısı yapmıyorlar? Uzunca bir süredir Kürt sorununda bazı açılımlar yapılmasını istiyor gibi görünen kimi sermaye kesimlerinin ve liberal sözcülerin, “zor günlerde” düzeni kurtarmaya hazır ve nazır “paşaları” kızdırmayı göze almalarının pek mümkün olmadığı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla da uluslararası bir sorun haline gelerek TC’yi sıkıştıran ve onun emperyal politikalarının önünde ayak bağı olan Kürt sorununu çözmek yerine daha da kördüğüm haline getirmektedirler.
Başta Kürt kitleler olmak üzere, liberal çevrelerde AKP’nin seçimleri müteakiben sorunun çözümüne dönük bazı adımlar atacağı bekleniyordu. Nitekim bu beklentiden ve savaş tezkeresine karşı çıkmasından ötürü AKP, seçimlerde Kürt kitlelerinden önemli ölçüde oy almıştı. Fakat AKP, belirli kültürel hakların verilmesiyle sınırlı bir çözüm planını bile hayata geçirmeye gönüllü değildir. AKP, büyük sermayenin partisi olma ve Türkiye’yi AB’ye taşıma rolünü üstlendiğinden dolayı, istemeden de olsa Kürt sorununun çözülmesi onun üzerine kalmıştır. Gerçekte AKP kadroları da Kürt sorununa statükoculardan çok da farklı yaklaşmıyorlar ve üstlendikleri rolün basıncı gevşediğinde bu, tüm çıplaklığıyla –son olaylarda olduğu gibi– açığa çıkmaktadır. “Tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek vatan” gibi Hitlervari bir söylemin (çünkü bu tamlama Nazilere aittir ve eksik olan yalnızca “tek şef”tir.) AKP’nin ana sloganlarından biri haline gelmekle kalmayarak, bir de meydanlarda Başbakan Erdoğan tarafından kitlelere tekrarlatılması AKP’nin meşrebini gözler önüne sermektedir.
Esasında AKP kendisine biçilen rolü başka türlü oynamak istemektedir. Bir taraftan Kürt sorununda adım atacakmış da buna PKK ile DTP’nin ilişkisi engelmiş gibi bir izlenim yaratarak DTP’yi sıkıştırmayı, onu yıpratmayı ve öte taraftan da bölgeye belirli ekonomik yatırımlar yaparak Kürt kitleler içindeki desteğini genişletmeyi arzulamaktadır. Böylece Kürt kitlelerini PKK ve DTP’den kopartıp kendisi üzerinden düzene entegre ederek sorunu güya külliyen çözecektir! Lakin tüm bu plan ve projelerin gerçek hayat içinde bir karşılığı yoktur. Dolayısıyla sorunun gerçek siyasal muhataplarını daha baştan dışlayan, ama gene de Kürt sorununun çözümünden yanaymış gibi görünen TÜSİAD, AKP ve bilcümle liberal taife gerçek bir çözümden yana değillerdir. Statükocusundan AB’ci TÜSİAD’ına kadar tüm burjuva kesimler şu ya da bu ölçüde Kürtleri birbirine düşürerek, onları çatıştırarak ve böylece onları çözerek sorunu çözebileceklerini düşünmekteler. Çözümden yana konuşmayı pek seven liberallerin, “Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını” eleştirirken, Barzani ve Talabani’nin neden birbirine düşürülmediğini, diplomasinin en basit kuralının iki rakibi birbirine düşürmek olduğunu söyleyerek hayıflanmaları, onların nasıl bir çözümden yana olduklarını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, TÜSİAD da dâhil tüm burjuva güçlerin, başlatılan savaşı desteklediklerini açıklayan bildiriler yayınlamaları, Güneydeki Kürt federe devletine ve liderlerine olmadık hakaretler yağdırmaları ve onları PKK’ye karşı savaşa zorlamaları Türkiye burjuvazisinin gerçek çözümden yana olmayan tutumunu dışa vurmaktadır.
Savaş çığırtkanlığına prim verme!
Emperyal niyetleri bir sır olmayan TC Ortadoğu’ya dalmak üzeredir, ama kimileri, sanki böyle bir niyet yokmuş gibi bunu PKK’nin sırtına yıkmaktadır. Yukarıda ortaya koyduğumuz tablo bunu açıkça gözler önüne sermektedir. Üniformalı burjuvazinin savaş tamtamları çalmasının başlıca nedeni bir Kürt devletinin önüne geçmekse, diğer bir önemli nedeni de gerekli kitle desteğini arkasına alıp, AB’ci burjuva kesimleri gerileterek ayrıcalıklı konumunu korumaktır. Açığa çıkmış bulunuyor ki, emelleri için bu kesimin başvurmayacağı çılgınlık yoktur.
Bugün Ortadoğu’da oldukça karmaşık bir siyasal süreç yaşanmaktadır. Bazı noktalarda çıkarları kesişen ülkeler, kimi düzeylerde de karşı karşıya gelebilmekteler. Fakat bu karmaşada öne çıkan ve bölge ülkelerini de tavır almaya zorlayan bir şey var: İran! Bilindiği üzere ABD emperyalizmi savaş makinelerini İran’a sürmek için oldukça heveskâr ve acele ediyor. Aynı zamanda Türkiye’nin de kendi yanında İran’a karşı savaşa girmesini arzuluyor. Lakin Türkiye’nin İran konusunda tutumu hâlâ belli değildir. Ne var ki süreç hızla Türkiye burjuvazisini bu konuda karar vermeye itmektedir. Dolayısıyla da Erdoğan’ın 5 Kasımdaki ABD gezisinde, Kürt ve İran halkları üzerinden pazarlık yapılacağı aşikârdır. Kendi emellerine ulaşmak için üniformalı burjuvazinin İran konusunda ABD’ye yatması ve böylece Güney Kürdistan’a bir sefer başlatması kuvvetle muhtemeldir. Fakat üniformalı burjuvazinin motivasyonunun kaynağında yalnızca iktidar kavgasında üstün gelmek ve Kürtleri ezmek yoktur; beraberinde Kerkük ve Musul’a yönelik emeller de vardır. Özellikle 1990’dan sonra Musul ile Kerkük’ün bir zamanlar Osmanlı’ya ait olduğu görüşü emperyal politikanın bir uzantısı olarak gündeme taşınmaktadır. Ortadoğu cangılına giren Türkiye’nin emperyalist savaşın diğer aşamalarında da vurucu bir güç olarak kullanılabileceği açıktır. Bu hedef doğrultusunda ABD’nin Kürtleri gözden çıkarmasının da olasılık dışı olmadığını belirtmek gerekiyor.
Birinci Emperyalist Savaşla birlikte İngiliz emperyalizmi Ortadoğu’daki tüm devlet sınırlarını cetvelle çizdi ve Kürt halkının topraklarını dört devlet arasında paylaştırdı. O günden bugüne Kürt halkı da diğer halklar gibi rahat ve huzur yüzü görmedi. ABD emperyalizminin Irak’ı işgal etmesiyle Ortadoğu daha da içinden çıkılmaz bir cehenneme döndü. Tüm bunlar doğru olmakla birlikte eksik; zira bölgenin bu denli çelişkili ve çatışmalı bir ortama sürüklenmesinin diğer bir sebebi de Kürt halkının haklı mücadelesini yıllardır kan ve gözyaşıyla bastıran Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletleridir. Evet, eğer Kürt sorunu bugün uluslararası bir boyut kazanarak emperyalist güçlerin elinde bir baskı unsuruna dönüşmüşse, halklar boğaz boğaza getiriliyorsa, bunun sebebi yalnızca İngiliz ya da ABD emperyalizmi değil, aynı zamanda inkârcı ve imhacı bu dört burjuva devlettir de. Gelinen aşamada ise, kendi ülkelerindeki Kürtleri ezmekle yetinmeyen Türkiye, İran ve Suriye, Irak’taki Kürt federe devletine karşı da harekete geçmişlerdir.
Irkçı-şovenist bir temelde Kürt halkına karşı kışkırtılan, savaş için seferber edilmeye çalışılan Türkiye işçi sınıfı bu gerçeği görmek zorundadır. İşçi sınıfı için esas düşman ezilen Kürt halkı değil, ABD de dâhil olmak üzere bölgenin tüm burjuva güçleridir. İşçi sınıfının Kürt halkına karşı girişilecek bir savaştan kazanacağı hiçbir şey yoktur, ama kaybedeceği çok şey vardır. İşçi-emekçi kitleler savaşı destekleyerek ezilen Kürt kardeşlerini boğazlamaya gönderilmekle kalmayacak, oluşacak köklü düşmanlıklar Kürt ve Türk işçi sınıflarının birliğini engelleyeceği için bu işten burjuvazi kazançlı çıkacaktır. Dolayısıyla da başta Türkiye olmak üzere, İran ve Suriye işçi sınıfları Kürt halkına karşı girişilecek bir savaşa karşı çıkarken, Kürt halkının özgürlüğünü de savunmalıdırlar. Bu durumda, ne bölgenin egemen güçleri ne de emperyalistler Kürt halkının sorunlarını istismar ederek kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilir, ne de halkları bu sorun üzerinden karşı karşıya getirebilirler. Böyle bir mücadele beraberinde tüm bölge işçi sınıfının birliğinin de önünü açacaktır.
Bu noktada enternasyonalist komünistlerin unutmaması gereken bir gerçek var: milliyetçilik sadece Türkiye’de yükseltilmiyor. Daha önceki yazılarımızda da ortaya koyduğumuz üzere, içine girdiğimiz dönemi belirleyen ABD’nin başını çektiği emperyalist savaştır. Dünya genelinde bir gericilik rüzgârı esmektedir. Savaş hazırlıklarına girişen dünya burjuvazisi, ekonomik krizin, neo-liberal saldırıların ve yürürlüğe sokulan polis-devleti uygulamalarının etkilerini kitlelere kabul ettirmek amacıyla var gücüyle milliyetçiliği körüklüyor. Bundan ötürüdür ki, Türkiye’deki milliyetçi yükseliş geçici bir olgu değildir. Önümüzdeki süreçte, emperyalist savaşın genişlemesine bağlı olarak, gerek dünyada gerekse Türkiye’de milliyetçilik ve militarizm alabildiğine azdırılacaktır. Bu nedenle, içine girdiğimiz dönemde enternasyonalist komünistlerin ve öncü işçilerin görevleri daha da ağırlamış bulunuyor. Zira savaş başlangıçları, tam da bugün Türkiye’de olduğu gibi, savaş seferberliğinin ateşli gösterilerle beslendiği, milliyetçiliğin ölüm karanlığı gibi kitlelerin üzerine çöktüğü ve geniş kitleleri etkisine aldığı süreçlerdir. Böyle dönemlerde başlıca görev, akıntıya kapılmamak, Marksizmin ışığını yitirmemek, şu ya da bu ölçüde burjuva ideolojisine prim vermemek ve çeşitli kılıklara bürünebilecek milliyetçiliğe-şovenizme karşı mücadele bayrağını daha da yükseltmektir!



Kapitalist Eğitimin Eşitsiz ve Gerici Doğası
Kerem Dağlı
Okulların açılmasıyla birlikte anayasa tartışmalarına bir de AKP’nin uyguladığı müfredat ve eğitim sistemi ile ilgili tartışmalar eklendi. Bu, işçi-emekçi kitleler açısından önemli bir tartışmadır, çünkü mevzu –tüm toz bulutunun altında– onların parasız eğitim hakkından geriye kalan kırıntıların da bir güzel temize havale edilmesidir. Ancak bunun kavranabilmesi için doğru temellerde ele alınması ve açıklanması önem taşıyor. Zira karşıt kamplardaki burjuva ideologları ve kalemşorlarının öne sürdüğü birbirinden asılsız, saçma ve yanlı tezler, fikirler, işçi ve emekçilerin bilinçlerini daha da bulandırmaktan öte bir işe yaramıyor.
AKP iktidarının son birkaç yılındaki her konuda olduğu gibi bu meselede de sorun AKP karşıtlığı ve taraftarlığı ekseninde ortaya konmuş durumda. Başını statükocuların çektiği seçkinler korosu, AKP’nin “ılımlı İslam” adı altında ülkeyi adım adım şeriat düzenine götürdüğü ve sonra da bölüp parçalayacağı yaygarasına şimdi de eğitim meselesini ekledi. Maalesef solun bir kısmı da bu koroya, “aydınlanmacı, milliyetçi ve devletçi” bir sesle katılmıştır ve AKP hükümetinin icraatlarını yüzeysel olarak eleştirmekten başka bir şey yapmamaktadır. Liberal burjuva ideologları ise, bir taraftan gerilimi tırmandırmamak kaygısıyla AKP’yi hafif tertip ikaz ediyor, diğer taraftan da büyük sermayenin ihtiyaç duyduğu açılımları, arkasına büyük oy desteği almış AKP’den gayrı kimsenin hayata geçiremeyeceğini pekiyi bildiklerinden onun önünü açmaya çalışıyorlar.
Fakat bu iki kamptan hiçbiri işçi-emekçi kitlelerin özlemlerini ve çıkarlarını merkeze alan bir yaklaşıma sahip değildir. Bir kere seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi, meselenin laiklik-şeriat ekseninde konulması, AKP’ye puan kazandırmaktan ve onun işini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Çünkü kendilerini Kemalist, aydınlanmacı, laikçi, milliyetçi, devletçi olarak tanımlayan elitlerin seçim öncesindeki ham hayallerinin aksine, işçi ve emekçilerin, statükocuların kendinden menkul “cumhuriyet değerleri” söylemini paylaşmadıkları açıktır. Aksine, onlardan ve onların artık gına getirmiş olan “Kemalizm”lerinden kurtulmak istediklerini söylemek daha doğru olur. Ancak AKP’ye oy verenlerin büyük çoğunluğu dâhil olmak üzere, toplumun geniş çoğunluğunun şeriat esaslarına göre düzenlenmiş bir devletten ve eğitim sisteminden yana olduğu da asla söylenemez. Bu geniş çoğunluk, “üniversitelere türbanla girilmesi halinde arkasından şeriat gelir” türünden statükocu yaygaralara hiçbir şekilde itibar etmemektedir. Bu yaygaraların, statükocu bürokratik elitin ayrıcalıklarını kaybetme korkusuyla ve halkı yanına çekmek maksadıyla öne sürdüğü argümanlardan birisi olduğu artık çoğunluğun malûmudur. İşçi-emekçi aileler, dar kafalı Kemalistlerin ve onların peşine yedeklenmiş devlet solcularının aksine, laiklik-şeriat tartışmasından çok daha fazla, çocuklarının okul masraflarıyla ve gelecek kaygılarıyla ilgileniyorlar.
AKP’nin hâlihazırda uyguladığı ve yeni tasarılar yoluyla uygulamaya koyacağı eğitim sisteminin gerici, anti-laik ve eşitsiz olduğu açıktır. Ancak bu, AKP’nin “gizli ajandasının” veya “ılımlı İslam” anlayışının özel bir sonucu değil, bir yanıyla genelde kapitalist eğitim sisteminin diğer yanıyla Türkiye kapitalizminin özgünlüklerinin doğal sonucudur. Eğitim sistemi ne AKP’den önceki hükümetler döneminde ve ne de içi geçmiş Kemalistlerin o pek methettikleri –ve bu haliyle de İslamcıların asr-ı saadet dönemi kavramını çağrıştıran– “Kemalist devrimler” döneminde eşitlikçi, toplumcu, gerçek anlamda bilimsel, laik ve demokratik bir yapıya sahipti. İşin aslı kapitalist dünyanın hiçbir köşesinde ve döneminde, eğitim sistemi bu niteliklere bir bütün olarak sahip olmamıştır, olamaz da.
Bugün AKP’nin hayata geçirmeye uğraştığı neo-liberal eğitim politikaları, başta Avrupa ve ABD olmak üzere tüm kapitalist ülkelerde 80’li yıllardan beri gündemdedir. Eğitim sisteminde, sermayenin ve burjuva toplumun değişen ihtiyaçlarına göre bir yeniden yapılanma sürecini başlatan bu politikalar, neo-liberal ekonomi politikalarıyla sıkı bir bağlantı içindedirler ve onun doğal uzantısıdırlar. Bunlar, emperyalizmin küresel taşeronları olan UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu), Dünya Bankası ve IMF gibi örgütlerin öncülüğünde ve denetiminde şekillendirilmiş, önce bizzat emperyalist metropollerde uygulamaya konulmuş, sonra da dünyanın geri kalanına ihraç edilmeye ve dayatılmaya başlanmıştır.
Bu nedenle, eğitim sistemine yönelik eleştiriler, burjuva “aydınlanmacı” ve klasik milliyetçi-devletçi anlayışlara kaymadan, burjuva kampların tutumlarından bağımsız bir şekilde yapılmalıdır. Kapitalist eğitimin amacı ve hangi rejim ve biçim altında olursa olsun özü teşhir edilmeli ve esas olarak “parasız, eşit, bilimsel ve anadilde eğitim” savunulmalıdır. Bu haklar hiç kuşku yok ki ancak işçi-emekçi kitlelerin mücadelesiyle kazanılabilir ve ilerletilebilir.
Kapitalist eğitim ve neo-liberal eğitim politikaları
Kapitalist eğitim sistemi, sermayenin ve burjuva toplumun ihtiyaçlarına göre tarih içerisinde çeşitli evrimler geçirmiş ve gelişerek değişmiştir. 19. yüzyıla kadar burjuvazinin birincil derdi kilisenin ve aristokrasinin gücünü kırmak ve parlamenter rejim aracılığıyla toplumda kendi siyasal hâkimiyetini kurmaktı. Burjuvazinin bu mücadelesinin temel bir ayağı ideolojik alandı. Çünkü eski düzenin temsilcilerine karşı mücadelede, yoksul halk kitlelerini, orta sınıfları ve aydınları yanına çekebilmek ve sonra da bu güçleri yeni toplum düzenini kurma yolunda seferber edebilmek, ideolojik alanda üstünlüğü ele geçirmeyi gerektiriyordu.
12. yüzyıldan itibaren kiliseden ayrışmaya başlayarak oluşturulan ve adına üniversite denilen eğitim birlikleri, ilerleyen süreçte burjuvazinin kilise ile mücadelesinde önemli bir rol oynamıştı. Burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmesine ve üretici güçlerdeki gelişmelere paralel olarak da, bilim adamlarını, filozofları, edebiyatçıları, sanatçıları bağrında toplayarak bilimi, kültürü, sanatı, felsefeyi kelimenin tam anlamıyla burjuvazinin hizmetine sokmuştu. 1789 Devriminin ardından Fransa’da “cumhuriyet okulları”nı kuran Jules Ferry, “biz devlete, eğitimde oynayabileceği yegâne rolü veriyoruz: kendisinin korunması için önem taşıyan belirli bir devlet ahlakını ve belirli doktrinleri sürdürmek” diyerek, eğitimin temel işlevinin burjuvazinin ihtiyaç duyduğu siyasal ve ahlaki değerlere sahip bireyler yetiştirmek olduğunu ortaya koyuyordu.
İlk kez Fransız Devriminin ertesinde kurulmuş olan ve bugünkü ilköğretim okullarına denk düşen cumhuriyet okullarında yapılan “parasız ve yaygın eğitim”, ulusal birliğini sağlama yoluna girmiş tüm ülkelerde uygulanmaya başlandı. Amaç homojen bir vatandaşlık bilincini geliştirmek ve bu kanalla kapitalist ilişkilere uygun bireyler yetiştirmekti. Böylece işçiler ve emekçiler ile burjuvalar her türlü sınıfsal, dinsel ve etnik kimliklerinden soyutlanarak ulusal bir üst kimlikte “eşitlenmiş” oluyordu. Ulusal birliğin oluşma süreci, aynı zamanda eğitimde de bir birliğin yani tevhid-i tedrisatın sağlanması süreciydi. Eğitim merkezileştiriliyor ve bu temelde hazırlanan bir müfredata göre yapılması sağlanıyordu.
19. yüzyılla birlikte, ulusal eğitimin iyice kurumlaşmaya başlaması ve sanayi devrimleri sonrasında muazzam bir atılım yaşayan teknik gelişmelere paralel olarak, bilimsel teknik bilgiye ve bu bilgiye sahip vasıflı işgücüne duyulan ihtiyaç artmıştı. Ayrıca, kitlesel ve yaygın eğitimi olanaklı kılan nesnel gelişmeler de yaşanmıştı. Böylece eğitim kurumları, devletin üst kademelerine yüksek düzeyde memur yetiştirmek ve ideolojik işlevlerinin yanı sıra, sanayi için gerekli olan vasıflı işgücünü yetiştirme görevini de üstlenmeye başlamıştı. Burjuvazinin ve sermayenin gelişen ihtiyaçları, eğitimin en azından ilköğretim düzeyinde yaygınlaşmasını, kimi ülkelerde de parasız ve zorunlu hale getirilmesinin önünü açmıştı.
Kuşkusuz parasız ve zorunlu eğitimin yaygınlaşmasında sınıf mücadelesinin de ciddi bir payı vardı. İlk kez Paris Komününde işçi ve emekçi halk kitleleri, sadece ilköğretimi değil eğitimin tüm kademelerini parasız hale getirmiş, eğitim sistemini tam anlamıyla merkezileştirerek ve komünlerde örgütlenmiş halkın (öğretmenlerden, öğrenci velilerinden ve uzmanlardan oluşan komisyonlar eliyle) denetimine vererek, ona gerçek anlamda demokratik, bilimsel, laik ve pedagojik bir içerik kazandırmışlardı. Bu tarihten sonra parasız, eşit ve nitelikli eğitim hakkı, işçi-emekçi sınıfların temel ve vazgeçilmez taleplerinden birisi olacaktı. 1917 Ekim Devrimiyle kurulan işçi devleti ise, pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da muazzam yeniliklere sahne oldu. Devrimden sonra Lenin, Krupskaya ve Lunaçarski önderliğinde eğitim sistemi baştan aşağı yeniden kuruldu. Tüm Rusya’da politeknik eğitim okulları açılmaya başlandı. Eğitim herkes için vazgeçilmez ve temel bir hak olarak tanımlandı, parasız hale getirildi. İlköğretim zorunluydu ve belirli bir yaşa kadar çocukların çalıştırılmasına izin verilmiyordu. Lise ve üniversite düzeyinde eğitim görmek isteyen işçi ve emekçilere yardımcı olmak maksadıyla devlet, ya onlara öğrenimleri boyunca maaş vererek barınma dâhil tüm ihtiyaçlarını karşılıyor ya da çalışan işçiler için akşam okulları açıyordu. Temel eğitimini alamamış işçiler içinse, onları yüksek öğretime hazırlayan “işçi fakülteleri” kurulmuştu. İşçiler ve emekçiler bu okullarda, bir yandan temel fen derslerini alıyor, bir yandan mesleki bir eğitim görüyor, diğer yandan da bedensel ve ruhsal gelişimleri için her türlü imkân önlerine sunularak ilgi alanlarının genişlemesi ve yeteneklerinin ortaya çıkması sağlanıyordu. Üstelik tüm bunlar, son derece kıt kaynaklara sahip bir işçi devletinin olanaklarıyla gerçekleştiriliyordu.
Sovyetler Birliği’nde halka sağlanan eğitim olanakları ve uygulanan eğitim yöntemleri, kapitalist dünyayı da önemli ölçüde etkilemiştir. Sovyetler Birliği’nin yarattığı basıncın yükselen sınıf mücadelesiyle birleşmesi, hemen tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde burjuvaziyi, daha pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da işçi sınıfına tavizler vermeye zorlayacaktı. Özellikle II. Dünya Savaşından sonra kapitalizmin içine girdiği uzun ekonomik genişleme dönemiyle birlikte, eğitim sistemi pek çok bakımdan bugünkü halini aldı ve 8-12 yıllık ilköğretim pek çok ülkede parasız ve zorunlu hale geldi. Yükseköğretim alanında da, devlet üniversiteleri ve teknik okullar vasıtasıyla, işçi-emekçi çocuklarına parasız eğitim fırsatı sağlanır olmuştu. Toplumun ortalama eğitim düzeyini ve işgücünün niteliğini yükselten bu gelişim, kuşkusuz sadece uluslararası düzeyde ulaşılan sınıfsal güç dengesi sonucunda gerçekleşmedi. 70’li yıllara kadar süren ekonomik genişleme dönemi, bir yandan burjuvaziye işçi sınıfına bazı tavizler vermek için gereken nesnel zemini sağlıyor, diğer yandan da giderek artan oranda ihtiyaç duyduğu vasıflı işgücünü karşılayabilmek için gereken reformları yapmasını zorunlu kılıyordu.
70’li yıllara gelindiğinde ise, kapitalizmin bu “altın çağı” çoktan sona ermiş, sermayenin iktisadi ve siyasi ihtiyaçları değişmeye başlamış, 80’li yıllarda ise bu çok daha kesin bir hal almıştı. Birincisi, en azından gelişkin kapitalist ülkelerde, toplumun genel eğitim düzeyi oldukça artmış ve “eğitim sorunu” aşılmıştı. Bunun anlamı, 20. yüzyılın başında yapılan hamlelerle ve ulusal eğitim anlayışıyla hedeflenen “eğitimin kitleselleşmesi” sürecinin tamamlanmış oluşuydu. Bu arada, ortalama vasfa sahip işgücünün yetişmesi için gereken toplumsal süre de oldukça azalmıştı. Sermayenin elinin altında, asgari düzeyde yetişmiş ve ortalama vasfa sahip işgücünden bol miktarda birikmişti. Teknolojik gelişmelerdeki sıçramalı ilerleme ve artan makineleşme ise, toplumdaki pek çok işin –ki bunlara geçmişin oldukça yüksek nitelik isteyen işleri de dâhildir– artık bu ortalama vasıf düzeyiyle yapılabilmesini olanaklı kılmıştı.<[*]
İkinci olarak ise, dünya kapitalizminin genel anlamda daha istikrarsız bir hal alması ve iktisadi krizlerin daha sık yaşanmaya başlaması, işgücünün, sürekli değişen ve yenilenen üretim süreçlerine hızlıca uyum sağlayabilecek biçimde yetiştirilmesine duyulan ihtiyacı körüklemişti. Sermaye, elinin altındaki işgücü ordusunu, istediği anda, istediği türde işe koşabilmeliydi. Bu da, temel eğitimin niteliğinin (bugüne uyarlarsak, bilgisayar ve internet kullanabilecek, teknolojik yeniliklere uyum sağlayabilecek şekilde) bir miktar arttırılarak işçi-emekçi gençlere, hızla değişen koşullarda kolayca uygulamaya koyabilecekleri zorunlu bilgilerin verilmesini yeterli kılıyordu. Genel anlamda “iş okulları” benzeri mesleki eğitime ağırlık verilmeli ve asgari vasfa sahip bir işçinin yalnızca sermayenin ihtiyaçlarına uygun şekilde kendini geliştirmesini sağlayacak bir sistem kurulmalıydı. Bu sistemde işçi gençlerin çoğunluğu için yüksek öğretim bir gereklilik oluşturmuyordu. Onun yerine kendilerini çoğunlukla kendi imkânlarıyla geliştirmelerini sağlayacak esnek öğretim modellerine geçilmeliydi. Çeşitli meslek kursları, işyerlerinde verilen kısa süreli mesleki eğitimler vb. bu modelin bir parçası olacaktı. Buna da “yaşam boyu öğrenme” adı verilecekti!
Üçüncü faktör ise, neo-liberal ekonomi politikaları çerçevesinde öngörülen ve devletin eğitim, sağlık ve ulaşım gibi kamu hizmetlerine ayırdığı bütçenin kısılmasını ve hatta devletin artık bu alanlardan elini çekmesini sağlayacak dönüşümlerin devreye sokulmasıydı. Böylece işçi-emekçi halktan alınan vergiler ona parasız eğitim ve sağlık hizmetleri olarak dönmek yerine, sermayenin ihtiyaç duyduğu başka alanlara akıtılacak, işçi sınıfının mücadele yoluyla elde ettiği bu haklar ise gasp edilerek paralı hale getirilecekti. Bu dönüşüm özelleştirmeler yoluyla sağlandı ve ABD gibi ülkelerde başından beri varolan ve “market model” diye adlandırılan eğitim sistemi hızla dünya sathında yaygınlaşmaya başladı. Dünyanın her yerinde özel okulların sayısı artmaya başladı ve herkesin, “toplumsal kaderine ve finansal kapasitesine uygun” eğitim almasını sağlayacak rekabetçi bir eğitim sistemi yaratıldı.
Bu neo-liberal eğitim politikalarının en bariz sonucu, eğitim sistemindeki eşitsizliğin derinleştirilmesi, işçi sınıfına mensup çocuklara yükseköğretim yolunun kapanarak onların temel ve mesleki eğitimle yetinir hale gelmelerinin sağlanması oldu. Kuşkusuz, kapitalist eğitimin eşitsiz niteliği neo-liberal politikalarla ortaya çıkmış değildir. Ancak 90’lı yıllardan sonra bu neo-liberal politikaların kapitalist eğitime içkin olan bu özellikleri iyice derinleştirip pekiştirdiği kesindir.
Kapitalist eğitim eşitsiz ve gericidir
İşte AKP hükümetinin adım adım uygulamaya koyduğu neo-liberal eğitim politikalarının özü budur. Bu politikalar, 90’lı yıllardan sonra tüm dünyaya ihraç edilmeye ve dayatılmaya başlandı. Türkiye’de yaşananlar da bu sürecin bir parçasıdır ve AKP’nin bu sürecin en iyi uygulayıcısı olduğu açıktır. Eğitim sektörünün dünya genelinde 2 trilyon dolarlık bir pasta oluşturduğu ve bunun yaklaşık 25 milyar dolarlık bir diliminin de Türkiye’de olduğu düşünülürse, uluslararası ve “milli” sermayenin “eğitim reformunu” gerçekleştirmekte neden bu kadar hevesli olduğu rahatlıkla anlaşılabilir.
Bu politikaların dünya çapında taşeronluğunu üstlenmiş olan UNESCO’nun düzenlediği Dünya Eğitim Forumunda, eğitimin piyasalaştırılmasına gerekçe olarak, eğitime ayrılan sınırlı kaynakların özel teşebbüs altında daha adilane dağıtılacağı ve verimli şekilde kullanılacağı söylenmiştir. Kaynakların adil dağıtımından kasıt, eğitime ayrılan bütçeden daha fazla payın özel sektöre yönlendirilmesidir. Verimli kullanımdan kasıt ise, yükseköğretimin tamamen paralı hale getirilmesi ve emekçi kitlelerin çocukları için yalnızca temel ve mesleki eğitime ağırlık verilmesidir. Bunlara, eğitime ayrılan bütçe payının kısılarak, öğrencilerden alınan payın arttırılması gibi eşitsizliği körükleyen önerileri de eklemek gerek.
Hâlbuki kapitalist ülkelerin hemen hepsinde, eğitime ayrılan bütçe zaten son derece düşük seviyededir. Eğitim bütçesinin GSMH içindeki payı 2007 yılı itibariyle Türkiye’de %3, ABD’de %4,8, İngiltere’de %4,5, Almanya’da %4,1, Hindistan’da %4,1’dir. Türkiye için bu oranın parasal karşılığı 7 milyar YTL’dir. Oysa aileler eğitime devletin ayırdığından çok daha fazlasını, yaklaşık 17,2 milyar harcamaktadırlar. İşin gülünç tarafı, devletin ayırdığı 7 milyarın da yarısına yakınını, vergi adı altında zaten işçi-emekçi aileler vermiştir. Bu durumda, eğitime yapılan toplam harcamaların yaklaşık %65’i zaten aileler tarafından karşılanmaktadır. Bu gerçekliğe rağmen neo-liberal burjuva politikacıların, eğitim harcamalarının devletin sırtında bir yük olduğunu söylemeleri tam bir ikiyüzlülüktür.
Ulusal eğitimin finansmanı bu şekilde işçi-emekçiler tarafından sağlandığı halde, eğitim hakkından en yoksun durumda olanlar da yine onlardır. Bugün bir çocuğun yıllık eğitim masrafı ortalama 2 bin YTL civarındadır. Asgari ücretle geçinen bir ailenin bu masrafın altından kalkması ise neredeyse imkânsızdır. Kaldı ki, bu ortalama rakam eğitim seviyesi yükseldikçe artmaktadır. Örneğin ortaöğretim seviyesindeki bir çocuk için yıllık ortalama 2460 YTL’dir ve yükseköğretime geçildiğinde 5000 YTL’ye kadar çıkmaktadır. Üniversite öğrencilerinin %41’inin yüksek gelir düzeyindeki ailelerin çocukları oluşu ve işçi-emekçi çocuklarının oranının %20’yi geçmemesi de bu tabloyu tamamlar niteliktedir. Üstelik tüm bu soyguna rağmen okulların %49’u aşırı kalabalık, %65’i yeterli ders araç-gereci bulamıyor, %70’inin atölye-laboratuar eksiği bulunuyor ve %72’si gerekli hijyen şartlarından yoksundur. Eğitimin devlet tarafından sözde parasız sağlandığı Türkiye’de, her 4 okuldan 3’ü ödenek sıkıntısı içindedir ve bu okullar dönem başlarında öğrenci ailelerinden haraç kesmektedirler. Buradan çıkan en yalın sonuç, neo-liberal politikaların çoktan beridir hayata geçmiş olduğu ve işçi-emekçi çocuklarının yükseköğretimden ve kaliteli eğitimden zaten yoksun olduklarıdır.
Fakat eğitim sistemindeki eşitsizlikler ve çarpıklıklar bunlarla da sınırlı değildir. 15-19 yaş arası gençlerin %56,5’i ve 20-24 yaş arası gençlerin %87’si eğitime devam edemiyor. Bunların büyük bir kısmıysa aynı zamanda işsizlik gerçeğiyle yüz yüze kalıyor. Okumayan gençler arasında, 15-19 yaş grubu için işsizlik oranı %35,3 ve 20-24 yaş grubu için %42,8’dir. Okumayı başarıp ÖSS kapısına kadar gelenler ise aynı kaderle daha geç yüzleşiyorlar, o kadar. Sınava giren 2 milyona yakın gencin büyük çoğunluğu üniversiteye girme şansını elde edemezken, üniversiteyi bitirenlerin bile yüzde 35’i iş bulamamaktadır. Bu yüzden de üniversite öğrencilerinin dörtte üçüne yakını geleceklerinden umutsuz durumda ve hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünüyor.
İşçi-emekçi sınıflardan gençler, ailelerinin içinde debelendiği yoksulluk ve sefaletten nasiplerini alarak, bakımsız ve kalabalık sınıflarda, yeterli eğitim araç-gereçlerine ve öğretmene sahip olamadan, çeteleşmenin, okul ve aile içi şiddetin, yozlaşmanın, uyuşturucu batağının ve daha nice tehlikelerin içinde okumaya çalışıyorlar. Çoğu iyi bir eğitim alma olanağından yoksun bir halde işsizler kervanına katılıyor ve az bir kısmı da “sınıf atlama hayali”yle kafası bulanmış olarak önce bir üniversiteye girmek için, ardından da hayallerinin birer kâbusa dönüşmesinin hemen arifesinde, iyi bir iş bulabilmek için debeleniyor. Ve maalesef bugün pek azı, 12 Eylül faşizminin yarattığı depolitizasyonun ve alıklaştırma operasyonunun etkilerini kırabiliyor.
Sistemi oluşturan çarkların dişlileri arasında ezilmekten başka bir şey yapamayan ve her gün yeni saldırılarla karşı karşıya kalan eğitim emekçilerinin durumu da bu tabloyu bütünlemektedir. Büyük bir çoğunluğu yoksulluk sınırının altında yaşamakta ve en temel sendikal haklardan bile (toplu sözleşme ve grev hakkı) yoksun durumdalar. Ortalama bir öğretmen maaşı ile 4 kişilik bir ailenin giderlerinin yarısından azı ancak karşılanabiliyor. Eğitim emekçilerinin %30’u açlık, %60’ı da yoksulluk sınırının altında yaşıyor. İşsiz öğretmen sayısı her geçen gün artmaktadır. Öğretmen yetiştiren okullardan mezun olanların %80’i işsiz kalmaktadır. Tüm bunların yanı sıra, AKP hükümeti, eğitim emekçilerinin haklarına saldırı anlamına gelen norm kadro, sözleşmeli-geçici öğretmenlik, öğretmenlerin derecelendirilmesi gibi uygulamaları birer birer hayata geçirmektedir. Bu yolla eğitim emekçileri arasındaki ücret eşitsizliği artmakta, iş güvenceleri ellerinden alınmakta, çalışma süreleri uzamakta, kuralsızlaştırılmakta ve daha pek çok özlük haklarından yoksun kılınmaktadırlar.
Özel sektörde ve dershanelerde çalışanların durumu ise daha kötüdür. Özel okul ve dershanecilik sektörü hızla büyümesine ve 5 milyar dolarlık bir hacme ulaşmış olmasına rağmen, özellikle dershane öğretmenleri son derece ağır koşullarda çalıştırılıyorlar. Yeni mezun olanlarsa haftada 6 gün, günde 10 saat çalışıp ayda sadece 500-600 YTL ücret alabiliyorlar. İş sözleşmeleri her yıl yenilendiğinden iş güvenceleri yok. 10 ay çalışıp 12 ay geçinmek zorundalar. Üstelik günde 10 saatlik çalışmanın üzerine bir de etüt adı altında ücretsiz fazla mesai yaparak, çoğu zaman bir günlük hafta tatillerini bile kullanmadan, haftada 70 saati bulan sürelerde çalışıyorlar.
AKP hükümeti ise özel okul ve dershane patronlarına kıyak çekmekle, tatlı kârların kokusunu alan ve eğitim sektörüne dalmaya hazırlanan büyük sermayenin yolunu düzlemekle meşgul. Hükümetin eğitim politikasını, Fethullahçı Zaman gazetesinden bir köşe yazarı pek güzel özetlemektedir: “Herkes okumak zorunda değildir sözü, her siyasinin ve herkesin kafasına iyice yerleştirilmelidir… MEB eğitim veren kurum olmaktan çıkartılarak, proje üreten, yön veren, denetleyen kurum yapısına kavuşturulmalıdır. Bu bağlamda okullar hiç zaman kaybedilmeden merkezlerden başlanarak özelleştirilmelidir.” İktidara geldiğinde hükümetin hedefi, %2 düzeyinde olan özel okul oranını, AB seviyesine, yani %10’a çıkarmaktı. Bugün bu oran %13’ü bulmuştur. Bu amaca uygun olarak Milli Eğitim Bakanlığının bütçesinde yatırımların payı %17,8’den (2002), %7’ye düşürülmüştür. Yani ne doğru dürüst yeni okul yapılmakta, ne mevcut okullara yeterli ödenek ayrılmakta ve ne de artan ihtiyacı karşılayacak bir öğretmen alımı yapılmaktadır.
Eğitim müfredatının ve sisteminin gerici niteliği ise herkesin malumudur. AKP döneminde, eğitim sisteminin anti-bilimsel, düşünmeyi ve sorgulamayı engelleyen niteliği özde devam etmiş, eğitimde dinsel motiflerin kullanımının ve din propagandasının dozu artmıştır. AKP’nin örnek aldığı ve ABD’de uygulanan “yapılandırmacı eğitim” modeli, öğrencileri bireyciliğe, çıkarcılığa ve rekabetçiliğe iten bir yaklaşıma sahiptir.
Ancak yine de eğitim sisteminin bu eşitsiz ve gerici niteliğini salt AKP’ye maletmek haksızlık olur. Aydınlanmacılığıyla ve devrimleriyle övünen Kemalizmin, gericilikte ve milliyetçi-şoven eğitim anlayışını hayata geçirmekte hiç de AKP’den aşağı kalır yanı yoktur. İlk İmam Hatip Liseleri 1924 yılında (29 adet) açılmıştır. Sol hareketin ve toplumsal muhalefetin yükseldiği 70’li yıllarda ise, burjuva hükümetlerin izlediği planlı bir siyasetle pıtrak gibi çoğalmışlar ve en büyük lütfu da Kemalistliğiyle övünen 12 Eylül faşizminden görmüşlerdir. Zira en çok İHL açılan dönemlerden birisi de bu dönemdir. Üniversitelerden atılan pek çok ilerici-demokrat bilim adamının yerine İslamcı-faşist kadrolar, bizzat faşist cunta eliyle üniversitelere yerleştirilmiştir.
Irkçı bir milliyetçilik anlayışı, daha cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren müfredata yerleştirilmiş, uydurma tarih tezleriyle bilim katledilmiştir. Müfredat ve eğitim anlayışı, başlangıçtan itibaren ülke içindeki diğer halkları, etnik grupları, muhalif düşünceleri yok sayan bağnaz bir yapıdaydı. Okullarda tek tip üniforma giyilmesini ve kışla disiplinini öngören militarist eğitim anlayışı da Kemalizmin mirasıdır. Bu beyin yıkama metotları sayesinde yaratıcı düşünce engellenmiş, insanların “devlet, Atatürk, Kemalizm” gibi tabulaştırılmış kavramlara tapınması sağlanmaya çalışılmıştır. Bu tabularla ve dogmalarla yetişen Kemalistlerin, bugün ülkenin en tutucu, statükocu grubu haline gelmesine bu açıdan şaşırmamak gerekir.
Parasız, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim!
Bu açılardan bakıldığında, sorun özel olarak AKP’nin izlediği eğitim politikasına karşı çıkış temelinde değil, bizzat kapitalist eğitim sisteminin sorgulanması ve eleştirilmesi temelinde ortaya konmalıdır. Dolayısıyla işçi sınıfının uğruna mücadele edeceği talepleri doğru koymak gerekir. Eleştiriler AKP karşıtlığıyla sınırlandırıldığı ölçüde, genellikle Kemalist-militarist devletçi ideolojiye teslim olunmakta ya da en iyi ihtimalde dar bir reformizme saplanılmaktadır.
Acil somut taleplerimizin odak noktasını her kademede parasız eğitimin sağlanması oluşturmalıdır. İşçi çocuklarının yükseköğrenim görme hakkı ancak bu şekilde korunabilir. Üniversitelere giriş sınavlarının ve diğer ara sınavların kaldırılması talebi de buna eklenmelidir. Eğitim sisteminin tüm kademelerinde, bireylerin kültürel ve ulusal kimlikleri, dilleri ve dinleri birer baskı sebebi olmaktan çıkarılmalı, milliyetçi ve şoven eğitim anlayışına karşı mücadele edilmelidir. Eğitim kurumlarının baskı ve asimilasyon aracı olarak kullanılmasına karşı çıkılmalı, herkese anadilinde eğitim hakkının tanınması savunulmalıdır. Ayrıca, bu talepler doğrultusunda öğrencilerin ve eğitim emekçilerinin ortak örgütlenmesi savunulmalı ve örgütlenmenin önündeki her türlü yasak ve engellemelere karşı mücadele yürütülmelidir. Ancak en önemli nokta, taleplerimizi elde etmek için vereceğimiz mücadelenin, asla kapitalist sistemi yıkma mücadelesinden ayrı düşünülmemesidir. Bu sadece öğrencilerin veya öğretmenlerin değil, işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü geniş kapsamlı bir mücadeledir.
[*] 80’li yılların sonunda ABD’de yapılan bir araştırma, mevcut mesleklerin %56’sının (tezgâhtarlık, pazarlamacılık, kasiyerlik, şoförlük, büro işleri, garsonluk ve hizmet sektörünün bilimum branşları), 6 ay ilâ 1 yıl süren çok kısa bir mesleki eğitimle icra edilebilir hale geldiğini ortaya koyuyordu.
(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:31, Ekim 2007)



Anarşizm Üzerine /II
Elif Çağlı


Anarşizmin siyasal mücadele sorununa yaklaşımı
Anarşizmin belirleyici özelliklerinden biri de, merkezi otorite altında yürütülen siyasi mücadele anlayışına karşı çıkmasıdır. Genelde anarşizm, “otorite karşıtlığı” ilkesine ters düşeceği gerekçesiyle devlet iktidarının ele geçirilmesi ya da iktidar olunması için siyasal eylem yürütülmesini reddeder. Bu noktalardan hareketle, anarşistler, “siyasete katılmama” biçiminde idealist şablonlar yaratmış ve bunların esiri oldukları ölçüde de işçi sınıfının devrimci siyasal eylemine uzak düşmüşlerdir. Anarşizm daha püriten (sofu) biçimlere büründüğünde, siyasal mücadele konusunda sergilenen yaklaşımlar da mantıksızlık noktasına uzanmaktadır.
Örneğin, işçi sınıfının burjuva düzene yönelteceği her türlü siyasal eylemin (diyelim iş saatlerini kısıtlayacak yasaların çıkartılması, işçi çocuklarına parasız eğitim sağlanması vb. gibi acil talepler uğruna yürütülecek siyasi mücadeleler) mevcut siyasal durumun tanınması anlamına geleceği şeklinde anarşizan yaklaşımlar üretilmiştir. Bir zamanlar Marx’ın bu gibi anarşist yaklaşımları eleştirirken değindiği üzere, bu akıl yürütme tarzıyla pekâlâ işçilerin grev yapmasının da anarşist ilkelere ters düşeceği noktasına ilerlenmesi mümkündür. Çünkü bu mantıkla, ücretleri yükseltmek için ya da ücretlerin düşmesini engellemek için çaba harcamak, ücretlilik düzenini tanımak ve kabul etmek anlamına gelebilir.
İlkesel düzeydeki bu dogmatizme rağmen, işçi sınıfı hareketinin gelişip güçlenmesine bağlı olarak anarşizm de zaman içinde bazı noktalarda belli ölçülerde değişime uğramıştır. Fiili işçi mücadelesinin bindirdiği basınç, anarşistleri, siyasal mücadele konusundaki sekter ve reddiyeci tutumlarını iktisadi mücadele alanına dek uzatmaktan büyük ölçüde vazgeçirmiştir. Nitekim Bakunin de, siyasi mücadele konusundaki menfi tutumunu işçilerin iktisadi mücadelelerini reddetme noktasına kadar ilerletmekten kaçınmıştır.
Bu değişim, bu kez işçilerin sendikal mücadelelerine olduğundan büyük siyasal anlamlar yükleyen anarko-sendikalist eğilimlerin doğmasına neden olan önemli bir faktördür. Ayrıca eklemek gerekir ki, anarşist düşünce akımı içinde cereyan eden çeşitli farklılaşmalar sınıfsal temel bakımından da büyük ölçüde karşılığını bulmuştur. Örnekse, anarko-sendikalizm belirli bir düzeyde de olsa işçi sınıfı mücadelesine yaklaştığından, özellikle Fransa, İtalya, İspanya gibi Avrupa ülkelerinde ve Latin Amerika’da işçiler arasında etkili olmuştur. Fakat bu tür farklılıklara rağmen, anarşizm yine de bir bütün olarak işçi sınıfının devrimci siyasal eylemine ters düşen yönler içermektedir.
Siyasi mücadele konusunda net ve devrimci bir pozisyona sahip olmanın Marksist harekette her zaman merkezi bir önem taşıdığı bilinir. Nitekim Engels’in Enternasyonalin 1871 Londra Konferansında yaptığı bir konuşmada (İşçi Sınıfının Siyasal Eylemi Üzerine) dile getirdiği önemli bir gerçeklik vardır. “Biz, sınıfların ortadan kaldırılmasını istiyoruz” der Engels ve devam eder: “Ama devrim en yüce siyasal eylemdir, ve devrim isteyen kişi onu gerçekleştirme aracını da, yani devrimi hazırlayan ve işçilerin devrimci bir eğitimden geçmelerini sağlayan siyasal eylemi de istemek zorundadır”. Ancak açıktır ki, “bizim siyasetimiz işçi sınıfı siyaseti olmalıdır. İşçi partisi hiçbir zaman herhangi bir burjuva partisinin kuyruğu olmamalı; kendi hedefine, kendi siyasetine sahip bağımsız bir parti oluşturmalıdır.” (Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.2, 1977, s.295)
Burjuva toplumun koşulları işçileri siyasetle uğraşmaya mecbur kılar. İşçi sınıfının siyasal mücadelesi devrimci tarzda örgütlenmediği takdirde, işçiler bir biçimde yine siyasete katılacaklar ama bu nihayetinde burjuva bir siyaset olacaktır. Bu bakımdan, anarşistlerin siyaset konusunda işçilere aşıladığı çekimserlik, aslında onları burjuva siyasetin kucağına itmek anlamına gelmektedir. Üstelik siyaset konusunda mutlak bir çekimserlik olanaksızdır. Örneğin anarşistler ne derlerse desinler, onlar da kendi yayın organlarında bal gibi siyaset yapmakta ve kendilerine özgü siyasi çevreler yaratmaktadırlar.
Hem geçmişte hem de günümüzde anarşistlerin en büyük açmazı, onların toplumsal devrimle devrimin gerekleri arasındaki bağı kavramaya yanaşmamalarıdır. Bir yandan devrim hedefini benimser görünmek, diğer yandan onu gerçek kılacak zorunluluklardan tarihsel bir kaçış sergilemek tam bir tutarsızlıktır. Devrimci mücadele en kapsamlısından siyasi iktidar mücadelesi demektir ve bu içerikteki bir mücadeleyi benimseyip örgütlemekten uzak durarak devrimci kalabilmek mümkün değildir.
Anarşizmin öne sürdüğü kimi ilkeler saf ve temiz görünse de, bununla sınırlı bir tutumun kapitalist toplum cangılında işe yarar bir yönü bulunmamaktadır. İlkesel düzeyde sofuca tutumlar takınmakla yetinmek neticede bir küçük-burjuva eğilimi sergilemekte, fakat bu tür tutumlar işçi sınıfını etkileyip devrimci siyasetten uzak tuttuğu ölçüde de zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Anarşistlerin “burjuva düzen kurumlarını reddediyoruz” gerekçesiyle, günlük devrimci siyasal mücadeleden veya seçim platformlarının devrimci tarzda değerlendirilmesi gibi çalışmalardan uzak durmaları bu konuda verilebilecek çarpıcı bir örnektir. Bu örneğin dile getirdiği durumlarda karşı karşıya bulunduğumuz akıl yürütme tarzı, mücadele denen şeyin diyalektik biçimde kavranamamasından kaynaklanır. Söz konusu anarşist yaklaşımlar ilk bakışta devrimci bir izlenim bırakabilir, ancak bu tür tutumları deşelediğimizde, can yakıcı sorunlardan onları yok sayarak kaçıp kurtulma zihniyetiyle karşılaşırız. Unutulmasın ki, sendikal haklar, grevler, işyeri direnişleri, genel demokratik haklar mücadelesi gibi mücadele okullarında pişerek eğitilmeyen bir işçi sınıfı, toplumsal devrimin başarılması gibi üst basamaklara tırmanamaz. Küçük mücadeleleri yürütmeyi öğrenmeyenler, büyük mücadeleleri yürütme ve başarıya ulaştırma kapasite ve direngenliğine ulaşamazlar.
Anarşizmin örgüt sorununa yaklaşımı
Örgütsel sorunlarda anarşistlerle Marksistler arasındaki tutum farklılığını anlamak da ancak geçmiş tarihlere uzanmakla mümkün olacaktır. Genelde anarşizmin kendini var ediş koşulları, Marksistlerin önderliğinde biçimlenen siyasal yapılanmalar karşısında yıkıcı bir tutum takınmayı içerir. Günümüzde devrimci Marksistlerin örgütsel ilkelerine yersiz biçimde saldıran anarşizan yaklaşımların nedenlerini anlayabilmek için de geçmiş dönemleri hatırlamak zorunludur. Burada kısaca değineceğimiz tarihsel geçmiş, Bakunin önderliğinde örgütlenen anarşistlerin Birinci Enternasyonale uzanan deneyimleridir.
Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal), Birliğin programının birinci maddesinde de belirtildiği üzere, işçi sınıfını korumak, ileri götürmek ve tüm bağımlılıklardan kurtarmak amacıyla çeşitli ülkelerin işçi dernekleri arasında bir iletişim ve işbirliği yaratmak için kurulmuştu. Birliğin aralarında Marx ve Engels’in de bulunduğu kurucuları, Bakunin ve arkadaşlarının özel teorilerinin bu maddeyle çelişik olmadığı düşüncesiyle onları Enternasyonale üye olarak kabul etmişlerdi. Ayrıca da Bakuninciler’e, Birliğin amaç ve ilkeleriyle çelişmemek koşuluyla kendi düşüncelerini meşru bütün olanakları kullanarak yayabilmeleri için gereken her türlü izin verilmişti. Ancak buna rağmen Bakuninciler Birinci Enternasyonal saflarında istenmeyen bir bölünmeye sebep olacak tarzda davrandılar. Her türlü otoriteye karşı çıkmak adına, Birliğin meşru yönetim ve otoritesine karşı kendi otoritelerini dayatma yolunu tuttular.
Bakunin 1868 Ekiminde Cenevre’de “Sosyalist Demokrasinin İttifakı” adıyla ayrı bir uluslararası kuruluş yaratmaya girişti. Ama onun amacı, hem kendilerine ait bu kuruluşu yürütmek hem de Enternasyonal toplantılarına katılımı sürdürmekti. Bakunin’in bu ikili davranışı Enternasyonal Genel Kurulunda tartışılmış ve Birliğin tüzüğüne aykırı bulunarak ondan ya İttifakın kendini dağıtmaya karar vermesi ya da Enternasyonalden ayrılması istenmişti. Bakuninciler bu karara uygun davranmadılar ve çeşitli Avrupa ülkelerinde Enternasyonali tam bir dağınıklığa sürükleyip tüketecek davranışlar içine girdiler. Marx ve Engels’in Enternasyonaldeki bölünmeleri değerlendirirken değindikleri gibi, Bakuninciler Enternasyonalden, tam da köhnemiş dünya onu ezmeye çalışırken, kendi örgütlülüğünü dağıtıp yerine anarşiyi geçirmesini talep ettiler.
Anarşistler, Enternasyonali, “tam disiplinli şubelerin hiyerarşik ve otoriter bir örgütü” olmakla suçluyor ve onun “özerk şubeler federasyonu”na dönüştürülmesini istiyorlardı. Bakunin’in gelecek toplum tasarımı ve ona ulaşılmasını sağlayacak örgütsel araç konusundaki yaklaşımı tam anlamıyla bir hayalperestlik ve kafa karışıklığının ürünüydü. Ona göre Enternasyonal, “anarşi” diye adlandırdığı geleceğin toplumunun bir embriyonu olmalı ve bu nedenle de “özgürlük ve federasyon” ilkelerini cisimleştirmeli ve otoriteye dair her şeyi bünyesinden fırlatıp atmalıydı. Engels’in bu yaklaşımı eleştirirken belirttiği gibi, böylece Enternasyonalin birtakım hayalperestlerin yarının toplumu üzerine kendi kafalarında kurdukları bulanık tasarımlara göre örgütlenmesi öneriliyordu. Oysa mücadelenin ihtiyaçlarına uygun bir örgütlenme yaratmak yaşamsal bir zorunluluktu.
Anarşistlerin Enternasyonal yönetimine yönelttikleri suçlamalarla kendi pratikleri arasında her zaman tam bir tutarsızlık uçurumu yer aldı. Enternasyonali hiyerarşik biçimde örgütlenen bir birlik haline gelmekle suçlayan Bakuninciler, kendilerinin hiyerarşik biçimde örgütlenmiş gizli örgütlülüklerine dayanarak Enternasyonal şubelerinin tüm özerkliğini ayaklar altına aldılar. Ve neticede beş yıl süren bir mücadele sonucunda Eylül 1872’de toplanan La Haye kongresinde Bakuninciler Enternasyonalden ihraç edildiler. Fakat anarşistlerin neden olduğu uzun süreli yıpratıcı çekişmeler, işçi sınıfının bu ilk enternasyonal örgütlülüğünü tüketip bitirmişti.
Bakuninciler işçi sınıfının devrimci mücadele birliğini sağlama konusundaki ters tutumlarını, ilerleyen yıllar içinde de çeşitli örnekler temelinde pek çok kez pratikte sergilediler. Bu bakımdan İspanya’daki 1873 ve 1936 dönemi cumhuriyet savaşı deneyimleri eğitici derslerle doludur. Bu tarihsel örneklerden ikincisi günümüzde daha çok bilinir. Birincisi ise Bakunin’in doğrudan parçası olduğu bir deneyimdir ve anarşistlerin daha sonraki eylemlerine ve hatalarına kaynak oluşturması bakımından özellikle önem taşır.
İspanya’da 1873 Şubatında cumhuriyetin ilanı döneminde işçiler Bakuninci İttifak üyelerini siyasal eylemliliğe zorlamışlardı. Fakat Bakuninci örgüt, o ünlü özerklik ilkeleri gereğince, Enternasyonal üyelerinin her birinin kendi adına hareket edebileceği ve kendine uygun gelen herhangi bir partiye girebileceği kararını almıştı. Böylece işçi sınıfının öncüsü, bağımsız bir siyaset izleme şansından yoksun bırakılmış ve netice olarak “siyasal ve askeri yönetim” cumhuriyetçi burjuvaziye terk edilmişti. Bu büyük yanılgının üstünü örtme telâşı içinde, devrimci bir çıkış yapabilmek üzere Bakuninciler daha sonra genel grev şablonuna sarıldılar. Bakunincilerin genel grev çağrıları militan işçileri Andalusia’da olgunlaşmamış bir ayaklanmaya sevk etti. Ne var ki, dönemin en önemli sanayi bölgesi Barcelona işçilerinin hazırlıksızlığı ve hareketsizliği nedeniyle bu ayaklanmaya takviye gelmeyince, ayaklanma yenilgiyle sonuçlandı. Buna rağmen, genel grev, anarşizmin programında toplumsal devrimin iradi biçimde patlak vermesi için başvurulacak bir kaldıraç niteliğine büründürüldü.
İlerleyen yıllar içinde anarşistler, Fransa’da örneklendiği üzere, kitle desteği sağlamak amacıyla sendikalara yönelecekler ve 1892 yılında ulusal bir konfederasyon oluşturacaklardı. Böylece, devrimci siyasal örgütlülüğün görevini sendikalara devreden ve anarko-sendikalizm ya da devrimci sendikalizm diye adlandırılan eğilim ete kemiğe bürünmüş oluyordu. Sendikal mücadelenin yükselişini taçlandıran bir genel grev sayesinde kapitalist sistemin ve devletin çökeceğini savunan anarko-sendikalizm, anarşist hareketin güçlü olduğu İspanya gibi ülkelerde işçileri etkileyecekti.
Dün olduğu gibi günümüzde de anarşizmin örgütsel sorunlara yaklaşımındaki başlıca kusuru, kitle ile öncü arasındaki diyalektik ilişkinin keyfi biçimde parçalanarak ele alınması teşkil ediyor. Anarşizm bu nedenle, Marksizmin temel bir ilkesi olan devrimci öncü parti anlayışının karşısına, örgütsüz kitlenin gücünün abartılması anlamına gelecek itirazlarla dikiliyor. Hemen tüm anarşistler aynı noktadan hareketle Leninist parti anlayışını şiddetle mahkûm ediyor ve bu tutumlarını “şefler mi, yığınlar mı?” benzeri ikilemler ileri sürerek haklı göstermeye çalışıyorlar. Oysa devrimci Marksizm “öncü” ve “kitle” arasındaki ilişkiyi diyalektik tarzda kavrar ve açıklar. Devrimci mücadelede “öncü” ihtiyacının yakıcı önemini kabul etmek, “kitle”nin oynayacağı tarihsel rolü reddetmek anlamına gelmez. Ama kitle faktörünü öncünün ehemmiyetini zayıflatacak kertede abartarak öne sürmek, son tahlilde devrimin yenilgisine çıkartılmış bir davetiye anlamına gelir. Zaten anarşizmin başlıca zaafı da işte budur.
İşçi kitlesinin kendi çıkarlarını devrimci tarzda kavraması ve burjuvaziden bağımsız bir siyasal mücadele yürütmeyi öğrenebilmesi için, sınıfın öncü unsurlarından oluşmuş bir örgüte ihtiyacı vardır. Diğer yandan, hiçbir siyasi çevre kendi özlem ve iddiaları temelinde sınıfın öncüsü düzeyine yükselemez. Bu payeyi hak edebilmek için, sınıfın kitlesinin çıkarlarını doğru tarzda kavrayacak, kitleyle sıcak ve canlı bağlar kuracak, kitle eylemlerine devrimci biçimde yol gösterecek ve bu gibi özellikler sayesinde kitlenin güvenini kazanıp onun devrimci potansiyelini örgütlü güç katına yükseltecek bir örgütsel nitelik gerekir.
Dünyada şimdiye dek “örgütsüz kitle” veya “şefsiz yığınlar” eliyle oluşturulmuş herhangi bir siyasal hareket mevcut olmamıştır, bundan sonra da olacak değildir. Böyle bir durum anarşistlerin pratiğinde de asla yaşanmamıştır. Bir toplumsal hareketten bahsettiğiniz her yerde mutlaka başı çeken öncüler, yığınlara yol gösteren “şefler” mevcut olmuştur. Zaten aksi bir durum, anarşistlerin jargonuyla konuşacak olursak, “anarşi” denen bir düzene değil hani o yanlış şekilde anarşi anlamında kullanılan kaosa neden olurdu. O halde, Marksistlerin savunduğu devrimci öncü anlayışına yöneltilen anarşist suçlamaları değerlendirirken irdelenmesi gereken temel bir husus vardır. Bu, tıpkı otorite bahsinde olduğu gibi, “öncülük” veya “liderlik” ihtiyacına külliyen karşı çıkmak yerine “ne tür bir öncü” ya da “ne türden şefler”in savunulduğudur. Marksizmin öncü örgüt ilkesi, kitlelerin aktif inisiyatifini öldürmek bir yana onu harekete geçirmeye çalışan bir anlayışa dayanır. Marksizm, sömürücü ve baskıcı sınıfların gelenek ve tutumlarına denk düşen bir şeflik anlayışını kabul etmez, tersine onunla mücadele içinde kendini var edebilir. Devrimci öncü vasfı ya da devrimci önderlik, devrimci mücadele içinde ve o mücadeleye katılan unsurlar tarafından benimsenmekle bilek hakkıyla kazanılabilir.
Anarşizm devrimde kitlelere yol gösterecek öncü örgütlülüğün yaratılması zorunluluğunu reddettiğinden, Leninist parti anlayışını da toptan mahkûm etmekte, Bolşevik devrime ve Bolşevik tarzda örgütlenen partilere haksız suçlamalar yöneltmektedir. Günümüzde de anarşistler, Bolşevizmin Stalinizmi doğuran yönler içerdiğini iddia etmektedirler. Oysa Lenin önderliğindeki Bolşevik parti anlayışı ile Stalinizmin egemenliği altına girmiş resmi komünist partiler arasında kesinkes uzlaşmaz bir ayrılık vardır. Lenin önderliğindeki Bolşevizm, işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğünü inşa etmenin pratik ifadesidir. Stalinizm ise, çok açıktır ki, egemen bürokrasilerin despotik iktidarlarını sürdürmelerinin aracı olmuştur. Stalinizm, Ekim Devrimine öncülük eden Leninci ilkelerin ve bu devrimin yaratıcısı Bolşevik çizginin doğal uzantısı değildir, tam tersine onun inkârıdır. Leninist parti anlayışını Stalinizmin uygulamalarına bakarak değerlendirmek, siyasal bir varlığı yaşatmaya çalışanla onun yaşamına son vereni aynı kefeye koymak gibi esaslı bir hataya sürüklenmek anlamına gelir. Zaten tarihsel ve siyasal olguların derinine inmeden, yüzeysel ve biçimsel değerlendirmelerle yetinenlerin hiçbir zaman gerçeklere ulaşabilmeleri mümkün olmamıştır.
Çarpıtmalara ve farklılıklara dikkat!
Anarşistlerin Marksizme ideolojik ve teorik açıdan yönelttikleri suçlamalar arasında devlet sorunu özel bir yer tutuyor. Bu tür suçlamaların kökü de aslında çok daha gerilere uzanıyor. Suçlamalara kaynak oluşturan başlıca nedenlerden biri de, Marksizmin devlet konusundaki kavrayışının vaktiyle oportünistler tarafından çarpıtılmış olmasıdır. Önce konunun bu yönünü kısaca hatırlatalım.
Marksizmin, işçi devrimiyle ulaşılabilecek toplumsal düzeni sınıfsız ve devletsiz bir toplumsal formasyon olarak kavradığı çok açıktır. Marx ve Engels, komünist mücadelenin ilk programatik temellerini atmaya başladıkları kesitten itibaren bunu bu şekilde ortaya koymuşlardır. Daha sonra gerçekleşen Paris Komünü deneyimi ise, proletaryanın toplumsal devrimi sınıfsız topluma ilerletebilmesi için eski devlet aygıtını parçalaması ve yerine daha baştan sönmeye yüz tutmuş cinsten bir “devlet”, Komün tipinde bir yarı-devlet geçirmesi gerektiğini çarpıcı biçimde kanıtlamıştır. Bu tarihsel halka, komünistlerin devlet sorununda asla gerisine düşemeyecekleri ilkesel bir husus olarak Marksizmin programatik temellerine kazınmıştır. Ne var ki oportünist zihniyet pek çok konuda olduğu gibi devlet sorununda da Marksist kavrayışı bulandırmaktan geri durmamıştır. 1870’li yıllar civarında Alman sosyal-demokratları programlarına “özgür halk devleti” gibi bir saçmalığı sokmuşlar ve karşılığında Marx ve Engels tarafından en sert biçimde eleştirilmişlerdir. Fakat oportünistlerin zihniyetinde değişen bir şey olmamıştır.
İşte Marx ve Engels tarafından kesinlikle mahkûm edilmiş olan bu “özgür halk devleti” ya da “halk devleti” veya “özgür devlet” kombinasyonları şeklinde sıralayabileceğimiz oportünist yaklaşımlar, Bakunin döneminden başlayarak anarşistler tarafından komünistlere maledilmek istenir. Nitekim Bakunin 1873 yılında yayınlanan ve Bakuninci çevrelerce bir metin-program olarak kabul edilen Devlet ve Anarşi kitabında şunları yazar: “İşçilere, en son ülkü olarak değilse bile hiç olmazsa en yakın başlıca hedef olarak bir Halk devletinin kurulmasını öğütleyen –ki bu devlet onların ifadelerine göre (egemen sınıf olarak örgütlenmiş) proletaryadan başka bir şey olmayacaktır– Lassalle ve Marx’ın teorilerine karşı duyduğumuz tiksintiyi daha önce de ifade etmiştik.” (akt: Marx, Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s.179)
Açıktır ki Bakunin, Marksistlerin savunduğu “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya”dan başka bir şey olmaması gereken komün tipi yarı-devletle, oportünistlerin çarpıtması olan “halk devleti”ni aynı şeymiş gibi göstermiştir. Buradan hareketle de Marx ve Engels’e veryansın edip durmuştur. Ve de anarşistlerin Marksistlere yönelttiği bu tip haksız ve yersiz suçlamalar hiç değişmeksizin günümüze taşınmıştır.
Oysa anarşistlerin devlet sorununda kendi çarpıtmalarının ürünü olan suçlamalara yıllar öncesinde Marksist önderler tarafından gereken yanıtlar verilmiş durumdadır. Marx Gotha Programının Eleştirisi’nde bu konu üzerinde etraflıca durduğu gibi, Engels de çeşitli vesilelerle aynı konuya eğilmiştir. Engels 1875 yılında Bebel’e yazdığı ünlü mektubunda, sosyalist toplum düzenine ulaşılmasıyla birlikte devletin kendiliğinden eriyip dağılacağına ve ortadan kaybolacağına daha Komünist Manifesto’da değinilmiş olduğunu hatırlatır. Oportünistlerin özgür halk devleti saçmalıklarının kılıktan kılığa girdiğine (özgür devlet vb. gibi) dikkat çeken Engels, aynı mektubunda, “artık devlet anlamında bir devlet olmayan Komünden sonra devlet üzerine bütün bu gevezelikleri bir yana bırakmak yerinde olurdu” der. Engels, devlet konusundaki Marksist yaklaşımların çarpıtılması karşısında son derece önemli bazı gerçeklerin altını çizer: “Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten sözetmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını altetmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten sözedilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için, biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinswesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.” (Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.3, 1979, s.42)
Bu ve benzeri eleştiri ve açılımlarıyla Engels, Alman sosyal-demokratlarını “devlet” konusundaki oportünist sapmalarından kurtarmak için yoğun bir çaba sarf etmişti. Ne var ki, oportünistler uğursuz rollerini oynamaya devam ettiler. Nitekim Engels’in Bebel’e yazdığı ünlü mektup da 36 yıl boyunca çekmecelerde kilitli kaldı. Söz konusu mektup nihayet gün yüzüne çıktığında da oportünistler devlet konusundaki çarpıtmalarını sürdürmekten vazgeçmediler. Hatta iş o noktada da kalmadı, Marksizmin özüyle bağdaşmayan oportünist yaklaşımlar Stalinizmin marifetiyle dünya komünist hareketine de bulaştırıldı. O nedenle de, anarşistlerin dünden bugüne devlet konusunda Marksizmi suçlamaları sanki haklılık kazanmış gibi oldu. Oysa açıktır ki, anarşizmin suçlamalarının muhatabı devrimci Marksistler olamaz. Bu muhatap, İkinci Enternasyonal sosyal-demokrasisinin uzantısı olan oportünist ve reformist sosyalizm ve de uzun yıllar boyunca Stalinizmin egemenliğinde somutlanmış bulunan resmi komünist çizgidir.
Burada gözden kaçırılmaması gereken bir hususa işaret edelim. Toplumcu düşüncelere yaklaşan anarşistlerin özgürlük ve otorite karşıtlığı konusunda söyledikleri hepten de yanlış kabul edilmemelidir. Örneğin Bakunin Siyaset Felsefesi’nde, sosyalizm olmadan özgürlüğün ayrıcalık ve adaletsizlik olduğuna ve özgürlük olmadan sosyalizmin kölelik ve şiddet anlamına geleceğine değinmiştir. Kropotkin de, anarşizmi, sosyalizmin hükümetsiz sistemi şeklinde tarif etmiştir.
Sosyalizme dair bu tür hususlar, anarşistler bunu kabule yanaşmasalar da, aslında Marx ve Engels’ten başlayarak devrimci Marksist önderler tarafından çeşitli fırsatlarda dile getirilen bir gerçekliktir. Fakat Stalinist bürokrasinin egemenliği altında yaşanan ve adı reel kendi sözde “sosyalizm”, hem kimi anarşist liderlerin hem de devrimci Marksist önderlerin endişelerini haklı çıkarmıştır. Anarşizmin “devletli sosyalizm diye bir şey olamayacağı” konusundaki hassasiyeti tamamen doğrudur. Ama zaten devrimci Marksizm de devletli sosyalizm anlayışına kökten karşı çıkar. Ne yazık ki bu fevkalâde önemli gerçeğin yukarda değinilen nedenlerle bulandırılması neticesinde, bazı yaşamsal doğruları yalnızca anarşistlerin savunduğu yolundaki yanılsamalar da gelişebilmiştir.
İşçi devriminin zaferinden sonra Komün tipi bürokrasisiz bir iktidarın yaşatılamaması, bürokrasinin egemenliği altında sınıflı, sömürülü ve baskıcı bir toplumsal düzenin oluşumuna yol açar. Nitekim Sovyetler Birliği’nde Ekim Devriminin ürünü olan işçi iktidarı, içten yürüyen bürokratik karşı-devrimle tasfiye olmuş ve Stalinist bürokrasinin egemenliği altında despotik-bürokratik bir rejim biçimlenmiştir. Stalinizm aynı zamanda resmi komünist harekette de Marksizmin katledilmesi anlamına gelen sınıflı ve devletli bir “sosyalizm” anlayışını yerleştirmiştir. Bu bakımdan, hem bu “devletli sosyalizm” anlayışıyla hem de işçi iktidarının bürokratik bir devlet aygıtıyla varlığını sürdürebileceği yolundaki görüşlerle hesaplaşmadan Marksizmin özünü savunmak mümkün değildir.
Evet, anarşizmin devletli sosyalizm olamayacağı konusunda gösterdiği hassasiyet doğru bir tutumdu. Ama anarşistler, söz konusu oportünist yaklaşımların Marksizme bütünüyle sinmiş olduğu iddiasıyla yanlış uçlara savruldular. Lenin, anarşizmin pek çok durumda işçi sınıfının oportünist günahları için bir çeşit ceza olduğunu ifade etmişti. Böylece o, yaşanan gerçekliğin önemli bir yönünü dile getirmek istiyordu. Tüm siyasal ömrü boyunca, Lenin, devlet ve benzeri önemli sorunlarda oportünistlerin çarpıtmalarına karşı devrimci Marksizmin pozisyonlarını savunmak için direngen bir çaba sarf etti. Burada yalnızca tek bir hatırlatmayla yetinelim.
Devlet ve Devrim adlı eserinde Lenin, proletaryanın devlete ancak bir süre için ihtiyaç duyacağının altını çizer. Dolayısıyla, amaç olarak devletin kaldırılması konusunda anarşistlerle hiçbir anlaşmazlığımızın olamayacağını belirtir. Anlaşmazlık, bu amaca ulaşmak için devlet iktidarının araçlarını, yol ve yöntemlerini sömürücülere karşı kullanma ihtiyacının kabulü noktasındadır. Anarşistlerin kabule yanaşmadıkları fakat Marksistlerin kabul ettiği gerçek, sınıfları ortadan kaldırmak için ezilen sınıfın geçici diktatörlüğünü kurmanın vazgeçilmez zorunluluğudur.
Üzerinde durmaya çalıştığımız tüm bu hususlardan da anlaşılacağı üzere, şu halde anarşistlerle Marksistler arasındaki büyük ayrımı, “biz devleti kabul ediyoruz, anarşistler etmiyor!” biçiminde dile getirmek Marksizmi katletmek ve oportünistlerin çarpıtmalarına teslim olmak anlamına gelecektir. Zaten uzun yıllardır anarşistlerin bu gibi temel sorunlarda kendilerini üste çıkmış gibi hissetmelerinin nedeni, oportünizmin günahları ve onunla yeterince mücadele edilmemiş olmasıdır. Bunun sonucu olarak anarşizme yönelen genç insanlar arasında da büyük bir kafa karışıklığı hasıl olmuştur. Onlar, Marksist Tutum’un görüşlerinde dile geldiği gibi, devletin son bulması hedefinin benimsendiğini ve devrimci işçi iktidarının da aslında artık kelimenin gerçek anlamında bir devlet olmayan Komün tipi bürokrasisiz bir yönetim olması gerektiğinin savunulduğunu gördüklerinde şaşkınlığa kapılıyorlar.
Çünkü onların Marksizm diye bildikleri, tarihin uzun bir kesiti boyunca oportünizmin ya da resmi komünizmin çarpıtmalarıyla artık Marksizm olmaktan çıkmış bir “Marksizm”dir. Ve bu durumun onların bilincinde yarattığı yanılsamalar nedeniyle, gerçek Marksist pozisyonları savunanları gördüklerinde inanamamaktadırlar. Örneğin, işçi iktidarının komünler (ya da aynı anlama gelmek üzere konseyler, sovyetler) temelinde örgütlenmiş işçi ve emekçilerin en tam ve doğrudan demokrasisinden başka bir şey olamayacağı şeklindeki kavrayışların anarşistlerden çalındığı yanılgısını sergilemektedirler. Oysa ortada “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali bir çalma, çırpma yoktur. Marksizm, işçi devrimi, devrimci işçi iktidarı, sınıfsız topluma geçiş dönemi gibi yaşamsal konularda bilimsel temeller üzerinde yükselen devrimci ilke ve açılımlarıyla doğru görüşlerin sahibidir. Marksizmi devlet ve otorite budalası bir dünya görüşü olarak tanıtanlar, altını hangi politik gerekçelerle doldururlarsa doldursunlar, ya gerçek Marksizmden bir nebze olsun bir şey anlayamamışlardır ya da anlamamaya yeminlidirler.
Çeşitli tarihsel örneklerin gözler önüne serdiği bir gerçeklik var. Anarşizm eğitimli kesimlerin bireysel özgürlük fantezilerini süsleyip, bu temelde onlar tarafından benimsendiği ölçüde, devrimci işçi mücadelesinden uzak yoz yapılanmalara hayat verdi. Fakat devrimci mücadele içindeki unsurlar ve işçiler tarafından sahiplenildiği durumlarda ise, kendi saf halinden uzaklaştı ve komünizan renkler kazandı. Anarşizm bir bütün olarak Marksizm dışı bir akımsa da, bu değindiğimiz farklı tutumlar arasında ayrım yapmak zorunludur.
Çeşitli akımların değişik ülkelerde işçi hareketi içindeki etkinlik ve nitelik farklılıklarını karşılaştırmak da günümüze ilişkin önemli ipuçları sunar. Örneğin bir anlamda anarşizmden esinlenen varoluşçuluk akımının beşiği olan Fransa, sol düşünce bakımından tarihi boyunca fazlasıyla aydınca ve küçük-burjuva özellikler sergiler. Nitekim Fransız sendikalarının anarko-sendikalist kanadı da Bakunin’den çok Proudhon’un görüşlerinden etkilenmiştir. İngiltere’nin tarihine baktığımızda ise, daha proleter nitelikli ve radikal hareket örnekleriyle karşılaşırız. Örneğin İngiltere’deki ünlü Çartist hareket, anarko-sendikalizm akımını andıran kimi yönler içerse de, işçi sınıfının militanlığının ve radikalizminin damgasını taşımıştır. İspanya’da anarşizm militan işçiler tarafından desteklenip komünizan renklere büründüğünde, Durruti gibi yiğit işçi önderlerini öne çıkartmıştır.
Türkiye işçi sınıfının tarihi ise Avrupa ülkelerinden oldukça farklı yönlere sahiptir. Türkiye’de işçi hareketi içinde hiçbir zaman anarşizm ya da anarko-sendikalizm adına anmaya değer önemli bir damar mevcut olmamıştır. Anarşist düşünce bu topraklarda uzun yıllar boyunca eğitimli çevreler arasında, o da son derece sınırlı biçimde ilgi görmüştür. Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşüne bağlı olarak resmi komünizmin iflası ve böylece değişen siyasi atmosfer, Türkiye’de de bazı genç grupların anarşist komünist düşünceye sempatiyle yaklaşmalarına neden olmuştur denilebilir.
Anarşizmin genel çerçevesi içinde yer alan farklı eğilimleri yerli yerinde eleştirebilmek için, sınıfsal bakış açısını egemen kılmak büyük bir önem taşıyor. Kendi içlerinde ciddi görüş ve siyasi yaklaşım farklılıklarına sahip bulunan değişik eğilimleri aynı kefeye koymak asla doğru bir tutum olamaz. Farklılıklar, işçi sınıfının devrimci mücadelesine yakınlık ya da uzaklık açısından değerlendirilmelidir. Buradan hareketle özenli bir ayrım yapmakta yarar var. Devrimci işçi hareketi içinde anarko-sendikalist anlayışlara kayan militan unsurların, dürüst ve samimi bir ideolojik-siyasal mücadele temelinde komünizm saflarına kazanılması devrimci bir görevdir. Sahte Marksistlerin ya da oportünistlerin yarattığı haklı öfke nedeniyle, anarşizmin kimi yönlerinin daha devrimci olduğu yanılsamasına kapılan anarşist komünist çevrelerin türeyeceği gerçeği unutulmamalıdır.
Bu tür unsurların yanılgılarından kurtulmalarına yardımcı olacak ve böylece bunlarla devrimci Marksizm temelinde ortaklaşmayı mümkün kılacak tutarlı yaklaşımlara sahip çıkmak gerçekten de önemlidir. Bu konuda vaktiyle Lenin’in örneklemiş olduğu olumlu yaklaşımı hatırlatalım. Lenin, S. Pankhurst’a 1919 tarihli bir mektubunda, Sovyetler iktidarının içten yandaşı iseler, parlamentoya katılmayı reddeden işçilerle ayrılığın temel bir ayrılık sayılmaması gerektiğini belirtmişti. Temel konuda anlaştıktan sonra böyle özel ve ikincil konuda yanılan işçilerle birlikte olmanın, parlamentoya katılmayı kabul eden oportünistlerle birlikte olmaktan daha iyi olduğunu özellikle vurgulamaktaydı. Bu tutumunu, verdiği somut bir örnekle daha da anlaşılır kılmıştı Lenin. Rosa Luxemburg ve yoldaşlarının, Alman “bağımsızları” gibi burjuva yardakçılarla bir olmaktansa, bu özel konuda yanılgıya düşen komünist partisi ile birlikte kalmakta haklı olduklarının altını çiziyordu.
Komintern’in İkinci Kongresi (1920) için kaleme aldığı tezlerde de, Lenin, anarşist işçi unsurlar arasında Sovyetler iktidarı lehindeki tutum değişikliğinin dikkatle izlenmesi gerektiğine dikkat çekti. Ekim Devriminin önderi bu önemli konuyu Komintern üyesi komünist partilerin önüne bir görev olarak koydu. Lenin tezlerinde şunu vurguluyordu: “kongre, proleter kitleler içindeki tüm anarşist unsurların, her çareye başvurularak III. Enternasyonalden yana geçmelerine yardım edilmesini bütün yoldaşların ödevi sayar. Kongre, gerçekten komünist olan partilerin eyleminin başarılarının, başka işler yanında, aydın ve küçük-burjuva değil, ama proleter ve kitlelere bağlı olan anarşist unsurları kazanmakla gösterecekleri başarı oranıyla ölçülmesi gerektiğine işaret eder.” (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s.391) Lenin’in işçi hareketinde oportünistlerle devrimci unsurları ayrıştırmaya çalışan ve devrimci unsurlara sekterce yaklaşımlara karşı çıkan ilkeli tutumu günümüzde de yol gösterici örnek olmayı sürdürüyor.



Anarşizm Üzerine
1.bölüm
Elif Çağlı



Burjuva medya anarşizm veya anarşist gibi kavramları, her zaman maksadını aşar biçimde ve genelde tüm devrimci unsurları karalamak amacıyla anlamını çarpıtarak kullanıyor. Bunun yanı sıra, anarşi kavramının “kaos” (düzensizlik) anlamına geldiği yolunda yanlış bir kanı da var. Oysa anarşizm, ilkesel temellerini devlet ve otorite karşıtlığının oluşturduğu bir felsefi akım, bir politik kuramdır ve “anarşi” diye adlandırdığı kendine özgü yeni bir toplumsal düzen anlayışına sahiptir. Anarşizm kavramı, “yönetimsiz” (veya başsız, şefsiz, komutansız) anlamına gelen Yunanca “an arkhos” sözcüğünden türetilmiştir. Varılması arzulanan devletsiz toplumsal düzen bakımından, Marksizm anarşizmle genel anlamda benzer hedefleri paylaşır. Fakat bu hedefe nasıl ulaşılabileceği konusunda çeşitli anarşist akımlarla Marksizm arasında derin bir uçurum vardır ve konunun esasen üzerinde durulması gereken yönü de budur.
Anarşizm, toplumsal otorite, baskı, iktidar ve hiyerarşinin tüm biçimlerinin ortadan kaldırılmasını savunan siyasi öğretiler geliştirmiştir. Bu öğretileri izleyen çeşitli siyasal eğilim ve toplumsal hareketler arasında farklılıklar olmakla birlikte, tümünün ortak paydası, her türlü otoritenin reddi ve toplumsal nesnelliğe dayandırılmayan bir otonomi kavrayışıdır. Anarşizmin kendine özgü toplumsal devrim anlayışı da Marksist dünya görüşüyle pek çok noktada uyuşmamaktadır. Ve her şeyden önemlisi de bu anlayış toplumsal gelişme yasalarının bilimsel tahlili üzerinde yükselmemektedir.
Anarşistler yukardan aşağı dayatmalara karşı çıkan, aşağıdan yukarı işleyen bir düzen yaratmak istediklerini söylerler. Anarşizmin yalnızca devlet karşıtlığı anlamına gelmediği, tüm otoriter örgüt ve hiyerarşi biçimlerine karşı çıkılmasının ve otonom (özerk, kendi kendini idare eden) federatif yapılanmaların savunulmasının anarşizmin vazgeçilmezleri olduğu belirtilir. Anarşizme göre, merkezi politik yapılara, kararlara ve denetime gerek olmaksızın kitleler gönüllü toplumsal ilişkiler temelinde özyönetimlerini tesis edecekler ve bu işleyiş özgürlük ve otonomi ile karakterize olacaktır. Gelecek toplum özlemi bakımından Marksizmin buna genelde bir itirazı olamaz, ama temel sorun ona nasıl ulaşılacağıdır. Nitekim bu konuda anarşizmin tezleri hatalıdır ve Marksist kavrayışın çok uzağındadır.
Sınıflı toplumların yarattığı ve üzerinden bir çırpıda atlanıp geçilemeyecek ya da “kararnamelerle” ortadan kaldırılamayacak engeller vardır. Dolayısıyla toplumsal devrim kişilerin keyfine göre ilerleyen bir süreç olamaz. Proleter sosyalist devrim mücadelesinin vazgeçilmez unsurları olan demokratik merkeziyetçi örgütlenme, devrimci disiplin ve devrimci otorite ihtiyacı Marksistlerin kafalarından çıkmış uydurma tercihler değildir. Bunlar bir toplumsal devrimin başarıyla ilerletilebilmesi ve nihayetinde zafere ulaştırılması için başvurulması gerekli araçlardır. İşte anarşizm bu gibi konularda, Marksizme, bilimsel yasaları kavramaya yanaşmayan keyfi eleştiriler yöneltmektedir. Böyle yapmakla da idealist felsefeye yaraşır yaklaşımlar sergilemektedir. Devrimci analiz yönteminin karşısına dogmatizmi, devrimci taktik üretme ihtiyacının karşısına iradeciliği ve maceracılığı diken Marksizm dışı bu akımın, anılan tüm bu özellikleri nedeniyle dünya devrimci işçi hareketine zararı dokunmuştur.
Anarşizmin savunduğu ilkeleri pratikte ne ölçüde hayata geçirilebildiği de kuşkusuz ayrıca tartışılması gereken bir konudur. Burada kısaca belirtmek gerekir ki, gerçek yaşamın ve sınıf mücadelesinin katı kurallarıyla bağdaşmayan anarşizmin “ilkeleri”, pratikte bizzat anarşizm tarafından eğilip bükülmüştür. Örneğin, kendi ilkeleri adına her türlü merkezi örgütlenmeye ve demokratik merkeziyetçi otorite kullanımına kuramsal olarak karşı çıkan anarşizm, otorite karşıtı fikirlerini ve eylem tarzını işçilere empoze etmeye çalışırken, kaçınılmaz olarak kendi merkezi siyasetini ve kendi hiyerarşik örgütlenmesini oluşturmuştur.
Anarşizm ve Marksizm, reformizme kıyasla birbirine yakın duran kimi özelliklere sahipmiş gibi görünebilir. Fakat gerçekte her ikisi arasında bu bakımdan da derin bir anlayış farklılığı mevcuttur. Reformizm, sosyalizme ulaşabilmede sınıfın devrimci iktidar mücadelesinin zorunluluğunu reddeder. Sosyalizmin parlamenter mücadele çerçevesinde kısmi reformlarla taksit taksit yaşama geçirilebileceği şeklinde özetlenebilecek uzlaşmacı bir çizgiyi temsil eder. Buna karşın anarşistler ise, burjuva düzende siyasetin pisliğine bulaşmaktan kaçınma gerekçesiyle, siyasi bir parti olarak örgütlenmekten ve siyasi iktidar mücadelesi yürütmekten uzak dururlar. Devrimci mücadelenin yan ürünü olarak düzeni bazı reformlara zorlama ya da parlamento kürsüsünden devrimci tarzda yararlanma gibi “küçük işleri” reddeden anarşizm, bu gibi tutumlarıyla “büyük günler”e duyulan özlemi de bir cins devrimci lafazanlığa indirgemektedir. Netice olarak açık olan bir gerçek var. Birbirinden oldukça farklı özellikler taşısalar bile, işçi sınıfını devrimci Marksizmin savaşkan ideolojisi temelinde bilinçlendirmeyen ve işçilerin sınıf mücadelesinin pek çok alanında militan bir ruhla pişerek olgunlaşmasını sağlayacak bir örgütlülük anlayışını benimsemeyen tüm akımlar, son tahlilde sınıfı kendiliğindenliğe ve burjuva siyasetine teslim etmiş olmaktadırlar.
Anarşizm tarihi boyunca kendisini hep en özgürlükçü akım olarak tanıtmıştır. Bu durum, anarşizmin Marksizmden daha devrimci bir öze sahip olduğu konusundaki büyük yanılsamaların da kaynağını oluşturur. Fakat bir düşünce akımının özelliklerini, yalnızca onun kendisine dair iddiaları temelinde kavramaya çalışmak asla doğru değildir. Hele anarşizm gibi, söz ile eylem ya da amaç ile araç arasında bir iç tutarlılığın bulunmadığı bir akım mevzu bahis olduğunda bu gerçeklik büsbütün önem kazanır. Anarşizmin devrimci mücadele veya devrimci hedefler bakımından taşıdığı anlamı gereğince anlayabilmek için, onun felsefi bir akım olarak ortaya çıkışındaki sınıf karakterini ve buradan kaynaklanan tutarsızlıklarını ele almak gerekir. Bunu lâyıkıyla yapabilmenin yolu ise, anarşist düşüncenin boy vermeye başladığı tarihsel kesite uzanmaktan geçiyor.
Anarşizm: Küçük-burjuva tutarsızlığın felsefesi
19. yüzyılın ortalarında bazı Avrupa ülkelerinde anarşiyi savunan felsefi bir akım gelişmeye başlamış ve aydınlar tarafından pek bir hevesle sahiplenilmişti. Fakat Engels’in de bir yazısında değindiği gibi, anarşi sözcüğünü dillerinden düşürmeyen bu kişiler, devrimci bunalımlardaki gerçek anarşi karşısında her seferinde bu anarşiyi kısa kesmek için ellerinden geleni yaptılar. Ve genelde düzen güçlerinin yanında yerlerini aldılar. Düşünsel ambalaj her ne olursa olsun, eğitimli ve seçkin kesimden gelen “anarşistler”, böylece o karşı çıkar göründükleri devletin varlığını koruma noktasından öteye geçemediler.
Avrupa’da anarşist düşüncenin mayalandığı ortamı anlamak bakımından başta gelen örnek Almanya’dır. Dönemin Almanya’sında sansür koşullarının beslediği soyut bir anlatım tarzı boy vermiş ve bu durum aynı zamanda ünlü Hegelci okulun dağılma aşamasıyla da çakışmıştı. Buna bağlı olarak özellikle Alman düşünürleri arasında, toplumsal olgu ve kurumların bizzat kendisini hedef alan bir mücadele yerine bunları kurgusal bir felsefe dünyasında mahkûm ederek “ortadan kaldırmak” biçiminde anlayışlar egemen olmuştu. Felsefe diyarındaki bu hayali kördövüşü, aydın çevrelere gerçek çatışmaların bir yansıması olarak görünmeye başlamıştı. Bu tür unsurların zihniyetine bakılırsa, tarihsel evrimin ürünü olan toplumsal olguların gerçek yaşamda yok edilmesi için onu “sıkı” bir eleştiriden geçirmek yeterli olacaktı. İşte, anarşist düşüncenin temel argümanlarından olan “devletin ortadan kaldırılması” anlayışının kökü de buralara uzanır.
Bir zamanlar Almanya’da yaygınlaşan bu durumu anlamak için, Engels’in değerlendirmesine bakalım: “Felsefedeki her «yeni dönemeç» Almanya’da, bir sürü boş kafalılar, genç hukukçular, iş kovalayan öğretmenler, şansı yaver gitmemiş tanrıbilimciler, işsiz doktorlar, yazarlar vb., vb. gruplardan oluşan «eğitilmiş» kafaların genel ilgisini çekiyordu. Bu adamlara göre, her «yeni dönemeç» henüz aşılmış bulunan belli bir tarihsel gelişme aşamasının kesin olarak tasfiyesi anlamına gelmeliydi. Örneğin, burjuva liberalizminin birdenbire çürüyüp kangren olduğunu, tarihsel evrimin silinip gittiğini ve pratik olarak yok edildiğini kabul etmek için onu bir eleştiriden geçirmek bir filozofa yetiyordu. Cumhuriyetçilik için de, sosyalizm vb. için de durum aynıydı.” (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, Sol Yay., Mart 1979, s.37)
Almanya örneği, okumuş kesimler arasında yaygın olan kafa karışıklığını anlamak bakımından günümüze de ışık tutmaktadır. İşçi hareketinin henüz cılız olduğu veya bugün yaşandığı üzere büyük ölçüde gerilediği koşullarda, aydınlar arasında pratik mücadeleden kopuk bir “muhalefet” anlayışının yaygınlaşması neredeyse genelgeçer bir durumdur. Neye hizmet ettiği belli olmayan soyut felsefi tartışmalar, anlaşılmaz bir dille yazma merakı, gerçekler dünyasından uzaklaşan tartışmalar ve bu tür eğilimlerden beslenen bir “bilgiçlik” arzusu, özellikle gericilik dönemlerinde eğitimli kesimler arasında yaygınlaşmaktadır. Türkiye’de de bu durum, 12 Eylül faşizminin ve takiben “reel sosyalizm”in çöküşünün yarattığı şok dalgalarının neden olduğu büyük gerileme koşullarında yaşanmıştır. Böylesi dönemler sınıf hareketindeki örgütsüzlüğe ve dağınıklığa koşut olarak, eğitimli unsurlar arasında aptalca bilgiçliğe tapınmayı ve toplumsal gerçekler dünyasından kaçıp bireyselliğe sığınma arzusunu körüklemektedir. Devrimci işçi hareketinin yükselişte olduğu tarihsel kesitlerde gerilediği gözlemlenen bu türden bireyci ve anarşizan anlayışların, devrimci işçi hareketinin geri çekildiği ve toplumsal olayların görece durulduğu dönemlerde yeniden serpilip uç verebildiği bilinmektedir.
19. yüzyılın ortalarında Marx ve Engels kendi bilimsel çözümlemelerini geliştirirlerken, dönemin aydın çevrelerinde itibar gören felsefi bireyciliği kapsamlı bir eleştiriye tâbi tutmuştular. Bu bağlamda eleştirilen isimlerden biri olarak ünlü Alman felsefecisi Stirner hatırlanabilir. Stirner’in felsefesine göre, devlet, toplumsal sınıflar vb. birer soyutlamadan ibarettiler ve bu nedenle ciddiye alınmamalıydılar; aslolan bireydi, onun dışında nesnel bir toplumsal gerçeklik mevcut değildi. Stirner’in bireyciliği temel alan bu anarşist felsefesi 20. yüzyıldaki varoluşçuluk akımına da ideolojik esin kaynağı oluşturmuştur.
Anarşizm akımının doğuşunda etkili olan Alman düşünürü Stirner’in yaklaşımları (ya da bunun modern versiyonları), insan toplumunun gelişimini yöneten yasaların inkârına ve idealist spekülasyonlara dayanır. Bu özellik, bireyin ve toplumsal yaşamın kavranmasında anarşizmle Marksizm arasındaki uzlaşmaz yaklaşım farklılığını da gözler önüne serer. Anarşist düşüncenin dün ya da bugün yapmaya çalıştığı gibi, insanları kulağa hoş gelen mutlak özgürlük vaatleriyle cezp etmek son derece kolaydır. Ama insanlar toplumsal gelişim sarmalının her bir evresinde, ancak varolan üretici güçler düzeyinin ve üretim ilişkilerinin izin verdiği bir özgürleşme düzeyine ulaşabilmişlerdir.
Stirner bazı felsefi yaklaşımlarıyla, Fransa’da küçük-burjuvanın felsefesini yapan Mösyö Proudhon’u da derinden etkilemiştir. Kafası küçük-burjuvaca tutarsızlıklarla karmakarışık olan bu orta karar üniversite profesörü, Paris’in eğitimli baylarına Prudoncu saçmalıkları enjekte etmekteydi. Bu baylar bilim üzerine gevezelik edip durmakta, fakat aslında hiçbir şeyi doğru dürüst bilmemekteydiler. Marx’ın ifadesiyle bunlar her tür devrimci eylemi, yani bizzat sınıf savaşımından doğan eylemi, her türlü yoğun toplumsal hareketi hor görmekteydiler. Her türlü otoriteye düşman bir özgürlükçü anlayışı savunma bahanesiyle devrimci siyasal eylemden uzak duran bu tür çevreler, böylece işin gerçeğinde burjuva düzenin zorbalığına boyun eğmiş oluyorlardı. Bu türlerin düzen karşıtı fikirler üretme adına vazettiği düşünceler ise, Proudhon’un sistematize ettiği ve küçük-burjuvanın geçmiş özlemini yansıtan bir burjuva ekonomisi savunusuna varıyordu. “Mülkiyet hırsızlıktır” sloganıyla ün kazanan Proudhon, aslında mülkiyete genel anlamda saldırmıyor, küçük-burjuva mülkiyeti savunmaya çalışıyordu. Zaten Prudoncu anarşizmin temelinde, kapitalist gelişme karşısında eski mülklü ya da ayrıcalıklı konumunu yitiren toplumsal kesimlerin tepkiselliği yatar.
Anarşizm kavramını günümüzde bilindiği anlamda ilk kez kullanan Proudhon’dur. Fakat anarşist düşünce asıl olarak, bir ütopyacı toplumcu olan Bakunin sayesinde ünlenmiştir. Onun ölümünden sonra ise anarşizmin ideolojik önderliğini Rus soylusu Kropotkin sürdürmüş ve anarşizm bu kuramcının elinde bir öğreti olarak daha da geliştirilmiştir. Kropotkin ve onun çizgisini izleyen yandaşları, Bakunin’in düşüncesindeki toplumcu yönü geliştirerek anarşist komünizm diye adlandırılan eğilimi yarattılar. Anarşizm yine de en çok, toplumsal devrim anlayışındaki naif yönlere karşın tarihe heybetli bir “eylem adamı” olarak geçen Bakunin’in adıyla anıldı. Bunda Bakunin’in Birinci Enternasyonal faaliyetleri içinde Marksizmin kurucuları ile çatışmasının ve anarşizm eleştirisinin bu bağlamda bizzat Marx ve Engels tarafından yürütülmüş olmasının payı büyüktür.
Bakunin de Rus soyluluğundan gelmekteydi ve düşünce yapısı bir ölçüde Rus nihilizminden (varlığı inkâr eden ve hiçliği, yokluğu savunan felsefi akım) beslenmişti. Bakunin, Pruodhon’un düşüncelerinden esinlenen ve kendisinin kattığı öğelerle değişikliğe uğrayan “anarşizm” adını verdiği eklektik bir teori yarattı. Kısaca belirtmek gerekirse, Prudhon’un ve Bakunin’in anarşizm öğretileri arasındaki fark ihmal edilemez. Proudhon’un anarşizmi, gerçekte devrime, devrimci şiddete ve grevlere tepki duyan küçük-burjuvanın reformist ve bireyci anarşizmiydi. Bakunin ise anarşizme ateşli devrimci bir söylemi ve burjuva bireyciliğine karşı kolektiviteyi savunur görünen komünizan yönleri taşıdı. Bu nedenle Bakunin’den hareketle günümüze uzanan anarşizm akımı, her türlü otoritenin, disiplinin ve devletin ortadan kaldırılması gibi argümanların yanı sıra, eşitlikçi bir toplumsal düzene ulaşılması, eski toplumun bütün kurumlarını yerle yeksan edecek bir toplumsal dünya devriminin savunusu gibi unsurları da içerdi. Bakuninci anarşizm eskisine kıyasla kuşkusuz daha devrimci göründü, ama işçi sınıfının toplumsal devrim mücadelesini başarısızlığa sürükleyecek temel zaafları son tahlilde değişmeden kaldı.
Anarşizm felsefi bir akım olarak en parlak dönemini 19. yüzyılda yaşamış ve o dönemden itibaren de bireyci felsefeyi öne çıkartan çeşitlemeleri eğitimli küçük-burjuva çevrelerde itibar görmüştür. Bu yönüyle anarşizm, burjuva düzen içindeki varoluş koşullarından nefret eden ama disiplinli ve örgütlü bir işçi mücadelesine de büyük bir antipati hisseden kesimlerin hissiyatına tercüman olmaktadır. Anarşizmin, kapitalizm karşısında koyu bir umutsuzluğa sürüklenen bireyin her şeyi yadsımaya yatkın olan ruh halini yansıtan nihilizmle de yakınlığı vardır.
Burjuva ideolojisinin topluma empoze ettiği bireyciliği aşamayan bu gibi düşünsel yaklaşımlar elbette işçilerin varoluş koşullarıyla pek bağdaşmaz ve genelde kafası karışmış aydınların ya da çözülen sınıf unsurlarının zihniyetini yansıtır. Diğer yandan anarşizmin daha toplumcu özellikler içeren çeşitlemeleri de, işçilerin devrimci bir disiplin ve otorite temelinde eğitilip örgütlenmesinin tarihsel rolünü kavramamakta ayak diremektedir. Bu bakımdan anarşizmin bir bütün olarak, işçi sınıfını burjuva siyasetine boyun eğmekten kurtaracak bir siyasi anlayış üretemediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Anarşizmin programatik düzeydeki temel zaafları da bu durumun kaynağında yatan nedenlere işaret eder. Konunun bu yönünü açıklığa kavuşturmak için burada kısaca da olsa Bakunin örneği üzerinde duralım.
Bakunin’e göre devrimciler pratik siyasal mücadeleden tamamen el çekmeli ve yalnızca devletin kötülenip gözden düşürülmesine yönelik propagandaya odaklanmalıydılar. Bu propaganda sayesinde işçiler ve dolayısıyla toplumun çoğunluğu kazanılınca, nasılsa toplumsal devrim gerçekleşecekti. Devrim gerçekleşir gerçekleşmez, devlet çıkartılan bir kararnameyle sona erdirilecek ve yerine Enternasyonal örgüt geçirilecekti. Böylece özgürlük ve mutluluk çağı açılmış olacaktı. Bakunin bu çocuksu toplumsal devrim projesini toplumsal tasfiye olarak adlandırmaktaydı.
Dünden bugüne anarşizmin büyük önderi olarak tarihe geçen Bakunin’in program mahiyetinde ileri sürdüğü bu düşünceler, zamanında Marx tarafından bilimsel temellerde çürütüldü. Marx, Paul Lafargue’a bir mektubunda (19 Nisan 1870 tarihli mektup), Bakunin’in toplumsal devrim programını üç ana başlık altında toparlayarak eleştirmekteydi.
Bakunin’e göre toplumsal devrimin ilk talebi mirasın kaldırılması olmalıydı. Marksist açıdan irdelendiğinde de, “miras hakkı” kuşkusuz mülkiyet sorununa bağlı haksız ve tasfiyesi gereken bir olguydu. Ne var ki, toplumsal devrimin ilerleyişi içinde sağlanan gelişme düzeyi geçmişin uzantısı olan bu tür olguları toplumun gündeminden düşürmedikçe, bunların bir gecede çıkartılıveren kararnamelerle ortadan kaldırılması istemi bir saçmalıktan ibaretti. Bakunin’in yanılgısının kaynağında, onun verili toplumsal sistemi idealist felsefenin kurgularına denk düşer biçimde tam tepetaklak ederek ele alması yatıyordu. Marx’ın belirttiği gibi, Bakunin’in teorisi “ekonomik rejimimizi hukuk sistemimizin temeli ve kaynağı olarak göreceği yerde, bugünkü hukuk sistemimizi ekonomik düzenimizin temeli sayan eskimiş bir ülküye dayanmakta” idi.
Bakuninci toplumsal devrim programının ikinci ayağını ise, farklı sınıfların eşitliği talebi oluşturmaktaydı. Bakunin tamamen boş ve sözde bir eşitlik anlayışı temelinde, farklı sınıfların üyelerinin eşitliğini vazediyordu. Böylece Bakunin sınıfların ortadan kaldırılması hedefini ortaya koymak yerine, sınıfların gelecekte de devam edeceğini varsaymış oluyordu. Saçmalık derecesine varan bu tür açılımların, kendisine toplumsal devrimin teorisini öğretmek gibi bir misyon biçen bu yaman adamın bilgisizliğini ve başına buyrukluğunu gözler önüne serdiğini vurgulayacaktı Marx.
Aynı programın üçüncü temel direği ise, işçi sınıfını devrimci mücadelede daha baştan yenilgiye mahkûm edecek bir sakatlıkla malûldü. Bakunin’e göre işçi sınıfı siyasetle uğraşmamalıydı. Onun görevi sendikalarda örgütlenmekten ibaret olmalıydı. Bakunin’in toplumsal devrim tasarımına göre, günün birinde sendikalar Enternasyonalin yardımıyla mevcut bütün devletlerin yerlerini alacaklardı. Böylece Bakunin keskin bir eylem adamı kisvesi ardında, gerçekte işçi sınıfının devrimci siyasal örgütünün yaratılması gibi meşakkatli bir işten uzak durmuş oluyordu. Zor olanı başarmaya çalışmak yerine, entrikacı yöntemlerle Enternasyonale sızarak onu parçalayacak bir yol tutacaktı Bakunin.
Anarşizmin devlet sorununa yaklaşımı
Anarşist düşünce, devlet ve yeni toplumsal düzenin biçimlenmesi konusunda bütünüyle yanlış bir kavrayışa sahiptir. Proudhon’da olduğu gibi Bakunin’de de en başta gelen kötülük devlettir, sermayeyi yaratan devlettir ve bu nedenle de önce devleti ortadan kaldırmak gerekir. Bu yapıldığında sermaye düzeni de kendi kendine ortadan kalkacak ve “anarşi” diye nitelenen yeni bir toplumsal düzene ulaşılacaktır. Son derece aşikârdır ki, anarşizm soyut bir devlet karşıtlığından hareketle, toplumsal devrimde işçi sınıfının devrimci iktidarının gerekliliğini rahatça yadsıyabilmektedir.
Anarşizmin açılımları incelendiğinde, kapitalizmden komünizme geçiş dönemi boyunca proletaryanın ihtiyaç duyacağı devrimci diktatörlük sorunu veya bu tarihsel dönemi ilgilendiren devasa sorunların küçümsendiği görülür. Bu akımın tipik özelliklerinden biri de, toplumsal devrimin gerçek problemleri üzerine kafa yormak yerine, geleceğin toplumsal düzenine dair “ilkeler” öne sürmekle oyalanmaktır. Nitekim bu konuda Bakunin’in satırları yeterince fikir veriyor: “Bugünkü toplumsal düzenin sonu ve yeni ilkelerin yardımıyla yaşamın yenilenmesi, ancak, toplumsal varlığın tüm olanaklarının Komitemizin elinde toplanmasıyla, ve herkes için zorunlu fiziksel çalışmanın ilanıyla başarılabilir.” (Bakunin, Geleceğin Toplumsal Düzeninin Temel İlkeleri adlı makale, akt: Marx ve Engels, age, s.144) Kâğıt üzerinde birtakım tepeden düzenlemeler ve yasaklamalarla tasarlanan bu yeni toplumsal düzen yaklaşımı, sıkı “otorite düşmanı” Bakunin ve onun izleyicilerinin komitacılık tutkularını da açığa vurmaktadır. Bu terslik nedeniyle Marx ve Engels, bu yaklaşımın “inan olsun ki, en katıksız otorite düşmanlığı olduğunu” (!) belirterek haklı olarak Bakunin’i hicvetmişlerdir.
Bakunin’in açılımlarında somutlanan yaklaşımlar, kapitalist toplumun yapılanmasını bilimsel temellerde çözümleyen Marksist kavrayışla tamamen ters düşer. Gerçek şudur ki, devlet sermaye düzenini yaratmamıştır. Tersine, sınıflı toplumlarda sömüren sınıfın ayrıcalıklarını koruma ihtiyacına dayanan devlet, sıra kapitalist topluma geldiğinde sermayenin egemenliğine dayanan bir niteliğe bürünmüştür. Bu bakımdan, ezilen sömürülen kitleler açısından gerçekten de bir kötülük kaynağı olan kapitalist devlet, sermaye ve ücretli emek ilişkisinin bir sonucu, onun bir yansımasıdır. O halde bu devlete son vermenin yolu da sermaye-ücretli emek ilişkisinin tasfiyesinden geçmektedir.
Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, devletin ortadan kaldırılması sınıfların ortadan kaldırılmasının doğal bir sonucu olacaktır. Kapitalizmin küresel tasfiyesi ve böylece proletaryanın da varlık nedeninin ortadan kalkmasıyla birlikte, diğer sınıfları egemenlik altına almak için bir sınıfın devlet denen özel bir örgütlülük ve kuvvet yaratmasına duyulan ihtiyaç tarihsel olarak son bulacaktır. Yani devlet, anarşistlerin iddia ettiği üzere vakti kerameti geldiğinde iradi bir kararla ortadan kaldırılamaz, proletaryanın tarihsel görevini lâyıkıyla yerine getirmesiyle birlikte sönümlenerek yok olur. Genel olarak devlet sorunu ve özelde işçi devrimi sayesinde devletin tarihsel sönümlenme sürecine gireceği gibi konular Marksist teoride son derece önemli ve ayırt edici bir yere sahiptir. Bunlar üzerinde daha önce çeşitli vesilelerle etraflı biçimde durmuş bulunuyoruz (geniş bir okuma için bkz. E. Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay.). Ne var ki Marksizmin devlet sorununa yaklaşımı, reformistler, oportünistler, resmi komünist hareket ve de anarşistler tarafından en çok çarpıtılan konuların başında gelmektedir ve yazının ilerleyen bölümlerinde buna değineceğiz.
Anarşizmin tarihsel yanılgısına dönecek olursak, dikkat çekmek istediğimiz önemli bir husus var. Bakunin’in “devletin ortadan kaldırılması” konusundaki yaklaşımı Marx ve Engels tarafından bilimsel olarak çürütüldüğü gibi, gerçek yaşamın sınavında da büyük bir başarısızlığa uğrayarak sınıfta çakmıştır. Somutlamak amacıyla tarihsel bir örneği hatırlatalım. Fransa’da 1870 Eylülünde Lyon ayaklanması döneminde Bakunin, burjuva Ulusal Muhafız güçlerine karşı hiçbir önlem almaksızın, devletin kaldırılması için kent belediyesinde bir kararname çıkartır. Bakunin aslında silahlı kuvvetler tarafından yenilgiye uğratılmış durumdadır ve bu nedenle de burjuvalar, Engels’in ifadesiyle hiç tasa çekmeden güzel güzel belediye sarayına gelir, Bakunin’i kapı dışarı eder ve bir saat geçmeden de devleti yeniden yerine oturturlar. Anarşistlerin 1873 yılı İspanya cumhuriyet mücadelesi deneyimleri de eğitici derslerle doludur. Bakuninciler gerçekten devrimci bir durumla karşı karşıya kaldıklarında, daha önceki programlarını bir tarafa atmışlardır. Örneğin olayların akışı içinde sıra kendi ilkeleri gereği devleti “ortadan kaldırmaya” geldiğinde, tersine, bir sürü yeni ve küçük devlet yaratmaya girişmişlerdir.
Anarşizmin otorite sorununa yaklaşımı
Anarşizmin her türlü otoriteye reddiye düzen yaklaşımının temelinde, onun toplumsal yaşamda işlerin veya mücadelenin nasıl örgütlendiği gerçeğini kavramaya yanaşmayan zihniyeti yatar. Halbuki otorite ihtiyacı ve otoritenin varlığı, anarşistlerin yaptığı gibi ondan hoşlanmamakla ya da onu keskin sözlerle mahkûm etmekle ortadan kalkmamaktadır. Üstelik geniş anlamıyla otorite, yalnızca kavramın ilk akla getirdiği ve aslında tasfiye edilmesi gereken baskıcı yönetim anlayışlarını değil, çok daha farklı boyutları da ifade eder. Örneğin üretici güçlerin toplumsallaşıp büyük ölçekli üretimi ve son derece karmaşık bir iş sürecini yaratmış olduğu bir çağda, üretim sürecinin işlemesi denetim ve otoriteyi gerektirir. Bunun yanı sıra, sosyal ve siyasal süreçlerin işleyişi de şu ya da bu cinsten bir otoriteye dayanmaktadır. Önemli olan, karşı çıkılan veya ihtiyaç duyulan otoritenin niteliğidir.
Sınıflı toplumlarda insanlara bir “dış irade” yani bir otorite empoze edilmeksizin, hiçbir ortak eylem olanaklı değildir. Bu otorite, karşı çıkılması gereken şekilde bir kişi diktatörlüğü veya baskıcı azınlık diktatörlüğü olabileceği gibi, oy veren bir çoğunluğun iradesine ya da seçilmiş ve seçenler tarafından denetlenen yönetici komitelerin iradesine de dayanabilir. O nedenle, otorite ve özerklik ilkelerine toplumsal yaşamın gerçeklerinden kopuk biçimde mutlak olarak iyi ya da kötü anlamlar yüklemek yanlış olacaktır. Ve anarşistler bu yanlışı kutsamakta, “otorite” ve “merkezileşme” terimlerini koşulsuz olarak kötülük anlamında kullanmaktadırlar.
Engels’in otorite karşıtlarını eleştirirken söyledikleri yaşamın gerçeğine işaret eder: “Bu baylar hiçbir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla –akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla– dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir.” (Seçme Yapıtlar, c.2, Sol Yay., Temmuz 1977, s.451) İşçi ve emekçi kitlelerin başkaldırısıyla seyreden her gerçek devrim durumu, devrimin öncü güçlerinin karşısına devrimin örgütlendirilmesi, devrimci güçlerin birliğinin sağlanması, bu güçlerin merkezileştirilerek kitlelerin ayaklanmasının bilinçli şekilde yönetilmesi görevini çıkartır. Bu nedenle, devrimci eylemi yalnızca aşağıdan gelen baskı ile sınırlandırmak ve yukardan devrimci ve birleştirici bir merkezi “baskı” uygulamayı “ilkelere ters düşer” gerekçesiyle reddetmek anarşizmdir.
Soyut bir ideal olarak değil de toplumsal yaşamın ilerleyişi ve biçimlenişi açısından bakılacak olursa, otorite ve özerklik gibi olguların göreli şeyler olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. Otorite ve özerklik ihtiyacının kapsadığı alanlar toplumsal evrimin değişik evrelerinde değişikliğe uğramaktadır ve de uğrayacaktır. Burada bir yanlış anlamaya fırsat vermemek üzere vurgulamak gerekirse, Marksistler toplumsal devrimle varılması arzulanan hedef açısından siyasal otorite konusunda anarşistlerle anlaşmazlık içinde olamazlar. Marksizm, toplumsal devrim sayesinde siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin tasfiye olacağını, kamu görevlerinin siyasal niteliklerini yitireceklerini ve gerçek toplumsal çıkarları koruyan basit yönetimsel işlevlere dönüşeceklerini savunur. Anarşist düşünceyle anlaşmazlık noktası, anarşistlerin her tür otoriteye karşı çıkar görünmeleri ve siyasal otoriteyi var eden ya da gerekli kılan toplumsal koşullar henüz yok edilmeden bunların ortadan kaldırılacağını iddia etmeleridir.
Hiç kuşku yok ki, Marksistler sınıflı toplumlara damgasını basan sömürgen ve baskıcı yönetim ve otoritenin sona erdirilmesini savunurlar. Amaçlanan, dünya üzerinden kapitalizmin tasfiyesi sayesinde insanın insan üzerindeki egemenliğine son verilmesi ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması için gereken işlerin planlanıp yürütülmesinden ibaret bir “kendi kendini yönetme” özerklik noktasına ulaşılmasıdır. Fakat kapitalizm altında yaşanan durumla varılması istenen hedef arasında, bugünden geleceğe uzanan tarihsel yolculuğu mümkün kılacak önemli bir tarihsel görev yer alır: İşçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşecek toplumsal devrim! Bu devrimin örgütlenip başarıya ulaştırılması için çaba sarf etmeden ve bu uğurda ter dökmeden, ulaşılması tahayyül edilen geleceğe varmak asla mümkün değildir. İşçi devriminin örgütlenip başarıya ulaştırılması ise –beğenin ya da beğenmeyin– bir otorite olmadan asla mümkün olmamıştır, olmayacaktır. Ama bu otorite, kuşkusuz daha baştan, meşruluğunu devrimci mücadelenin öznesi olan sınıftan alan ve mücadeleye katılan unsurların gönüllü rızası üzerinde yükselen devrimci bir otorite olmalıdır.
İşçi devrimi, tarihsel ayrıcalıklarını yitirmemek için her türlü kötülüğü göze alabilecek sınıf ve güçlerin tertip, baskı ve dirençlerini kırmak zorundadır. Bu denli ciddi ve zorlu bir işin gerektirdiği merkezi disiplin ve otorite ihtiyacını, kapitalizm koşullarında ulaşılması mümkün olmayan özerklik, otonomi gibi geleceğe dair amaçlar uğruna bugünden reddetmek devrimi göz göre göre yenilgiye sürüklemek anlamına gelecektir. Nitekim Engels bir mektubunda bu konuya açıklık getirir: “Zaferden sonra otoriteyi motoriteyi ne yaparsanız yapın, ama savaş için bütün kuvvetlerimizi bir tek noktada birleştirmeli ve bir tek merkezi saldırıda yoğunlaştırmalıyız. Otoriteden ve merkezileşmeden, her türlü koşul ve durumda mahkûm edilecek iki şey gibi söz edildiği zaman, ya böyle konuşanlar devrimin ne olduğunu bilmiyorlar, ya da bunlar yalnız sözde devrimcidirler gibi geliyor bana.” (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s.82)
Vaktiyle Bakunin ve onun yandaşlarının Paris Komünü döneminde devrimci otorite gereğini fiilen küçümseyen tutumlarının yarattığı sonuçlar unutulmamalı. Paris Komününün hayatına malolan temel faktör, bir merkezileşmenin ve otoritenin eksikliğiydi. Ve bu tarihsel deneyimden çıkartılan bu önemli ders günümüzde de sınıfın devrimci mücadelesine ışık tutmayı sürdürüyor.