Salı, Nisan 22, 2008

Amerikalı Liman İşçileri 1 Mayıs’ta Savaşa Karşı İş Bırakacak


Amerikalı Liman İşçileri 1 Mayıs’ta Savaşa Karşı İş Bırakacak10 Nisan 2008


ABD’de liman işçilerinin örgütlü olduğu ILWU (Uluslararası Yükleme, Boşaltma ve Depolama Sendikası), Batı Yakası limanlarında çalışan işçilerin, 1 Mayıs’ta, Afganistan ve Irak’ta yürütülen savaşa ve işgale derhal son verilmesi için 8 saat iş bırakacağını duyurdu. Açıklamada, bu savaşın, işçi sınıfının çocuklarının ve Iraklı sivillerin hayatının petrol uğruna harcandığı emperyal bir savaş olduğu belirtilirken, 1 Mayıs’ta “barış yoksa iş de yok” şiarıyla çalışılmayacağı vurgulandı.

Limanlarda toplu sözleşme görüşmeleri yaklaşırken, patron örgütleri sendikanın aldığı bu karara karşı olduklarını açıkladılar. Batı Yakası limanlarını kapsayan ve 2002’de gerçekleşen toplu sözleşme görüşmeleri de gergin bir ortamda yapılmıştı. Bush hükümeti toplu sözleşme görüşmelerine “ulusal güvenlik” bahanesiyle müdahale etmiş ve işçiler görüşmeler esnasında herhangi bir eylem gerçekleştirdikleri takdirde askeri birliklerin buna izin vermeyeceğini duyurmuştu. Ancak görüşmelerin çıkmaza girmesi sonucunda, ILWU’yu limanlardan atmak isteyen patronların 11 gün boyunca sürdürdükleri lokavt, her nedense ulusal güvenliği tehdit eder bulunmamıştı! Sonrasında Bush’un müdahalesiyle lokavt kaldırılmış ve işçiler patronların belirlediği koşullarda çalışmak zorunda bırakılmışlardı.

ILWU yaptığı çağrının arkasında durup 1 Mayıs’ta kitlesel bir biçimde iş bırakılmasını sağlarsa, bu, Irak ve Afganistan’ı işgal eden emperyalist bir ülkenin işçilerinin kendi burjuva devletlerine karşı yükselttikleri tepkiyi göstermesi bakımından gerçekten de önemli bir eylem olacak. Böylece, işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’ta, Amerikalı işçiler, Iraklı ve Afgan kardeşlerine güçlü bir dayanışma mesajı göndermiş olacaklar.

Perşembe, Nisan 17, 2008

İran’da Polis 1000 Grevci İşçiyi Kaçırdı!

15 Nisan 2008

İran’da bir otomobil lastiği fabrikasında çalışan 2000 işçi, beş aydan uzun bir süredir ücretlerini alamadıkları için 9 Nisanda iş bıraktı. Kian lastik fabrikası işçilerinin başlattıkları bu grev 12 Nisanda İran polisinin saldırısına uğradı. Akşam saatlerinde fabrika duvarlarını buldozerlerle yıkıp içeriye giren polis, elektrikli coplar da kullanarak tam bir vahşet uyguladı. Fabrikada bulunan 1000 işçi dövülerek polis otobüslerine tıkılıp götürülürken, kanalizasyon sistemini kullanarak kaçmayı başaran birkaç işçi, bir radyo kanalını arayarak işçilerin polis tarafından kaçırıldığını haber verdi.

Ücretlerinin ödenmesi ve kötü çalışma koşullarının düzeltilmesi talebiyle Şubat ayından bu yana çeşitli eylemler gerçekleştiren işçiler, 12 Nisanda fabrika yakınlarındaki bir anayolu, ataşe verdikleri lastiklerle bloke ettiler. Bu eylem sırasında saldırıya uğrayan işçiler polise direnirlerken, bölge halkı da işçilerin direnişine taşlar ve sopalarla destek verdi. Ardından Tahran valisi ve vali yardımcısı fabrikaya gelerek işçilerden eylemlerini ve grevi sona erdirmelerini istedi ve 48 saat içinde ücretlerinin ödeneceği sözünü verdi. Fakat işçiler boş laflara karınlarının tok olduğunu söyleyerek eylemlerini devam ettirdiler. Saat 18 civarında polis, iki saat içinde yolu açmadıkları takdirde fabrikaya gireceğini söyledi işçilere. Ne var ki işçiler fabrika müdürü gelip ödenmemiş ücretlerinin tümünü ödemedikçe eylemlerini sona erdirmeyeceklerini ve fabrikayı gece de terk etmeyeceklerini bildirdiler. Bunun üzerine polis, fabrika bölgesini 5-6 kilometrelik bir çembere alıp kuşatmaya başladı ve kısa bir süre sonra söz konusu saldırıyı gerçekleştirdi.

Bu vahşi saldırının üzerinden iki gün geçmesine rağmen polis tarafından kaçırılıp götürülen işçilerin nerede oldukları halen açıklanmış değil. Görgü tanıkları işçilerin fena halde dövüldüklerini ve Tahran’ın 20 kilometre yakınlarındaki Karaj bölgesine doğru götürüldükleri belirtiyorlar. İran’daki emek yanlısı örgütler, tüm dünyadaki emek örgütlerine ve insan hakları kuruluşlarına seslenerek, bu vahşi saldırının kınanması ve işçilerin derhal serbest bırakılması için İran devletine baskı uygulanması çağrısında bulunuyorlar.

Çarşamba, Nisan 16, 2008

Kapitalizmin Hal ve Gidişatı Elif Çağlı

Kapitalizmin Hal ve Gidişatı Elif Çağlı

Kapitalizmin Hal ve Gidişatı
Elif Çağlı

Uzun süredir çeşitli yazılarımızda döne döne vurguladığımız önemli bir gerçeklik var. Kapitalist sistem artık tarihsel bir gerileme ve durgunluk eğilimi içine girmiş bulunuyor. Bu eğilim, kapitalist ekonomideki kısa dönemli iniş çıkış döngülerinin çok ötesine geçen uzun dönemli bir düşüş dalgası yaratmıştır. Kapitalist işleyişin olağan periyodik krizlerinden ayırt etmek ve çarpıcı biçimde ifade etmek gerekirse, bu bir sistem krizidir.

Bugün dünyanın içinde bulunduğu durum bu tespitlerimizin doğruluğunu ayan beyan gözler önüne seriyor. Ekonomik göstergeler, burjuva iktisatçıları küresel durgunluk ve küresel kriz konusunda her geçen gün daha da ciddi endişelere sürükleyecek nitelikte. Kapitalist kriz koşullarının yarattığı belirsizlik o denli ürkütücü boyutlara ulaştı ki, kötümserlik bizzat burjuva sınıfın ideologlarını da sarmış bulunuyor. Kapitalizmin durumu, dünyanın pek çok ülkesinde önde gelen pek çok burjuva yazar tarafından artık kontrolden çıkmış kötü bir gidişat şeklinde yorumlanıyor. Amerikan ekonomisinin 1929 Büyük Depresyonundaki gibi, dünyayı sarsacak düzeyde korkunç bir mali kriz yaşamakta olduğu söyleniyor. Doların uğradığı bozgunun küresel ölçekteki finans paniğini bir çöküşe dönüştürebileceğinden söz ediliyor. Bu endişeler asla abartılı değildir. Ekonomik analiz ve perspektifler, kapitalist sistemin ürkütücü krizlere ve muazzam sarsıntılara gebe kırılgan durumunu ortaya koymaktadır.

Dünyadaki genel kargaşaya bakarsak, siyasal ve toplumsal gidişat bakımından da küresel durumun hiç parlak olmadığı açıktır. Burjuva yazarlar cephesinden bu konularda da sürekli karamsar haberler geliyor. Bu haberler, yıllardır can yakıcı tarihsel gerçeklere işaret eden devrimci Marksistlerin öngörülerini bütünüyle doğrular mahiyettedir. Derin bir sistem krizi içinde kıvranan kapitalizm, insanlığı adeta Birinci ve İkinci Dünya Savaşları dönemlerini çağrıştıran büyük bir felâket dönemine sürüklüyor.

Böylesi dönemler son derece uyanık olmayı ve asıl olarak genel eğilimler üzerinde odaklaşmayı gerektiren hassas dönemlerdir. Dolayısıyla, günübirlik siyasi yaşamdaki geçici iniş ve çıkışların genel görüş alanını bulandırmasına asla izin verilmemeli. Kapitalist sistemin küresel krizi öyle ya da böyle hükmünü sonuna dek icra edecektir. Hiçbir ülke, bu durumun dünya ölçeğinde yaratacağı yıkıcı sarsıntılardan muaf değildir ve de muaf olamayacaktır. Hele stratejik paylaşım alanlarının ve enerji koridorlarının kesişme noktasındaki Türkiye’nin, kapitalist sistem krizinin yaratacağı şok dalgalarından fazlasıyla etkileneceği gün gibi aşikârdır.

İktisadi cephede patlak veren kriz önümüzdeki dönemde daha da büyüyecek ve çok ciddi sorunlara yol açacak. Gidişatın bu yönde olacağı bizler için zaten önceden belliydi. Zira ekonomi spekülatif sermaye hareketleriyle ne derece ısıtılır ve krizi erteleme adına ekonomi balonu ne denli şişirilirse, patlamanın da o denli büyük olacağı bir fizik yasası gibi kesindir. O nedenle, burjuva siyaset sahnesinde üretilen yalanlara asla pabuç bırakılmamalı. Yabancı sermayenin artık Türkiye’yi çok sevdiği ve ABD’de büyük krizin patlaması durumunda bile Türkiye’nin bundan fazlaca etkilenmeyeceği iddiası büyük bir yalandır. AKP hükümetinin savurduğu bu tür kuyruklu yalanlar katı gerçekleri değişikliğe uğratamaz. Art arda sıralanabilecek pek çok olumsuz gösterge bir yana, Türkiye’nin 40 milyar dolar cari açık veren bir ülke olduğunu hatırlamak bile gerçek durumu kavramaya yeter.

Emperyalist sistemin siyasal ve askeri gerçekleri de, Türkiye’nin her an büyük krizlerle yüz yüze gelmesi olası bir ülke olduğuna işaret ediyor. Nitekim hemen her seferinde daha bu tür satırlarımızın mürekkebi kurumadan yeni bir kriz gündeme gelmektedir ve bu kez de öyle olmuştur. Son günlerde ekonomi cephesinden gelen kötü haberlerin yanı sıra, bir tarafta Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının AKP’yi kapatma istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne açtığı dava ve diğer tarafta da Ergenekon örgütlenmesine yönelik operasyonlarla iç siyasette yükselen gerilim buna örnektir. Türkiye gerçekten de, devasa bir küresel krizin ortasında gerek ekonomi gerek siyaset alanında peş peşe patlak veren olumsuz gelişmelerin etkisiyle sarsılıyor. Krizler içinde kıvranan bir kapitalizm altında, hele ki Türkiye gibi bir ülkede kendini kandırmanın “ecele” hiç mi hiç faydası yok! Dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeni baştan “düzenlemeye” girişen ABD’nin başı bizzat kendi kriziyle fena halde dertte. Ama bu durum onu sindirmemekte, tersine büsbütün saldırganlaştırmaktadır. Böyle bir emperyalist ülkenin stratejik ortağı olmanın Türkiye’ye ferahlık değil belâ getireceği şimdiden bilinmeli.

Önümüzdeki süreçte yaşanacak olayların detayları konusunda kuşkusuz fal açamayız. Ne var ki dünyadaki genel gidişat apaçık ortada. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra kapitalizmin kendini sorunsuz ve ebedi bir düzen olarak yansıtmaya çalıştığı “cicim ayları” bir daha geri dönmemek üzere geçmişte kaldı. Devrimciler kapitalizmin kaçınılmaz krizlerine dikkat çekip kitleleri uyarmaya çalıştıklarında, onları “dinazor” ilan ederek keyif süren bilumum dönek ve liberal kalemşor tayfasının da süngüleri düştü. Özetle, kapitalizmin hal ve gidişatı son derece kötü. Kapitalist sistemin derinleşen krizi devrimci durumlar gibi olumlu olasılıklara olduğu kadar, faşizm ve emperyalist savaşlar gibi olumsuz olasılıklara da işaret ediyor!

ABD için zor dönem
Son günlerde burjuva basında çıkan çeşitli haberlere bakılırsa, ekonomik işleyişte uzun yıllar motor güç kabul edilen ABD’ye duyulan güven artık yerlerde sürünüyor. ABD’de mortgage kredisi dağıtan bankalar iflas bayrağını çekti, küresel sermayeye yön veren büyük Amerikan şirketi Bear Stearns battı. Önümüzdeki dönemde finans sektöründe daha nice büyük şirket ve bankanın batması bekleniyor. Pek çok alâmet bir yana, yalnızca bu durum bile kapitalist sistemin ciddi bir kırılma döneminden geçtiğini gösteriyor. Hal ve gidişatın kötülüğüne dair işaretler o kadar çarpıcı ki, tek bir örneği hatırlamak durumun vahameti hakkında bir fikir vermeye yetecek. 2008 başında inanılmaz bir yükselişe geçen petrol varil fiyatları şimdilerde 110 doları buldu ve 2008 sonu itibarıyla da 150-200 dolar olabileceği söyleniyor.

ABD’nin hegemon ülke konumu uzun yıllar boyunca yansımasını doların küresel üstünlüğünde bulmuştu. Ne var ki bu parlak günler şimdi geçmişte kalmıştır. 2007 yılı boyunca değer yitiren Amerikan doları 2008 yılında da hayırlı bir gidişat sergilemiyor. Doların güvenilir bir kur olmaktan çıktığı, dünyada kârlı yatırım arayışı içindeki fonların artık dolara yönelmediği ve hatta Ortadoğu’nun petrol zenginlerinin de dolardan kaçmaya başladıkları yazılıp çiziliyor. Nitekim dünyada önemli yankılara neden olan OPEC toplantısında İran ve Rusya tarafından petrol ve doğalgaz satışlarında artık dolar kullanmama önerisi getirilmişti. Bu öneri, Venezuela gibi petrol üreticisi bazı ülkeler de dahil pek çok ülke tarafından desteklenmiş ve karara bağlanmıştı. Bu tür uygulamaların değişmemesi ve hatta daha da yaygınlaşması durumunda ABD’nin büyük bir kayba uğrayacağı bellidir.

Kapitalizmin içine sürüklendiği bu son büyük kriz dönemi, en çok ABD ekonomisinin yaşadığı sarsıntılarla karakterize oluyor. Tarihte daha önce de örneklendiği üzere, her yükselişin kaçınılmaz olarak bir inişi vardır. Şimdi inişe geçme sırası, kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yükseliş döneminin lokomotifi ABD’de gibi görünüyor. Bu iniş dünyanın verili koşullarında ABD açısından mutlak bir çöküş anlamına gelmese de, eski günlere kıyasla bir gerilemenin olduğu ortadadır. ABD ekonomisi ciddi biçimde durgunluk sinyalleri veriyor, büyüme oranları geriliyor, doların satın alma gücü zayıflıyor. Uzun yıllar boyunca kapitalist sistemin zirvesinde tartışmasız bir egemenliğe sahip ABD’nin gelecekte hegemonyayı Rusya, Çin gibi yükselen yeni süper güçlere kaptırıp kaptırmayacağı tartışılıyor. Ne var ki bugün için son derece çarpıcı olan bir gerçeklik de unutulamaz. ABD ekonomisi aslen dünya ekonomisinin dörtte biri büyüklüğündedir ve Amerika’da yaşanacak bir durgunluğun tüm kapitalist sistemi derinden etkileyeceği bilinmelidir.

Nereden bakarsak bakalım, mevcut istikrarsızlık koşullarının Birinci ve İkinci Dünya Savaşları dönemlerini hatırlattığı gayet açıktır. Tarihsel akış kapitalist sistemin işleyişi açısından irdelendiğinde, bu iki büyük savaş dönemine kapitalizmin birinci ve ikinci büyük krizi olarak adlandırılan derin istikrarsızlık koşullarının eşlik ettiği görülür. Ayrıca, her büyük kriz ve istikrarsızlık döneminde hegemon güç değişiminin sancıları çekilmiş veya dünya siyasetinde ve burjuva rejimlerin biçimlenmesinde olağanüstü altüstlükler yaşanmıştır. Örneğin Birinci Dünya Savaşı dönemi sömürgeci Britanya İmparatorluğu’nun hegemonyasını sona erdirmiş ve Amerika’yı yükselen yeni güç olarak öne fırlatmıştır. İkinci Dünya Savaşı döneminde ise, Almanya ve İtalya örnekleri başta olmak üzere çeşitli kapitalist ülkeleri faşizm belâsı sarmıştır. Bu yaşananlar, kapitalizmin üçüncü büyük krizinden kaynaklı ve Üçüncü Dünya Savaşı dönemi olarak adlandırabileceğimiz günümüz koşullarında da geçerli tehdit ve tehlikelerdir.

ABD içine düştüğü zor durum nedeniyle dünya güç dengesinde geriye kaymayı asla uysalca kabul etmeyecektir. Emperyalizmin tarihi, eski hegemon konumunu yitirme endişesine kapılan ya da yeni bir hegemon konum elde etme telâşına düşen kapitalist güçlerin her türlü çılgınlığı göze alabileceğini gösteriyor. Bugün de ABD özelde Ortadoğu’da genelde dünyadaki diğer paylaşım bölgelerinde, kısa sürede boyunun ölçüsünü aldığını kabullenecek ve insanlığın canını daha fazla yakmadan geriye çekilecek değildir.

Kapitalizmin büyük kriz dönemlerinde dünya olayları asla olağan dönemlerdekine benzer sıradan siyasal gelişmeler şeklinde ele alınıp yorumlanamaz. Örnekse, nasıl olsa Bush’un başkanlık dönemi sona eriyor ve seçimleri Demokratların kazanması durumunda ABD Ortadoğu’dan çekilecek yollu değerlendirmeler yaşanmakta olan gelişmelerle bağdaşmaz. ABD başkanlık seçimini her kim kazanacak olursa olsun kapitalist sistemin kriz gerçeği değişmeyecektir. Çünkü bu savaş, emperyalist güçler arasındaki hegemonya yarışından kaynaklanan gerçek çelişki ve sürtüşmelerin sonucudur.

Seçilecek yeni başkan hangi partiden olacak olursa olsun, ABD emperyalizminin büyük krizi atlatmak ve hegemonyayı kaptırmamak için savaş alanını genişletmeye ihtiyacı var. Ayrıca son derece önemli bir husus da unutulmamalı. Genelde tüm kapitalist ülkelerde ve hele ki ABD gibi emperyalist bir ülkede savaş aygıtını yönlendiren ve yöneten asıl savaş kurmayı finans kapital zirvesinin bir parçasıdır. Bu kurmay, genel devlet örgütlenmesinde her zaman için adeta hükümetler ve başkanlar üstü son derece önemli bir yere sahiptir. Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’da ve diğer bölgelerde yürürlüğe koyduğu saldırgan ve yayılmacı planlar esasen bu finans kapital zirvesinin ürünüdür. ABD siyaset sahnesinden çeşitli devlet başkanları gelir geçer, fakat uzun dönemli stratejik planlar yürürlükte kalır ve bu planlar diğer ülkelerdeki siyasal gelişmeler üzerinde de doğrudan ve çok önemli etkilerde bulunurlar. Günümüzdeki gerçeklik de budur ve böylece dünya üzerinde bir bütün olarak patlamalı bir süreç biçimlenmektedir.

Büyüyen istikrarsızlık
Sovyetler Birliği çökmezden önce dünyada iki süper gücün varlığından kaynaklanan bir denge durumu vardı. Çöküşten sonra ise eski dünya dengeleri temellerinden sarsıldı ve dünya kapitalist sistemi çırılçıplak ve tek başına kalakaldı. Her ne kadar burjuva güçler o tarihlerde bu durumu sosyalizmin nihai çöküşü ve kapitalizmin ebedi zaferi olarak yansıtmaya çalıştılarsa da, burjuvazinin bu fuzulî iyimserlik dönemi aslında hiç de uzun sürmedi. ABD’nin hegemonyasına dayanan tek kutuplu dünya düzeni bir süre sonra ciddi biçimde istikrarsızlık sinyalleri vermeye başladı.

ABD’nin tüm dünyaya meydan okuyan bir görüntü sergilemesine vesile oluşturan 11 Eylül saldırısı ise, zamanın akışı içinde keskin bir dönemeç noktası oluşturdu. Dünyada kargaşa ve savaşlarla yüklü yeni bir dönemin başlaması anlamında adeta bir milat haline gelen bu dönemeç noktası, aslında ABD başta olmak üzere kapitalist sistemin derin bir krize sürüklendiğinin de habercisiydi. ABD 2003 Martında Irak’ı işgal ettiğinde, bu cüretkârlığının başına türlü belâlar açacağını ve Irak’ta çeşitli direniş hareketleriyle yüz yüze geleceğini pekâlâ biliyordu. Fakat bu tip gerçekler onu çılgınca maceralara atılmaktan alıkoymadı.

ABD’nin Irak’a müdahalesi gelgeç bir olay değil, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’dan Kafkaslara, Asya’dan Afrika’ya engin bir coğrafyayı kapsayan Büyük Ortadoğu Projesinin bir parçasıdır. Dünya üzerindeki tüm önemli nüfuz alanlarının Amerikan emperyalizminin hegemonyası altına sokulmasının amaçlandığı, Bush yönetimi tarafından Eylül 2002 yılında yayınlanan “Ulusal Güvenlik Stratejisi” ile ilan edilmiştir. Bu stratejinin en önemli unsurlarından biri de Hollywood senaryoları imal eder gibi peş peşe korku ve dehşet senaryoları yaratmak ve böylece emperyalist müdahaleler ve devlet terörü için gerekçeler oluşturmaktır. Yaratılan korkular üzerinden siyaset yürütmek, 11 Eylül 2001 sonrası dönemde yalnızca Amerika’da değil tüm kapitalist ülkelerde sermayenin egemen düsturu olmuştur.

ABD’nin emperyalist emelleri nedeniyle, son dönemde de Pakistan yeni korku ve dehşet senaryoları eşliğinde arkası gelmez çalkantılarla sarsılmaya başladı. Bu dehşet senaryolarından birinde, Afganistan’daki Taliban’ın etkisini Pakistan’a doğru genişleteceği ve böylece Pakistan’daki nükleer silahların “terörist” güçlerin eline geçebileceği söyleniyor. Bu senaryo gereği ABD’nin Türkiye’den büyük beklentileri var. Ama ABD Irak işgali sürecinde olduğu gibi faka basmak da istemiyor. O yüzden Türkiye ile bu kez çok daha uyanık ve sıkı bir pazarlık yürütmekte, PKK kozunu kullanarak ve Türk iktidar bloku içindeki çatışmalardan yararlanarak hükümete veya Genelkurmaya yeni koşullar dikte etmektedir. Bush ile Erdoğan arasında 5 Kasım Beyaz Saray pazarlığında ele alınan mevzulardan biri de, Türkiye’nin Amerika’nın istekleri doğrultusunda Afganistan-Pakistan hattına asker göndermesidir.

Nitekim Türk silahlı kuvvetlerinin “PKK terörünü kurutmak” bahanesiyle Kuzey Irak’a düzenlediği kara harekâtının ardından Pandora’nın kutusu açılmış ve içinden Pakistan konusunda verilen sözler çıkmıştır. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt “Küresel Terörle Mücadele Konferansı”nda yaptığı açılış konuşmasında, bu sözlerin tutulacağını onaylar biçimde gündeme Pakistan mevzuunu getirmiştir. Büyükanıt, “Pakistan’da yönetim Taliban’ın eline geçerse dünyada ilk kez bir terörist grubun eline atom bombası geçmiş olacak. Dünya bu tehdidi görmelidir” demektedir. Büyükanıt’a bu sözleri kimin söylettiği bellidir. ABD’nin Afganistan’daki başarısızlığını, bölgede elde etmeyi umduğu yeni mevzilerle kapatma telâşı içinde olduğu da açıktır. Bu nedenle ABD’nin uzun süredir Türkiye’yi zorladığı İran gibi mevzuların yanına şimdilerde yenileri eklenmiştir. ABD Türkiye’yi, terörle mücadele bahanesiyle Afganistan’a asker göndermenin yanı sıra Pakistan’da da Amerikan planları doğrultusunda rol almaya zorlamaktadır.

ABD Pakistan’daki nükleer gücün doğrudan kendi kontrolünde olmasını istiyor. Bu amaçla yürürlüğe konulan senaryo gereği, Amerika şimdi de bir biçimde Pakistan’a müdahale etme hazırlıkları içindedir. İşte son dönemde Pakistan’da çıkartılan iç çatışma sürecinin ardında yatan gerçek neden budur. Uzun süredir dikkat çektiğimiz gibi, Ortadoğu bölgesindeki emperyalist savaş ABD’nin batağa saplanmasıyla sona ermemektedir. Tam tersine, atom bombalarıyla yaygınlaştırılmak istenmektedir.

Ortadoğu’da peş peşe yaşanan olayları kısaca hatırlamak, Amerika’nın Irak’taki başarısızlıktan sonra bu bölgede yeni serüvenleri göze alamayacağı yolundaki iddiaları çürütmeye yeter. Lübnan uzun bir dönemin ardından Amerika’nın tertipleri yüzünden yeniden kanlı bir iç savaşa sürüklendi. Yine aynı nedenlerle Filistin halkı İsrail’in yeni saldırılarıyla yüz yüze geldi ve gelmeye de devam ediyor. Afganistan’da sular durulmuyor ve bu yetmezmiş gibi Amerika “istikrara kavuşturma” adlı büyük yalanın ardına sığınıp bu kez de Pakistan’ı tam bir istikrarsızlığa sürüklüyor. Dahası, ABD’nin Suriye ve İran’a yönelik tehditlerinin arkasında yatan müdahaleci emelleri de asla ortadan kalkmadı. Amerika Kürt sorunu üzerinden Türk egemenleriyle yürüttüğü bazı pazarlıklar sayesinde, Türkiye’yi emperyalist paylaşım savaşı çemberine biraz daha yaklaştırmış oldu.

ABD İran’da olduğu gibi Pakistan’da da, kendi kontrolü dışında bir nükleer silahlanma hamlesine geçit vermek istemeyecektir. Amerika bu gibi konularda kontrolü elden bırakmamak ve asıl olarak da enerji alanlarında üstünlüğü Rusya ve Çin gibi rakiplerine kaptırmamak için her türlü entrika, komplo, gerginlik ve savaşı göze alabilir. Nitekim uzun süredir dikkat çektiğimiz üzere İran topun ağzındadır ve ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in son Ortadoğu ziyareti vesilesiyle İran’a saldırı konusu yeniden gündeme getirilmiştir. Bu çerçevede, önce ABD’nin Ortadoğu Kuvvetler Komutanı Amiral William Fallon İran’a askeri operasyona karşı çıktığı için Bush ekibi tarafından istifaya zorlanmıştır. Ardından da ABD’nin İran’a askeri bir saldırı düzenleyeceği haberleri yine öne çıkmaya başlamıştır. Basına sızdırılmak istenmese de, Cheney’in Ankara ziyaretinde TSK’yı Afganistan ve Pakistan konusunun yanı sıra İran’a saldırı konusunda da rol almaya zorladığı açıktır. İşte son dönemde Türkiye’nin iç siyasi yaşamında patlak veren krizler ve çatışmalar da zaten bu dış gelişme ve zorlamalarla doğrudan ilgilidir.

Günümüz koşullarında küresel ölçekte yeniden belirlenmekte olan güçler dengesi ABD’nin eski üstün konumunu tehdit ediyor. Amerikan emperyalizmi eski hegemon gücünü kaybetme telâşıyla dünyayı sarsan çılgınca bir yarışa girmiş bulunuyor. “Önleyici savaş doktrini” ya da “uluslararası teröre karşı savaş” bahaneleriyle uygulamaya sokulan askeri işgal ve siyasi müdahalelerin arkası gelecektir. Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Arafat’ın zehirlenerek öldürülmesi, Lübnan’da Hariri’ye ve Pakistan’da Benazir’e karşı düzenlenen siyasal suikastler, kim ne derse desin, bu tür cinayetlerin arkasındaki gerçek tertipçi gücü, Amerikan emperyalizmini ele vermektedir. Açıktır ki ABD, müdahalede bulunacağı bölge ve ülkelere önce karışıklık tohumlarını serpmekte ve ardından da “demokrasi” veya “istikrar” getireceği vaatleriyle buralara tankını, topunu, askerini yığmaktadır. Uzun yıllar kapitalist sistemin tek ve mutlak egemeni olan ABD’nin bu pozisyonunu uysalca yitirmeye asla yanaşmayacağı son derece aşikârdır.

Yanlışlara prim verilemez
Günümüz dünyasına damgasını basan gelişmelere bir bakalım. Yoksul halk kitleleri Asya’dan Afrika’ya, emperyalist güçlerin paylaşım hırsı nedeniyle çıkarttıkları haksız savaşlarla kırımlara uğruyor ve çeşitli acılara gark oluyorlar. Kapitalist hiyerarşinin tepesindeki ABD dahil çeşitli kapitalist ülkelerde burjuva demokrasisi faşizan uygulamalarla daraltıldıkça daraltılıyor. Reformist Avrupa solunun “artık Avrupa’ya gelmez” dediği faşizmin ayak sesleri, AB’nin motor ülkesi Almanya’da Türkleri hedef alan yangınlarla kendini duyurmaya başlıyor. İşte böyle bir dünyada yaşıyoruz. O yüzden, günümüz dünyasındaki büyük kriz koşullarını ve bu koşulların tetikleyeceği yeni emperyalist savaş ve faşizm tehlikesini görmezden gelen ya da hafife alan siyasal yaklaşımlara karşı kararlı bir tutum almak gerekiyor.

Bu tür yaklaşımlar işçi sınıfının enternasyonal mücadele alanında boy verdiği ve etkili olduğu ölçüde, çeşitli ülkelerde sosyalist örgüt ve çevreleri de kıskaca almakta ve güçsüz düşürmektedir. Unutulmamalı ki, karşı karşıya bulunulan tehlikenin ciddiyeti konusunda işçi sınıfını rehavete sürükleyen yaklaşımlar, her zaman devrimci mücadeleyi felce uğratmıştır. Devrimci bir enternasyonalin henüz yaratılamadığı günümüz koşullarında, bu gibi tarihsel dersleri asla akıldan çıkartmaksızın yol almaya çalışmak büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle, çeşitli vesilelerle dikkat çekmeye çalıştığımız bazı önemli gerçeklerin üzerinde bir kez daha durmak yararlı olacak.

“Tarih, hegemonya için büyük bir kapışmaya tutuşan emperyalist güçlerin cephaneliklerinde biriken bombaların er geç halkların tepesinde patladığını kanıtlayan sayısız örnekle doludur. Savaş cehenneminin alevleri kendilerinden uzakta diye, Üçüncü Dünya Savaşının beklenmeyeceği yolunda görüşler geliştirenler, can yakan gerçeklerden köşe bucak kaçtıklarını sergilemişlerdir. Keza rakip emperyalist güçlerin dünyanın belirli bölgelerini açıkça kana buladığı bir dönemde, bu bölgelerdeki yakıcı gerçekleri ikinci plana atıp, savaş alanından uzak görünen Latin Amerika’nın «sol» rüzgârlarıyla avunmaya çalışmak da düpedüz bir kaçış eğilimidir.

“Unutulmasın ki yeni pazarlara yayılma itkisiyle saldırganlaşan bir emperyalist ülke, militarist serüvenlere, her şey tereyağından kıl çekercesine kolay olacak beklentisiyle girmez. Kendini yeterince güçlü hisseden, hegemon konumundan emin olan emperyalist güç etrafa çılgınca saldırma ihtiyacı hissetmez. Birinci Dünya Savaşında uğradığı büyük Versay yenilgisi Alman emperyalizmini kaderine sessizce razı olacak biçimde köşeye itmemiş, aksine tüm dünyayı vahşice kana bulayacak bir savaş histerisine sürüklemişti. Böylesi histeriler içinde yanıp tutuşan emperyalist güçler kimi savaş alanlarında bataklığa sürüklendikleri hissine kapılsalar da, bu onları uysallaştırmaz daha da saldırganlaştırır.

“Kapitalist ülkeleri militarizmi ve faşizmi tırmandırmaya sevk eden temel faktör, kapitalist sistemin işleyişini tehdit eden ciddi siyasal ve iktisadi gerçeklerdir. Olayları, neticede burjuvazinin işine gelecek biçimde tersten okumamak gerekiyor. Emperyalist savaşın başlayıp yaygınlaşması, dün Hitler bugün Bush gibi birinin iktidar asasını tesadüfen ele geçirmesinin sonucu değildir. Tersine, kapitalizmin içine sürüklendiği olağanüstü kriz koşulları böylesi çılgın görünümlü siyasi liderleri iktidar sahnesinin ön planına iter. O nedenle böylesi tarihsel dönemler, şu ya da bu burjuva partinin veya siyasetçinin seçim dönemiyle sınırlı olmayan ve dipten vuran derin dalgaların yarattığı olağanüstü çalkantılı dönemlerdir. Kısacası, dünyada bahar rüzgârları esmiyor, tehlikenin ortasındayız!” (Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında, 28 Mayıs 2006, www.marksist.com)

Buna karşın, enternasyonal alanda siyaset yapan reformist çevreler tehlikenin boyutlarını küçümsediler. Amerika’nın Irak’ta başarısızlığa uğraması nedeniyle, kaçınılmaz olarak tası tarağı toplayıp bölgeden çekileceği şeklinde görüşler yaydılar. Bizler başından beri bu tür yanlış yaklaşımlara karşı çıktık. Ortadoğu’daki emperyalist savaşın bölge açısından ciddi bir tehlike oluşturmaya devam edeceğini vurguladık; zamanla İran, Suriye (ve hatta Türkiye) gibi ülkelerin de savaş alanına dahil edileceklerini belirttik. Keza International Marxist Tendency (Uluslararası Marksist Eğilim) çevresine yönelttiğimiz eleştirilerde de örneklendiği üzere, “dünyanın kanlı paylaşım savaşlarının içine çekildiği bir dönemde komünistler dünyada sanki tatlı reform rüzgârları esiyormuş gibi bir rehavet içinde olamazlar” dedik. Bu değerlendirmelerin yapıldığı tarihten bu yana dünya ölçeğinde art arda gelişen olaylar ve de özellikle günümüzdeki sıcak gelişmeler savunduğumuz bu çizginin doğruluğunu kanıtlıyor.

Emperyalist tutkular
ABD gibi büyük emperyalist güçlerin melaneti bir yana, kapitalizmin tarihi emperyalistleşme çabası içinde kıvranan kapitalist ülkelerin de nasıl yayılmacı savaşları tetiklediklerinin örnekleriyle doludur. Vaktiyle Avrupa, Almanya’nın emperyalistleşme atılımı nedeniyle iki büyük paylaşım savaşının ateşleri altında kalmıştı. Günümüzde ise Amerika’nın hegemonyayı başkasına kaptırmama telâşının yanı sıra, Türkiye, İran, Hindistan gibi ülkelerin emperyalistleşme tutkuları nedeniyle, Ortadoğu ve Afganistan-Pakistan bölgesi yeni paylaşım savaşlarına gebe bulunuyor.

Türkiye artık alt emperyalist kabul edilebilecek düzeye ulaşmış bir kapitalist ülkedir ve kendi bölgesinde çeşitli yayılmacı serüvenlere imza atmak istemektedir. TC’nin Kürt sorunu bahanesinin ardına sığınarak Kuzey Irak’a ABD icazeti altında yaptığı son müdahale bu durumun en çarpıcı örneğini oluşturuyor.

TC, uluslararası siyaset arenasında kendini haklı göstermek amacıyla “PKK terörü” bahanesini kullanıyor. Gerçekte ise, Irak’ın Musul ve Kerkük gibi petrol zengini bölgelerine duyduğu tarihsel iştahını tatmin yolunda fırsatlar denemeye kalkışmaktadır. Hiçbir gerekçe TC’nin bu ve benzeri askeri operasyonlarının haksız, kirli ve emperyalist niteliğini değiştiremez. Türk ve Kürt işçi-emekçi kitlelerin toplumsal çıkarları, Kürt sorununun demokratik çözümünü artık bir saniye bile ertelenmemesi gereken yakıcılıkta dayatmıştır. Kürt halkı TC’nin emperyalist maceralarının kurbanı kılınmak istenmektedir. Türk silahlı kuvvetlerinin Kuzey Irak’a yönelik kara harekâtı şimdilik durdurulmuşsa da, Kürtlerin onca zamandır çektikleri acılara çoktan yenileri eklenmiştir. Görülmesi, itiraf edilmesi gereken yalın gerçek budur. Söz konusu kara harekâtının ABD müdahalesi ile mi yoksa Türk genelkurmayının emriyle mi sona erdirildiği tartışmasının esas gerçekleri örtülemesine izin verilmemelidir.

Türk egemenleri bu harekât ile emperyalist emellerini sergiledi. Fakat kuşkusuz, bir NATO üyesi olan Türk ordusunun NATO’nun hegemon gücü ABD kurmaylarının izni olmaksızın Kuzey Irak’a kara harekâtı yapması düşünülemez. Milliyetçi “sol” ya da son dönemde açığa çıkan adlarıyla anacak olursak Ergenekoncular, bunun böyle olmadığını ya da olmuşsa kabul edilemezliğini ileri sürerek “anti-emperyalizm” maskesi takınsalar da bu gerçeklik olanca çarpıcılığı ile ortadadır. Ayrıca bu durum zaten bir yerde eşyanın doğası gereğidir. Emperyalist hiyerarşide hegemon konumda olan bir ülke ile onun stratejik ortağı sıfatıyla kendi bölgesinde alt emperyalistlik taslayan bir ülke arasında, bu türden bir ast-üst ilişkisinin olması son derece doğal ve kaçınılmazdır.

Türkiye gibi bir alt emperyalist ülkede egemen kesimler (askeriyle-siviliyle), bölgesel düzeyde boru öttüren bir güç düzeyine yükselmeyi uzun süredir büyük bir iştahla arzuluyorlar. Durum bu olsa bile, bu “alt”ların “üst”lerinden icazet almaksızın kolay kolay at oynatamamaları emperyalizmin bir hareket yasasıdır. Nitekim AKP hükümeti veya Genelkurmay, bölgede diyelim Kürt sorunu veya İran eksenli siyasetler bağlamında bazen farklı eğilimler sergileseler de, neticede ABD onayı dışında bir yol izleyememektedirler.

ABD emperyalizmi Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tanzim etmenin çılgınca planları peşindedir. Bu durum, ancak ABD’nin stratejik ortağı olarak bölgede alt emperyalistlik taslayabilen Türkiye’yi de fazlasıyla sıkıntılara sürükleyen bir gerçekliktir. Bu gerçeklikten kaynaklanan tehditler önümüzdeki süreçte daha da tırmanacaktır. ABD Ortadoğu’yu, devreye nükleer silahların da sokulacağı son derece tehlikeli bir duruma sürüklerken, Türkiye bu ateş çemberinin dışında kalamaz.

ABD, AKP hükümetine veya Genelkurmaya kâh dost görünerek kâh sert çıkarak ve zaman zaman bu iki güç odağını çatıştırıp zaman zaman yakınlaştırmaya çalışarak, Türkiye’yi stratejik planlarının bir uygulayıcısı durumuna sürüklemek istiyor. Türkiye’de TÜSİAD gibi büyük sermaye kuruluşları çıkabilecek krizlere karşı görünürde uyarılarda bulunur ve istikrar diye yırtınırlarken, yerli ve yabancı savaş baronlarının ise istikrara değil yeni krizlere ihtiyaçları var. İşte bu nedenle, Türkiye’de son seçimlerde AKP’nin elde ettiği ezici seçim başarısına ve cumhurbaşkanlığı gibi kriz tetikleyici sorunların AKP-Genelkurmay uzlaşmasıyla çözülmüş görünmesine karşın, kriz olasılığı hiçbir biçimde gündemden kalkmış değildir. Son günlerde yaşanan gelişmeler bunu fazlasıyla kanıtlıyor. Haksız savaşlardan nemalanmak isteyen güçler, Kuzey Irak operasyonunun yarıda kesilmesini veya üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasını bahane ederek yeni krizler tezgâhlama peşindedirler.

Semiren silah tekelleri
Emperyalist askeri müdahaleler günümüz benzeri büyük kriz dönemlerinde iktisadi işleyiş bakımından son derece önemli bir role sahiptirler. Ezilen halkların ve yoksul kitlelerin başına yağan bombalar silah tekellerini abat eder. Bu nedenle de bir kısım kapitalistler tarafından durgunluk eğilimine karşı koyan bir yatırım aracı olarak değerlendirilirler. Örneğin Türkiye’de “PKK terörü” bahanesiyle yürütülen operasyonların yalnızca bir günlük maliyetinin 20 milyon dolar olduğu uzmanlar tarafından açıklanmıştır. Bu rakam, ABD silah tekelleri başta olmak üzere emperyalist silah sanayiinin, bombalar, savaş uçakları, helikopterler ve yeni teknoloji ürünü bilumum silah alımları sayesinde beslenip iyice semirtilmesi demektir.

Uzun yıllar boyunca Ortadoğu’nun petrol zengini Arap ülkelerinden Amerika’ya akıp duran petro-dolar kuyusunun artık bereketini yitirdiği söylenirken, beri yandan Amerikan emperyalizmi bu paraları başka şekilde akıtabilmenin yollarını döşemektedir. Nitekim Bush son Ortadoğu gezisini bu konuya tahsis etmiş ve Körfez sermayesini yeniden ABD’ye döndürecek alternatiflerin pazarlığını yürütmüştür. Körfez ülkelerine devasa miktarda silah satışının gerçekleştirilmesi bağlamında yalnızca Suudi Arabistan’a milyarlarca dolarlık akıllı bomba teknolojisinin satılacağını hatırlatalım.

Günümüz dünyası silahlanma alanında ancak kapitalizmin büyük kriz dönemlerinde görülen hummalı bir yarışa sahne oluyor. Bir zamanlar ABD emperyalizmi ile Sovyetler Birliği arasındaki güç dengesinin bir yansıması bağlamında görece bir yumuşama (detant) dönemi yaşanmıştı. Bu geçici dönemin bir ürünü olarak, asıl olarak nükleer silahları kapsayan bazı silahsızlanma anlaşmaları imzalanmıştı. Ancak o günler artık çoktan geride kaldı. Bugün dünya, nükleer silahlar başta olmak üzere son derece tehlikeli ve yüksek teknoloji ürünü silahlarla muazzam bir patlayıcı silah deposuna dönüştürülmektedir. Son dönemde tüm ülkelerde tırmandırılan silahlanma yarışı, kapitalizmin ekonomik krizleriyle emperyalist savaşların yaygınlaşma eğilimi arasındaki ilişkiyi de çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor.

Somut gelişmelere bir bakalım. ABD hegemonya mücadelesinde üstünlüğü Çin ve Rusya’ya kaptırmama telâşı içinde Ortadoğu’dan Kafkaslar’a, Asya’dan Afrika’ya önde gelen pek çok nüfuz alanına silahlı güç ve mühimmat yığmakta, askeri üsler oluşturmakta. Fakat kuşkusuz Rusya ve Çin de buna karşı kendi güvenlik önlemlerini pekiştirme çabası içindedir. Bu gibi sıcak gelişmeler temelinde dünya üzerinde büyük paylaşım savaşları dönemlerinde olduğu şekilde ciddi bir kutuplaşma ve bölünme yaşanıyor. Bazı strateji uzmanları içinden geçilen dönemi yeni bir “Soğuk Savaş” dönemi olarak adlandırsa da, bu tanımlama doğru değildir. Günümüzde Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın pek çok bölge ve ülkesini kargaşaya sürükleyerek yayılan çatışmalar, yeni bir sıcak savaş sürecinin gelişme halkalarıdır.

ABD, Rusya ve Çin arasındaki hegemonya yarışı, artık günümüzün başlıca emperyalist-kapitalist ülkeleri arasındaki bir süper güç yarışı mahiyetindedir. Besbelli ki, bu yarış tırmanarak devam edecek. Bu durum önümüzdeki süreçte kim bilir daha kaç bölgede kaç halk topluluğunun başını yakacak! Bu gibi konularda tüm detayları önceden bilmeye olanak yok, ama daha şimdiden açık hale gelen kaynama noktaları mevcut. Örneğin Rusya’nın itirazlarına rağmen, Kosova’nın ABD, AB ve Türkiye tarafından tanınan bağımsızlığı çerçevesinde yeni sorunlar mayalanıyor ve bunlar dünyanın patlayıcı madde deposuna ekleniyor. Rusya daha önce Balkanlar’da ABD ve AB karşısında uğradığı yenilginin öcünü, Kafkasya’da gelişecek yeni olaylar ya da Kosova sorunu vesilesiyle almaya hazırlanıyor. Buna bağlı olarak, Kosova sorununun önümüzdeki dönemde küresel ölçekteki çatışmaları kızıştıracağı ve yeni savaşları tetikleyeceği kuvvetle muhtemeldir.

Tüm bu yıkıcı gelişmeler olasılığına bir de kapitalist militarizmin güncel koşullarda yarattığı nükleer savaş tehdidini eklemek gerekiyor. Üstelik geçmiştekinden farklı olarak nükleer silahlanma konusu bugün artık Hindistan, İran, Türkiye gibi kapitalist ülkelerin de fiilen gündeminde yer alıyor. Eski Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Sovyetler Birliği arasında patlak veren gerginliklere koşut olarak gündeme getirilen nükleer saldırı tehdidini fersah fersah aşan ciddi tehlikelerle yüz yüzeyiz. Yükselen militarizm, çeşitlenen ve yaygınlaşan atom bombalarıyla günümüz emperyalist sistemine esaslı biçimde damgasını basıyor. Artık tüm insanlık, tam anlamıyla yıkıcı bir canavara dönüşmüş olan kapitalizmin tehdidi altında bulunuyor.

Kuşkusuz insanlık kapitalizmin dünyaya saçtığı yıkım ve ölüm tehdidiyle ilk kez karşılaşmıyor. Ama silahlanmanın günümüzde ulaştığı nicel ve özellikle nitel boyut düşünülürse, Üçüncü Dünya Savaşı büyük emperyalist savaşlar zincirinin son halkası olacak gibi görünüyor. Zira ya kapitalizm insan soyunun mahvına neden olacak, ya da örgütlü ve devrimci proletarya kapitalizmi dünyamızdan süpürerek insanlığı kurtaracak. Yakıcı sorunların olumlusundan çözümlenme olasılığı, bugün yaşanan olayların tozu dumanı ve kitlelerin örgütsüzlük koşullarının yarattığı karamsarlık nedeniyle henüz berrak biçimde algılanamıyor. Ancak, aslında tarih önümüze istenirse çözümü pekâlâ mümkün olan sorunları koymuş bulunuyor. Dünya işçi sınıfı, emperyalist-kapitalizmin insanlığı uçuruma sürükleyecek topyekûn saldırısını püskürtecek tarihsel kudrete sahiptir. Bu muazzam potansiyel, dünyanın kaderini yoksul ve masum insan yığınlarının lehine değiştirmek üzere devrimci bilinç ve örgütlenmenin tılsımıyla fiili güce dönüşmeyi bekliyor.

25 Mart 2008

Çarşamba, Nisan 09, 2008

Kapitalist Ekonomide Kriz Çanları Utku Kızılok

Kapitalist Ekonomide Kriz Çanları
Utku Kızılok


Kapitalist ekonominin barometresi olan borsalar, özellikle 2007’nın ortalarından başlayarak ABD merkezli bir krizle dalgalanıyorlar. İlk önce Mortgage, yani kredili konut sisteminde kendini gösteren kriz, gelinen aşamada dünya ölçeğinde daha derin bir bunalıma doğru ilerlemektedir. Citigroup gibi dünyaca ünlü finans tekelleri peş peşe milyarlarca dolar zarar ettiklerini açıkladılar. Şu ana kadar Amerika ve Avrupa bankaları yaklaşık 150 milyar dolar zarar etmiş, onlarca ipotek bankası ve aracı kredi kurumu batmıştır. Kriz rüzgârlarının esmeye başladığı günden beri dünya borsaları ortalama %25 değer kaybetti. Yani borsalarda işlem gören şirketlerin hisse senetleri birkaç haftada 5-6 trilyon dolar gibi, muazzam ölçüde değer yitirdi. Krizin merkez üssü ABD’de inşaat sektörü %25 oranında küçüldü ve daha da küçüleceği öngörülüyor.

Ancak bu daha başlangıçtır. Kredi mekanizması ve spekülatif borsa hareketleriyle şişirilen balon her an patlayabilir. Tam da bundan ötürüdür ki, emperyalist ülkelerin merkez bankaları ekonomiye suni teneffüs yapıyorlar. Geçen yazdan itibaren Amerika, Avrupa ve Japonya merkez bankaları bir taraftan batmakta olan bankaları kurtararak krizin derinleşmesinin önüne geçmeye ve öte taraftan da bankalara para pompalayarak onların likidite sorununu aşmaya çalışıyorlar. Nitekim bu temelde Amerikan merkez bankası (FED) son dalgalanmada da bankaları milyarlarca dolar fonladı ve kredi faizlerini 1,25 puan düzeyinde indirdi. Böylece FED son yedi ay içersinde kısa vadeli faizleri %5,5’ten %3’e düşürmüş oldu. Derken Bush yönetimi ekonomiyi canlandırmak için 168 milyar dolarlık bir destek paketi açıkladı. 168 milyar dolarlık bu kamu harcamasıyla –belirli kurallar konarak vergi iadesi olarak kitlelere dağıtılacak ve böylece tüketim kışkırtılacak– ekonomi canlandırılmaya çalışılacak! Fakat bu meşakkatli çabanın kalıcı bir çare olacağını düşünmemek gerekiyor.

Daha düne kadar piyasaların “sihirli eli”nin her şeyi düzene sokacağını savunan, ekonomiye devlet müdahalesini ve Keynesciliği horlayan ve her derde deva neo-liberalizmi göklere çıkartan burjuvazi, şimdi devleti imdada çağırmaktadır. Elbette bu durum biz devrimci Marksistleri şaşırtmıyor. Çünkü her kriz döneminde, burjuvazi ve onun ideologları gerçeklerin üzerini örterek, sorunu olduğundan küçük göstererek ve düzenin çelişkili doğasını emekçi kitlelerin gözünden ırak tutarak pembe tablolar çizmeye devam ederler. Fakat mızrak çuvala sığmayınca da ekonomik sistemin kurallarının işletilmediğini ve yanlış iktisadi programlar uygulandığı için krizlerin meydana geldiğini ileri sürerler. Nitekim bugünkü krizin nedeni de “finansal kuralsızlık ve denetimsizlik” olarak gösterilmek isteniyor. Marx’ın deyimiyle, minareye kılıf arayanlar felâketin doğasını araştıracak yerde, “her şey kitabına uygun yapılsaydı bunalım patlak vermeyecekti” demektedirler. Bu nedenle ekonominin görece iyiye gittiği dönemlerde el üstünde tutulan iktisat politikaları, kriz anlarında çöpe atılabilmekte ve hatta tüm kötülüklerin müsebbibi olarak ilan edilebilmektedir. Dolayısıyla neo-liberalizmin gözden düşmesi ve Keynesciliğin yeniden burjuvazinin prensi katına yükselmesi pekâlâ mümkündür.

Meselenin ideolojik boyutuna dikkat çekmek gerekiyor. Elif Çağlı’nın da değindiği üzere, iktisat bir bilim dalı değil burjuvazinin ideolojisidir, politik ekonomidir. “Marksist iktisat diye bir şey de yoktur. Marx’ın kapitalist ekonomi üzerine tüm çözümlemeleri, bu politik ekonominin eleştirisidir. Bu politik ekonomide gerçeklik burjuva ideolojisinin hizmetinde ters yüz edilmiştir, ileri sürülen tahliller olanı değil, sermaye sınıfının olmasını istediklerini gösterir.”[1]Kapitalizmin son 200 yıllık tarihi boyunca burjuva ideologlar, ekonominin krize girmesini önlemek ve sistemin sorunsuz bir şekilde yol almasını sağlamak için “yasalar” geliştirdiler. Keynes’ten Friedman’a kadar pek çok burjuva iktisatçı, her kriz öncesinde veyahut sonrasında “krizi önleyecek yasaları” keşfettiklerini ilan ettiler. Ancak her seferinde de kapitalizmin anarşik doğası, yol açtığı sarsıcı krizlerle bu “yasaları” boşa çıkardı. Meselâ 1929’da Amerikan burjuvazisi pembe tablolar çizerek “yeni bir çağ” başladığını, krizlerin üstesinden gelindiğini, işsizliğin ve yoksulluğun ortadan kalkacağını ve herkesin zenginleşeceğini iddia ediyordu. Lakin çok geçmeden kapitalizm tarihinin en büyük ve en şiddetli bunalımına sürüklendi; zenginlik düşleriyle aldatılan emekçi kitleler, muazzam bir işsizliğin ve sefaletin kucağına itilmekle kalmadılar, ilerleyen yıllarda savaş cephelerinde buldular kendilerini.

İkinci Emperyalist Savaş sonrasında kapitalist ekonomi bu kez tarihinin en büyük yükselişini yaşadı. Çeşitli Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan devrim tehlikesinin savuşturulması ve ekonominin 20 yıllık canlı bir büyüme (boom) yaşamasıyla burjuvazi güven tazeledi. Bir kez daha burjuva ideologlar, kapitalizmin bu özel ve geçici dönemini genel yasa katına yükseltmeye çalıştılar. Nihayet sistem yerli yerine oturmuş, çürük yanlarını tespit etmiş ve krizin üstesinden gelecek mekanizmaları yaratarak güçlenmişti! Kapitalizmin sosyalizmden üstünlüğünü ve ebediliğini pazarlamanın adı bu kez Keynesci politikalardı. Piyasaların sihirli bir el gibi her şeyi düzenleyeceğini savunan klasik burjuva iktisadının aksine Keynescilik, piyasaların kendiliğinden dengeye gelemeyeceğini ve “genel dengenin” sağlanabilmesi için devletin piyasalara müdahale etmesi gerektiğini söylüyordu. Bu politika temelinde kapitalist devletler, istihdam yaratmak ve tüketimi kışkırtmak için kamu harcamalarına hız verdiler. Kapitalist ekonominin büyük bir yükseliş kaydettiği savaş sonrası yıllarda Keynesci politikalara hız verilmiş ve o dönemde bir sorun da çıkmamıştı.

Amma velâkin 1970’lere gelindiğinde ekonomik yükseliş durmaya ve kriz çanları bir kez daha çalmaya başladı. “Krizsiz kapitalizm” düşü kuran ve bunu işçi-emekçi kitlelere karşı ideolojik bir silaha dönüştüren burjuvazinin foyası bir kez daha ortaya çıkmıştı. Krizin günah keçisi tez zamanda bulundu: Keynescilik! Yeni dönemin parlayan yıldızı, Milton Friedman gibi iktisatçılar tarafından teorize edilen ve 1973’te faşist Pinochet diktatörlüğü altındaki Şili’de laboratuar uygulaması başlatılan neo-liberal politikalardı. Bu dönemde Friedman ve çömezleri Pinochet’in ekonomik danışmanlığını yapıyordu. Burjuvazi 1976’da Friedman’a Nobel ödülü vererek onun nezdinde neo-liberalizmi taçlandırdı. Elbette neo-liberalizmin burjuva devletçilik anlayışına saldırmasının nedeni, silahlı bir aygıt olarak burjuva devleti küçültmek istemek değil –ki bu kapsamda devlet aygıtı daha da büyümüştür–, işçi sınıfının sosyal ve ekonomik kazanımlarına saldırabilmek için ideolojik bir temel oluşturmaktı. Böylece Keynesciliğin yerini, “kapitalist devletin, iktisadi devlet teşebbüslerinden ve eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim gibi kamusal alandan elini çekerek ekonomiyi tamamen piyasanın serbest rüzgârlarına bırakmasını ve tüm bu kuruluşların özelleştirilmesini savunan neo-liberalizm aldı.”[2] Fakat her şeye rağmen kapitalizm önceki dönemdeki gibi canlı bir büyüme kaydedemedi. Tersine, sistemin bünyesinde biriken sorunlar 1982 Latin Amerika borç kriziyle ve 1987’de New York borsasının çökmesiyle kendini dışa vurdu. 1990 dönemecinde dünya ekonomisi ciddi bir durgunluk ile karşı karşıya geldi. Bu sarsıntıyı ABD hafif sıyrıklarla atlatsa da, Avrupa ülkelerinin sanayi üretiminde büyük gerilemeler yaşandı; ağır bir darbe alan Japon ekonomisi ise o günden bu yana durgunlukla boğuşuyor.

Kapitalizmin yeni prensi neo-liberalizm SSCB’nin çöküşüyle birlikte yeni bir itilim kazandı. Bu tarihsel dönemeç bir başka önemli gelişmeyle de çakıştı: internet, bilgisayar ve cep telefonu benzeri yeni teknolojiler sıçramalı bir şekilde yaygınlaştı. Üst üste oturan bu iki gelişmeyi burjuvazi, işçi sınıfına karşı yıkıcı bir ideolojik fırtınaya dönüştürdü. SSCB’nin çökmesiyle kapitalizmin ölümsüzlüğü tescillenmiş, tarihin sonu gelmiş ve sınıf mücadelesi bitmişti! Yeni teknolojik gelişmeler beraberinde “krizsiz kapitalizm” iksirini de yaratmıştı! Küreselleşme rüzgârlarının estiği, sermayenin yeni pazar ve yatırım alanlarına kavuştuğu bu dönemde, yeni teknolojiler kapitalizme nefes aldırdı. Ama yeni pazarlar, teknolojik gelişmeler ve işçi sınıfının ekonomik-sosyal kazanımlarına dönük neo-liberal saldırılar da sistemin biriken sorunlarına yanıt olamayacaktı. Nitekim sevinç fırtınaları sürerken, kriz, sistemin zayıf halkalarında limanlara vurmuştu bile: 1994’de “Meksika mucizesi” çöktü, 1997’de “Asya kaplanları” kediye dönüştü ve bunları 1998 Brezilya ve Rusya, 2001 Arjantin ve Türkiye krizleri izledi. Bu ülkelerde kriz patlak verdiğinde burjuva ideologların çarpıtmalarından biri de, krizleri adeta, işlerin kurallara uygun yapılmadığını söyledikleri azgelişmiş ülkelere özgüymüş gibi göstermekti. 2001’de Avrupa ve ABD’de kriz yaşanmaya başladığında ise bunun azgelişmiş ülkelerdeki krizlerin bir uzantısı olduğunu söyleyerek yine suçu azgelişmiş ülkelerin sırtına yıkmaya çalıştılar. Ancak bugün dünyaya yayılmakta olan krizin doğrudan ABD ve diğer emperyalist ülkeler merkezli bir kriz olduğu gözlerden saklanamayacak biçimde ortada olduğu için bu yalan da iyiden iyiye deşifre olmuştur.

Kriz mi? Asla!
Lakin iyimseri ve kötümseriyle burjuva ideologlar, küresel düzeyde yaşanan çalkantıyı finansal bir krizle sınırlayarak, yaşanan krizi olduğundan hafif göstermeye çalışıyor ve genel anlamda kriz sözcüğünü hâşâ ağızlarına almıyorlar. Alanlar ise, krizden ziyade resesyon sözcüğünü kullanmayı tercih ediyorlar ve esasında bunu krize karşı bir kavram olarak kullanıyorlar. Ne var ki, krizlerle yol alan kapitalizmin çelişkili doğasının bu şekilde üzerinin örtülmesi pek mümkün değildir. Elif Çağlı, burjuva iktisatçıların ideolojik çarpıtmalarına karşı şu uyarıda bulunuyor: “çevrimin hızlanma evresini yükseliş, refah veya boom kavramlarıyla nitelemek; kriz evresi için buhran, bunalım, çöküntü, depresyon vb. sözcüklerini kullanmak konunun özünde hiçbir değişiklik yaratmayacaktır. Kaldı ki Batı dillerindeki sözcüklerin Türkçeye çevirisi sırasında da çeşitlemeler söz konusudur. Örneğin depresyon’un sözlük karşılığında kriz, durgunluk kavramlarını bulacağınız gibi, resesyon sözcüğü için de aynı kavramlarla karşı karşıya gelirsiniz.”[3] Krizin bir finansal kriz olarak kendini dışa vurmasında ise, şaşıracak bir yön yoktur. Zira gerçekte aşırı-üretim biçiminde mayalanan kapitalist kriz, ilk başta para ve kredi bunalımı gibi görünebilir. Dolayısıyla ABD ekonomisinin krize girdiği ve dünya ekonomisini de etkilemeye başladığını söylemek abartı olmayacaktır.

Diğer sorunların yanında, ABD’nin bütçe ve cari açığı yüz milyarlarca dolara ulaşmıştır ve dolar gücünü kaybetmektedir. Amerikan ekonomisinde 2007’nin ilk 9 ayında %4,9 olan büyüme oranı, son çeyrekte keskin bir düşüş yaşayarak %0,6 düzeyinde kaldı. Öngörülere göre bu ve gelecek yıl ABD ekonomisi ya büyümeyecek ya da olası büyüme sistemin çarklarını döndürmeye yeterli olmayacak. Her ne kadar burjuva ideologların bir kesimi krizi karartmaya çalışarak yaşananları “geçici bir çalkantı” olarak tanımlıyorsa da, meselenin aslı öyle değildir. Meselenin ciddiyetini kavramış olan kapitalistler ya da iktisatçı unvanını taşıyan ideologlar, boş iyimserlikle krizin üstesinden gelinemeyeceğini ileri sürüyorlar. Uluslararası sermayenin en yetkili temsilcilerinden biri olan IMF başkanının şu açıklaması çarpıcıdır: “ABD’deki yavaşlama hem önemli olacak hem de bir süre devam edecek.” Şu sözler ise FED’in eski başkanı Greenspan’e ait: “Şu an itibariyle ABD’nin büyümesi sıfırda, toparlanma her zamankinden fazla zaman alabilir.” Dünyaca ünlü kapitalist Soros’un açıklamaları daha bir çarpıcı: “Bugünkü kriz daha önceki, 4 ile 10 yıllık devreler halinde yaşanan krizlere bazı açılardan benziyor. Ancak çok derin bir fark da var: Bugünkü kriz uluslararası rezerv para olan dolara dayalı bir kredi genişleme döneminin sonunu vurguluyor. Bu 60 yıldan fazla süren bir süper büyümenin sonunda oluşan bir krizdir.”[4]

ABD ekonomisinin durgunluğa girmesi, buna mukabil dünya ekonomisinin bağımsız bir çizgi izleyerek bundan etkilenmemesi mümkün değildir. Nitekim IMF, krizin tüm dünyayı etkisine aldığını ve ekonomik büyümenin küresel düzeyde yavaşlayacağını açıkladı. IMF başkanına göre ABD’deki çalkantı Avrupa’da daha fazla hissedilecek ve gelişmekte olan ülke ekonomileri krizden muaf olmayacak. Zira yaşananlar global bir çözüm gerektiren global bir sorun haline gelmiş bulunuyor.[5] Tam da bu noktada, decoupling denilen teze değinmek gerekiyor. Kendilerine “iyimserler” lakabını takan bir kesim burjuva iktisatçı, dünya ekonomisinin bir decoupling –ayrışma ya da uzaklaşma– yaşadığını ve bundan ötürü krize girmeyeceğini ileri sürüyor. Bunlara göre, Çin ve Hindistan sanayi malı, Brezilya hammadde ve Rusya enerji ürettiği için, Amerika ve Avrupa ekonomilerinden ayrılıyorlar. Amerika ve Avrupa’daki ekonomik durgunluk, bir nevi gayri resmi bir blok oluşturan bu ülkeleri etkilememektedir; dolayısıyla bu dört ülke ekonomisi büyüyerek dünya ekonomisinin çarklarını döndürebilecektir!

Lakin bu sav baştan sona keyfi ve tutarsızdır. Birincisi, biraz yukarıda vurguladığımız üzere kapitalizm organik bir dünya ekonomisi yaratmış ve tüm ülkeleri binbir türlü iple birbirine bağlamıştır. İkincisi, tam da bu gelişmenin bir sonucu olarak, kurtarıcı olarak sunulan Çin ekonomisi, ABD ekonomisiyle iç içe geçmiştir. Bu iç içe geçmenin tablosu şudur: Çin’deki sermaye yatırımlarının önemli bir bölümü Amerika ve Avrupa tekelleri tarafından yapılmış bulunuyor. Fakat daha önemlisi Çin, milyarlarca dolarlık ihracatının %21’ini ABD’ye, %18’ini ise AB ülkelerine yapmaktadır. İthalatının %40’ını ise Japonya, Kore ve diğer Güney Asya ülkelerinden karşılamaktadır. Yani ekonomiler ayrışmak ne kelime, tersine, alabildiğine birbirlerine bağlı hale gelmişlerdir. Çin merkez bankası başkanının “eğer ABD tüketimi aşağı çekerse, bu bizim için kötü haberdir” demesi oldukça anlamlıdır. Zira sefalet ücretine talim eden Çinli işçilerin satın alma gücü oldukça düşüktür: iç pazarın tüketim kapasitesi %44 civarındadır. Dolayısıyla ABD ve Avrupa pazarlarında yaşanacak bir daralma Çin ile birlikte tüm ekonomileri de derinden etkileyecektir.

Gerçekten de emperyalist merkezleri etkilemeye başlayan kriz, 1973-75 ekonomik buhranından sonra yaşanan en derin kriz olmaya adaydır. Bunun belli başlı üç nedeni vardır: birincisi, SSCB’nin çökmesinin ardından bu bloktaki ülkelerin de emperyalist sisteme entegre olması, yani kelimenin tam anlamıyla kapitalist bir dünya ekonomisinin ortaya çıkması ve sermayenin uluslararası düzeyde daha akışkan bir nitelik kazanarak daha da giriftleşmesidir. Dolayısıyla kriz emperyalist-kapitalist organizmanın çeperlerinde bile yaşansa, etkisini hızla dünya borsalarında göstermektedir. Bir diğer nedeni, bu seferki krizin kaynağı dünya ekonomisinin dörtte birini temsil eden Amerikan ekonomisidir. ABD merkezli bir kriz, periferide yaşanan sarsıntılardan farklı olarak tüm dünya ekonomisini etkisine alacak ve yıkıma sürükleyecek potansiyele sahiptir. Nihayetinde bırakın Amerikan ekonomisinin krize girmesini, bu olasılık bile dünya borsalarını sallamaya yetmektedir. Üçüncü nedeni ise, yapay mekanizmalarla hafifletilen daha önceki krizlerin çözemediği sorunların sürekli olarak ve katlamalı şekilde bir sonraki krize devrediliyor oluşudur.

Bugünkü krizin daha berrak kavranabilmesi için kredi mekanizması ve kriz arasındaki ilişkiye de değinmek gerekiyor. Bankacılık ve kredi mekanizması, kapitalist üretimi kendi sınırlarının ötesine itmede ve krizi ertelemede muazzam bir araca dönüşmüştür. Bankaların elinde biriken para-sermaye kredi sistemiyle kapitalistlere aktarılır ve bu sayede büyük ölçekli yatırımların yapılması mümkün hale gelir, yeniden üretim süreci hızlanır. Pazarların canlanmasıyla pek çok irili ufaklı yatırımcı, yeni krediler alarak yeni yatırımlar yapmaya girişir. Ancak kapitalist aşırı-üretim tez zamanda kapıyı çalar. Kapitalistler, genişleyen ürün kitlesi ile emekçi yığınların sınırlı alım gücü arasındaki çelişkinin pazara getirdiği kaçınılmaz engelleri, çeşitli tüketici kredileriyle aşmaya çalışırlar. Özellikle de 1990’lardan beri tüm ülkelerde tüketici kredileri hayli teşvik edilmektedir. Böylece satın alma gücü son derece sınırlı olan işçi-emekçi kitlelerin harcama kapasitesi kredi mekanizmasıyla şişirilir.

Ekonomik büyümeyle birlikte borsada işlem gören şirketlerin hisse senetleri değerlenir ve borsa değer kazanarak yükselişe geçer. Borsadaki bu yükseliş bir noktadan sonra ayakların yerden kesilmesine, gerçekliğin kaybolmasına ve spekülasyonun başını alıp gitmesine neden olur. Sanki büyüme ilânihaye devam edecekmiş gibi, borsa değerlenmeye, yeni krediler verilmeye ve ağızları sulandıran spekülatif kâr –oysa üretim alanında karşılığı yoktur– üzerinden yeni hamleler yapılmaya devam eder.

Ancak bu durumun ilelebet sürmesi mümkün değildir. Nihayetinde şişirilen balon patlar ve Marx’ın deyimiyle “belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri, yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve şiddetli, ağır bunalımlara, ani ve zoraki değer kayıplarına, yeniden-üretim sürecinde fiili durgunluklara ve kesintilere ve böylece de yeniden-üretimde gerçek bir düşmeye yol açarlar.”[6] İşte bugün ABD ekonomisinde kendini finansal kriz biçiminde dışa vuran şey de, böylesi bir krizin başlangıcıdır. Mortgage sisteminin çökmesi tüm dünya borsalarını etkisi altına almış, geri dönmeyen krediler yüzünden onlarca banka ve ipotek şirketi batmış ve kriz diğer sektörlere sıçramaya başlamıştır. Güvensizlik kredilerin kesilmesine, kredi ile alış-veriş yapılamamasına, nakit paraya olan ihtiyacın artmasına ve tüketimin yavaşlamasına yol açtığı için; 2007’nin yazından beri emperyalist ülkelerin merkez bankaları bir taraftan batan bankaları kurtararak ve öte taraftan da faizleri düşürerek para pompalayarak piyasayı canlandırmaya ve krizin derinleşmesinin önüne geçmeye çalışıyorlar. FED’in faizleri düşürerek bankaların devletten düşük faizlerle kredi almasını kolaylaştıran operasyonunun ve Bush’un kamu harcamalarını artırma paketinin hedefi de krizi ertelemeye dönüktür. Ancak krizlerin kredi sistemi sayesinde ve bu tür enflasyonist politikalarla ertelenmesi hem kriz periyotlarının arasını kısaltmakta hem de sonraki krizlerin şiddetini artırmaktadır.

Krizin nasıl seyredeceğini bugünden kestirmek güçtür. Ancak kesin olan şudur: dünya kapitalist sistemi genel bir bunalım içindedir ve bu bunalım gerek emperyalist savaş biçiminde gerekse ekonomik krizlerle kendini dışa vurmaktadır. İçine girdiğimiz dönem genel bir krizle karakterize olmaktadır. Elbette bu süreç, ekonomik alanda mutlak ve kesintisiz bir inişi temsil etmiyor. Arada bir toparlanma merhalelerinin de olmasını beklemek gerekiyor. Amma velâkin kapitalizmin uzun dönemli gelişme eğrisi aşağıya doğrudur. İşte aralarda yaşanacak ekonomik büyümeler ve peşi sıra gelecek düşüşler de bu eğri çizgisinin üzerine oturacaktır. Böylesi süreçlerde yaşanacak ekonomik büyüme cılız ve kısa ömürlü olurken, ekonomik durgunluklar daha uzun ömürlü olur. Bu dönemin ekonomik yükselişleri kapitalizmin uzun dönemli gelişme eğrisini yukarıya çevirecek derecede güçlü değildir. Nitekim 1970’lerden beri süren genel yavaşlama içinde yaşanan ekonomik boomlar –ki bunların en önemlisi özgün bir durum olarak SSCB’nin çöküşünü takip eden ve yeni teknolojilerin gelişerek yaygınlaştığı 1990’lardaki boomdu– süreci geri çevirememiştir.

Faturayı burjuvaziye ödetelim!
Ekonomik kriz, yürüyen emperyalist savaşın temposunu doğrudan etkileyecektir. ABD emperyalizmi uzun bir dönemdir var gücüyle krizi ertelemeye çalışıyor. Gerek 1990’da gerekse 2000-2001’de Amerikan ekonomisi resesyonla karşı karşıya geldi. İşte 1990’daki ve 2003’teki iki Irak savaşının önemli bir nedeni de ekonominin resesyondan çıkmasını sağlamaktı. Her iki savaş da Amerikan ekonomisine taze kan verdi. Silah ve uzay teknolojileri ve bunlara bağlı diğer sektörlerde üretim hızlandı ve tekeller büyük kârlar elde ettiler. Bu durum genel olarak iç pazarın da canlanmasına ve ekonomik durgunluğun ertelenmesine yol açtı. Lakin tüm çabalara rağmen ABD ekonomisi derdine derman olacak nitelikte bir yükseliş kaydedemedi. Dolayısıyla bugünkü çabaların da krizi ertelemeye yetmeyeceği açıktır. Bu durumda, emperyalist savaşın yeni cephelerinin açılması ve savaşın temposunun hızlanması beklenmelidir.

Bu noktada Türkiye ekonomisine de değinmek gerekiyor. Bazı aklıevvel burjuva ideologları ve hatta AKP hükümeti, dünyayı etkisine alan krizin Türkiye’yi etkilemeyeceğini iddia ediyorlar. Oysa bu düpedüz yalandır. Zira IMF bile, ekonomik krizden hiçbir ülkenin muaf olamayacağını açıklamış bulunuyor. Kaldı ki, Türkiye ekonomisindeki canlılığın esas nedeninin yüksek faiz karşılığında gelen sıcak para olduğu bilinmektedir. Öyle ki bu sıcak para borsanın %70’ini oluşturmaktadır. Her ne kadar ekonominin sıcak paranın çekip gitmesiyle etkilenmeyeceği ve canlılığını kaybetmeyeceği söyleniyorsa da, bu doğru değildir. Türkiye’nin dış borcu 250 milyar doları geçmiş bulunuyor. Dolar yükseldiği takdirde, aşırı değerlenmiş Türk lirasının perdelediği dış borç yükü daha da ağırlaşacaktır. Bunun yanı sıra, bütçe açığı artıyor ve cari açık da 35 milyar dolara ulaşmış bulunuyor. Dünya ekonomisindeki krizin derinleştiği ve sıcak paranın ülkeyi terk ettiği bir ortamda Türkiye ekonomisinin ayakta kalacağını düşünmek saçmalık olur. Nitekim geçtiğimiz günlerde cumhurbaşkanı Gül’ün Ortadoğu turuna çıkmasının nedeni, yaklaşık 2 trilyona varan Arap fonlarının bir kısmını Türkiye’ye çekmekti.

Her krizde, kapitalistler sınıfı krizin acı faturasını emekçi sınıflara ödetirler. Ekonomik çöküşlerin işçi-emekçi kitleleri nasıl da işsizliğe, açlık ve yoksulluğa ve hastalıkların kucağına terk ettiğini tarihten biliyoruz. Daha şimdiden Birleşmiş Milletler küresel ekonominin içine girdiği durgunluktan ötürü 5 milyon işçinin işini kaybederek işsizler ordusuna katılacağını açıklamış bulunuyor. Uzun bir dönemdir neo-liberal saldırılarla işçi sınıfının kazanılmış haklarını gasp eden burjuvazi, ekonomik krizin ve emperyalist savaşın derinleşmesiyle elde avuçta kalana da el koymaya girişecektir. Açlık ve yoksulluğu, emekçi kitlelerin cephelere birbirlerini boğazlaması için gönderilmesi tamamlayacaktır. Türkiye işçi-emekçi kitleleri de bu savaş cehenneminden uzak kalamayacaktır. Bir taraftan Kürt halkına karşı haksız bir savaş yürüten Türkiye burjuvazisi, beri taraftan bu savaşla Ortadoğu’ya dönük emperyal emellerini hayata geçirmek istemektedir.

Önümüzdeki süreç, gerçekten de büyük altüst oluşlara gebedir. Ancak bu altüst oluşun sınıf mücadelesinin yükselmesini ve devrimci durumların ortaya çıkmasını içerdiğini de unutmamak gerekiyor. Savaşın nasıl gelişeceğini tayin edecek olan temel etmen kesinlikle sınıf mücadelesidir. Eğer işçi sınıfı uluslararası düzeyde örgütlü bir güç olarak ayağa kalkarsa, kapitalizmin bunalımına devrimci bir cevap verir ve savaştan bir işçi devrimi doğar. Aksi takdirde kapitalizmin bunalımının bir ifadesi olan mevcut emperyalist savaş çok daha yıkıcı bir hal alabilir. Tarih buna şahittir ve içinden geçtiğimiz dönemde başka alternatif yoktur.







--------------------------------------------------------------------------------



[1] Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay., s.35-36

[2] Elif Çağlı, age, s.57

[3] Elif Çağlı, age, s. 15

[4] Financial Times, 23 Ocak 2008

[5] Referans, 14 Şubat 2008

[6] Marx, Kapital, c.3, Sol Y., 1990, s.225



(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:36, Mart 2008)

Cumartesi, Nisan 05, 2008

1 MAY (11 ORDİBEHEŞT) DÜNYA İŞÇİLƏR GÜNÜ

1 MAY (11 ORDİBEHEŞT) DÜNYA İŞÇİLƏR GÜNÜ:www.shuralar.blogspot.com