Pazartesi, Ekim 29, 2007

Kapitalizmin Tarihi Soykırımlarla Bezelidir İlkay Meriç

Kapitalizmin Tarihi Soykırımlarla Bezelidir
İlkay Meriç



Geçtiğimiz haftalarda ABD’deki bir Yahudi örgütünün (İnkâra Karşı Mücadele Birliği - ADL) daha önceki tutumunu değiştirerek Ermeni soykırımını tanıdığını açıklaması, ABD Kongresinde Ermeni soykırımı yasa tasarısının geçirilmeye hazırlandığı şu günlerde zaten teyakkuz halinde olan Türkiyeli inkârcıları bir kez daha infiale sürükledi. Türk hükümetinin İsrail’i araya sokarak ADL’ye basınç bindirilmesini sağlama girişimleri, gazete köşecilerinin köpürmeleri ve Halaçoğlu gibilerin “bilimsel” ulumaları, aslında Ermeni kırımını “sözde”leştirmeye yönelik bildik ortaoyununun yeniden sahneye konulmasından başka bir şey değildi. Sonuçta bu girişim bir netice vermedi ve ADL’nin tutumu değişmedi.

Meselenin Türk cephesinde durum buyken, ADL’nin “ahlâki bir tutum” olarak nitelendirdiği söz konusu açıklamalarını, bir grup duyarlı Yahudinin Ermeni halkının çektiği tarihsel acıları yürekten paylaşıp Ermeni soykırımını kabul etmesi olarak değerlendirmek de saflık olur. Emperyalist savaşın yeni cephelerinin açılmasının yakıcı bir şekilde gündemde olduğu ve bu konudaki pazarlıkların hızlandırılarak yürütüldüğü bir süreçte, ABD ve İsrail devletleriyle fazlasıyla içli dışlı bir örgütün, savaş pazarlıklarının doğrudan taraflarından biri konumundaki Türkiye’yi irrite edici böylesi bir konuyu gündeme taşıması kuşkusuz tesadüf olarak algılanamaz. Dolayısıyla, ABD’nin İran’a saldırma planlarının yeniden alevlendirildiği bir dönemde, İran’la büyük doğal gaz anlaşmaları imzalayan, Kürtlere karşı ortak harekâtlar düzenleyen ve olası bir İran savaşına şimdilik mesafeli duran Türkiye’ye yönelik bu girişimi, ADL aracılığıyla verilen bir tür gözdağı olarak algılamak yanlış olmayacaktır.

Ancak burada bir çarpıtmaya da meydan vermemek gerekiyor. Kapitalist-emperyalist oluşumların insanlığın acılarını sömürerek burjuva politikanın aleti olarak kullanmaları, hakikati hakikat olmaktan çıkarmıyor. Kapitalist güçlerin bu tür konuları kendi çıkarlarının oyuncağı haline getirmeleri ne kadar gerçekse, Ermeni kırımı da o kadar somut bir tarihsel gerçek olarak karşımızdadır. Nitekim 1915-17 yılları arasında dönemin İttihat ve Terakki kadroları tarafından planlı bir şekilde örgütlenen Ermeni kırımının varlığı, gerek o dönemin gerekse Cumhuriyet döneminin çok sayıda resmi belgesince de tartışmaya yer bırakmayacak netlikte doğrulanmaktadır. Zorunlu göçe (tehcir) tâbi tutulmaları, bu göç sırasında aç konularak, zorlu hava koşullarında korumasız kılınarak en insanlık dışı uygulamalara maruz bırakılmaları ve organize edilen çeteler ve bizzat jandarma tarafından katledilmeleri sonucunda en az 800 bin Ermeninin yaşamını yitirdiği tahmin edilmektedir. Dolayısıyla, şovenist cephenin “emperyalist oyunlar” argümanına başvurarak Ermeni kırımını yokmuş gibi gösterme çabalarının hiçbir inandırıcılığı yoktur. (bkz: Deniz Moralı, “Ermeni Sorunu: Gerçekler Direngendir”, Marksist Tutum, Mayıs 2005)

Ermeni kırımı, esasında, İttihat ve Terakkiciler önde olmak üzere Osmanlı devlet kadroları arasında Türkçülük ideolojisinin güçlenmeye başladığı ve buna bir süre sonra “devleti kurtarma” misyonunun da eklendiği bir dönemde gerçekleşmiştir. İttihat ve Terakki kadrolarının Anadolu’yu düşman bellenen gayri Müslim unsurlardan temizleme ve Müslümanlık ve Türklük temelinde bir birlik sağlama fikri, ilerleyen süreçte Osmanlı yönetici elitinin egemen anlayışı haline gelmiştir. Eklemek gerekir ki, bu anlayış, TC’nin kuruluşu sürecinde ve sonraki dönemde de devlet kurucu kadrolar arasında etkisini sürdürmüştür Nitekim Rum ve Ermeni unsurların el konulan malları, arazileri, servetleri 50’li yıllara kadar uzanan süreçte pek çok Müslüman-Türk toprak sahibini ve tüccarı daha da zengin kılmış ve yeni oluşmaya başlayan Türk burjuvazisinin ihtiyaç duyduğu sermaye birikiminin sağlanmasında önemli bir rol oynamıştır.

Ancak Ermeni kırımı, egemen sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda giriştikleri katliamların ne ilk ne de son örneğidir. Tarihe baktığımızda, bizzat kapitalizmin, insanlığın tanık olduğu en büyük soykırımlar ve katliamlar üzerinden yükselerek doğmuş bir sömürü sistemi olduğunu görürüz. Zira, kanla yoğrulan ve tüm dünyayı kuşatan bu “yeni düzenin” işaret fişeği, “Yeni Dünyanın” yerlilerine uygulanan sınırsız bir vahşetle ateşlenmiştir. Ve bu vahşet, kapitalizmin kanlı soykırımlar zincirinin sadece başlangıç halkası olmuştur.

Sonraları “Hürriyet Abidesi” dediler ona!
Bilindiği gibi Amerika’nın beyaz adam tarafından istila edilmesi, yerli halkın köleleştirilip madenlere gömülmesi ve bu kıtadan çıkarılan altın ve gümüşün Avrupa’ya taşınması, Avrupa’da sermaye birikimine ve dolayısıyla kapitalizmin gelişmesine çok önemli bir itki sağlamıştı. Ancak bu, milyonlarca Amerikan yerlisinin o güne dek hiç karşılaşmadıkları tüfeklerle, kılıçlarla ya da mikroplarla katledilmesi ve köleleştirilmesi pahasına sağlanan bir gelişmeydi.

Amerikan yerlilerinin uğradıkları kıyım, tarihin gördüğü ilk ve en büyük soykırımdı. Kristof Kolomb’un kıtaya ayak basmasıyla başlayan ve 1886’da son Kızılderili reisinin ABD tarafından teslim alınmasıyla nihai noktasına ulaşan bu katliamda, milyonlarca Amerikan yerlisi vahşi bir biçimde yok edildi. Örneğin, bugün üzerinde Dominik Cumhuriyeti’nin ve Haiti’nin bulunduğu ve Kolomb önderliğindeki İspanyollar adaya ayak basmadan önce on binlerce insanın yaşadığı Hispaniola Adasında, istilanın üzerinden 25 yıl geçtikten sonra sadece 200 yerli kalmış ve bir süre sonra bunlar da tümüyle yok edilmişti. İstilâ edilen diğer kıta topraklarında da benzer bir durum geçerliydi. Ne var ki bu katliamı gerçekleştirenler tarih kitaplarında “yeni bir kıtayı keşfeden kahramanlar” olarak kutsanırken, Amerikan yerlileri aynı kitaplara “vahşiler” olarak geçeceklerdi.

Yağmacılar ve köle tacirleri tarafından korkunç bir soykırıma maruz bırakılan Amerikan yerlilerinin beyaz adamdan çektikleri bunlarla sınırlı kalmadı. 19. yüzyıla gelindiğinde, bu kez benzer bir soykırım Kuzey Amerika’da yaşanacaktı. Beyaz adamın 19. yüzyılın ikinci yarısında doruk noktasına ulaşan ve 1890’a kadar devam eden katliamlar eşliğinde gasp ettiği yerli toprakları üzerinde bu kez “özgürlükler ülkesi” ABD yükselecekti.

Beyaz adam, yarattığı vahşeti gizlemek için yıllar boyunca her türlü yalana başvurdu. Bu yalanlar sayesinde, Amerika, beyaz adamın “keşfetmesinden” önce pek fazla insanın yaşamadığı bakir bir kıta olarak yer etti “uygar” Batı insanının zihninde. Sinema ise bu yalan makinesinin en güçlü aracı olarak kullanıldı. Dünyanın her köşesine pazarlanan Hollywood filmleri aracılığıyla gerçeklik tümüyle ters yüz edildi ve beyazlar “vahşi Kızılderililer” tarafından katledilen, kafa derileri yüzülen “zavallılar” olarak gösterildiler.

Siu kabilesinden Mahpiya Luta (Kızıl Bulut), 1882’de, atalarının maruz bırakıldığı soykırıma dair şunları söylüyordu:

“Amerika’nın geniş vadilerinde mutluluk içinde yaşayan asil bir ırk vardı... Güler yüzlü, sevecen ve misafirperverdiler... Dört yüz yıl önce, dünyanın öbür ucundan gelen «soluk benizlileri» de «kardeş» deyip basmışlardı bağırlarına... Ama, sevgiye karşı düşmanlık, yardıma karşı nankörlük, mertliğe karşı alçaklık gördüler... Öz yurtlarında «parya» edildiler, ezildiler, öldürüldüler; «medeniyet» ve «Tanrı» adına... Sefil ruhların bölük-pörçük zulümleri gün oldu devletleşip balyoz gibi indi başlarına... Artık gülmüyorlardı, gülemiyorlardı... Mezar taşı dikilmişti söndürülen ocaklarına... Sonraları «Hürriyet Abidesi» dediler ona: Kan emerek semiren vampir devlet, «özgürlük, barış ve demokrasi» vaatleriyle sürdürdü sömürüsünü. Ve sürdürüyor...”

Söndürülen ocaklar üzerinde inşa edilen ve sonraları “hürriyet abidesi” olarak kutsanan ABD’de, kıtanın gerçek sahipleri olan yerlilere 1924’e kadar vatandaşlık hakkı tanınmadı. 1953’e kadarsa kendilerine gösterilen sınırlı alanlarda, bir tür toplama kampı olan rezervasyonlarda yaşamaya mahkûm edildiler. Ve bugün nüfusu 300 milyonu geçen ABD’de yerlilerin sayısı sadece 250 binken, “özgürlük ve demokrasi” adına tüm dünyayı kana boyamaya ve kan emerek semirmeye devam eden bu vampir devlet, kıtada gerçekleştirilen katliamı soykırım olarak adlandırmayı reddetmeyi sürdürüyor.

Yahudi soykırımı ve Siyonist burjuvazi
Kapitalizmin soykırımlarla bezeli tarihine kazınan en büyük soykırımlardan biri de, Nazilerin başta Yahudiler olmak üzere, Çingeneler, Slavlar, komünistler, sosyalistler, homoseksüeller, sakatlar gibi “arî” Alman kanını bozduklarını düşündükleri tüm unsurlara karşı uyguladıkları katliamdır. Alman sermayesini daha güçlü kılmak ve emperyalist hegemonya yarışında bayrağı ele geçirmek uğruna gerçekleştirilen bu soykırım, aynı zamanda 20. yüzyılın gördüğü en büyük soykırım olarak tarihe geçmiştir. Bu soykırımda, toplama kamplarında gaz verilerek, kurşuna dizilerek, en insanlık dışı işkencelere tâbi tutularak, her türlü deneyde kobay olarak kullanılarak katledilen insanların toplam sayısı 11 milyon civarındaydı. Bunların yarıdan fazlasını ise, çocuk, yaşlı, kadın, erkek denmeksizin, salt Yahudi oldukları için soykırıma tâbi tutulanlar oluşturuyordu. Bu korkunç soykırım karşısında Yahudi burjuvazisinin takındığı ırkçı tutum ise dehşet vericiydi:

“Nazilerin uyguladığı soykırım nedeniyle milyonlarca Yahudinin öldüğü esnada, Siyonist örgütler, ABD ve Batı Avrupa’da göçmen yasalarının zulümden kaçan Yahudilerin girişini kolaylaştıracak şekilde değiştirilmesine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Bu ülkelerin parlamentolarındaki Yahudiler yasalar aleyhinde oy kullanıyorlardı. Amaç, İsrail’e göçü hızlandırmak ve Siyonizmin güç kazanmasını sağlamaktı. Yine aynı örgütler, soykırımın uygulandığı ülkelerdeki faşist yönetimlerle anlaşıp, az sayıda seçkin Yahudinin ülke dışına çıkarılması karşılığında yüz binlerce insanın gaz odalarına gönderilmesine sessiz kalıyordu. Yaşlılar ve hastaların İsrail’e gitmeleri istenmiyor, sağlıklı ve genç Yahudilerle İsrail’de güçlü bir ırk yaratılması planlanıyordu. Bu doğrultuda, Hitler’in arî ırk projesine gıptayla bakılıyordu.” (Zeynep Güneş, Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım, www.marksist.com)

İsrail’in ilk devlet başkanı olan Ben Gurion, soykırımın arifesi olan 1938’de, “bilsem ki Almanya’daki bütün çocukları kurtarmak için ya hepsini İngiltere’ye nakletmek ya da yarısını Eretz İsrail’e götürmek gerek, ikinci şıkkı seçerim” diyordu. Geleceğin başbakanlarından İzak Şamir ise, 1941’de, Nazilere, Filistin’de kurulacak bir Yahudi devletini tanımaları koşuluyla “savaşta Almanya’nın yanında aktif olarak yer almayı” teklif ediyordu.

Sonuçta Nazilerin uyguladıkları soykırım, milyonlarca Yahudinin yok olmasına, bir avuç Yahudi para babasının ise inanılmaz servetler edinmelerine ve Siyonist bir devlete kavuşmalarına yol açtı. Bugün Filistinliler üzerinde terör estiren ve bölge halkları açısından en büyük tehditlerden birini oluşturan Siyonist İsrail devletinin, varlığını meşrulaştırıcı bir olgu olarak sarıldığı bu tarihsel soykırımın bir eşi daha bulunmadığını kanıtlamak için uğraş vermesi boşuna değildir. Nitekim, Yahudi burjuvazisinin “saygın” üyelerinden Jak Kamhi’nin geçtiğimiz günlerdeki açıklamaları bu açıdan ibret vericidir. ADL’nin tutumunun tartışılmaya devam edildiği günlerde, tam kadro düzenlenmiş bir törenle cumhurbaşkanı Sezer’in elinden “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” alan Jak Kamhi, törenin ardından gazetecilere bir demeç vermişti. Demeçte, ADL başkanı Abraham Foxman’a bir mektup gönderdiğini dile getirerek şunları söylüyordu Kamhi:

“Ben Foxman’a bir mektup yazarak yapılanlardan dolayı eleştirilerimi yolladım. Mektupta resmen kafalarına vuruyorum. «Nasıl» diyorum onlara, nasıl siz İkinci Dünya Savaşında olanlar için kullanılan «soykırım» tanımını, Birinci Dünya Savaşında çıkan ayaklanma sonucu ölen Ermeniler için kullanabilirsiniz. Çünkü birini kabul etmek, diğerini yok ediyor. Almanya’daki bir Musevi ne ayaklandı, ne toprak istedi, ne de kimseleri yaraladı. Yalnızca, kökenlerinden dolayı, «genlerinden» dolayı yok edildiler. Türkiye’de ise öyle bir şey olmadı, bunlar ayaklanıp toprak istediler. Savaştılar, insan öldürdüler. Elbette ki bunun karşılığında da direnç gördüler. Ama buna «soykırım» denemez. … Bir kere bütün Musevi diasporası size karşı. Bizim gibi dünyada tek ve benzeri olmayan bir dramı sulandırıyor ve yok ediyorsunuz. … Mektubumun özü budur. İsrail’in de bu işe karışması bundan dolayıdır. Kendine has olan o meşhur soykırımın bir benzeri olmadığını kanıtlamak için uğraşıyorlar. Sadece bizim güzel gözlerimiz için değil.”

Her cümlesinde Ermenilerin katledilmesine haklı gerekçeler üreten ve Yahudi soykırımını tarihte eşi görülmemiş bir kıyım olarak yansıtan bu ifadeler, aynı zamanda, soykırım gibi en korkunç insanlık suçları karşısında bile sermayenin nasıl da ikiyüzlü bir tutum takındığının çarpıcı bir örneğini oluşturmaktadır. Ne var ki Kamhi’nin dediği bir şey çok doğrudur. Dünyanın neresinde olursa olsun, burjuvazi denen sömürücü sınıf, insanlık dramları karşısında mağdurların “güzel gözleri için” değil, kendi çıkarlarını gözeterek tutum almaktadır.

Çok gerilere gitmeye gerek yok, tüm bir 20. yüzyıl tarihi bunun örnekleriyle doludur. Savaşlarda, ezilen halkların bağımsızlık mücadeleleri esnasında ya da bizzat karşı-devrimlerde, sermayenin çıkarları doğrultusunda milyonlarca insan katledilmiş ve farklı ulusların burjuvazileri de buna yine kendi çıkarları doğrultusunda göz yummuşlardır. Bu açıdan, 1990’lı yıllarda Balkanlar’da yaşanan ve 300 bin insanın yok edilmesiyle sonuçlanan katliamlara karşı takınılan tutumlar, burjuva devletlerin insanlık dramları karşısında gösterdikleri tepkilerin tipik örneklerinden birini teşkil etmektedir. Emperyalist güçler, soykırım düzeyine ulaşan bu katliamlara önce göz yummuş ve olgunlaşmasını beklemiş, ardından da “barış gücü” adı altında hem savaşa müdahil olmuş hem de kendi çıkarları doğrultusunda bir paylaşım gerçekleştirmişlerdir. Yine 90’lı yıllarda Ruanda’da 100 gün içerisinde 800 bin Tutsi soykırıma tâbi tutulurken, emperyalist güçler bu katliamı yaratan ortamı bizzat kışkırtmış, katliamı gerçekleştiren Hutuları silahlandırıp eğitmiş ve silah satışlarından gelen paralar eşliğinde katliamı izlemeye koyulmuşlardır. Katliam başladığında BM “barış gücü” ABD’nin bastırmasıyla geri çekilmiş, ABD ve Fransa BM gündemine getirilen tasarılardaki “soykırım” sözcüğünü gerekçe göstererek bunları veto etmiş ve her türlü müdahaleye karşı çıkmışlardır.

Şimdi de Darfur
ABD’nin bütünüyle kendi çıkarları ekseninde tam tersi tutum takındığı ve bu tutumu “insani yaklaşım” ambalajına bulayarak pazarladığı örneklerden biriyse Darfur’dur. Timsahların avlarını yerken gözyaşı döktükleri söylenir. ABD de uzunca bir süredir Darfur için timsah gözyaşları dökmektedir. Bu emperyalist devlet, Sudan’a yaptırım uygulanması ve Darfur’a BM “barış gücü” gönderilmesi yolunda inanılmaz çaba harcamıştır. Seferber edilen ünlü sanatçılar, Evanjeliklerin ve Yahudi örgütlerinin organize ettiği büyük mitingler, yürek parçalayıcı medya kampanyaları vs. sayesinde, ABD, Avrupa’nın da desteğiyle, sonunda BM’den istediği kararı çıkarmayı başarmıştır. BM’nin ve Afrika Birliği’nin ortaklaşa oluşturmalarına karar verilen 26 bin kişilik “barış gücü” sözde bölgedeki barışın korunmasını temin edecektir. Ancak gerçek niyetin barışın korunmasıyla uzaktan yakından ilgisi olmadığı açıktır.

Amerika, BM önderliğinde girişilecek bu emperyalist müdahalenin bahanesi olarak, Sudan hükümetinin Darfur’da gerçekleştirdiği katliamı öne sürüyor. Hatırlatmak gerekirse, Sudan hükümetinin ayrımcı politikalarına ve hüküm süren açlığa karşı 2003 yılında Darfur’da silahlı ayaklanma başlamış ve Sudan hava kuvvetlerinin ve hükümet yanlısı milislerin düzenledikleri saldırılar sonucunda, bu bölgede 200 binden fazla insan katledilmişti. Halen çoğu mülteci kamplarında yaşamak zorunda olan 2 milyondan fazla insan ise evlerini terk edip başka bölgelere ve Çad başta olmak üzere komşu ülkelere kaçmak zorunda kalmışlardı. ABD’nin “soykırım” olarak nitelendirdiği, BM’nin ise bazı ülkelerin vetoları nedeniyle bu tanımlamayı kullanmaktan kaçındığı söz konusu katliam ve dram karşısında, ABD’nin tepkisi nedense Ruanda’dan tümüyle farklı olmuştu. ABD, tarihinde ilk kez olarak, herhangi bir bölgede çatışmalar yaşanırken onu “soykırım” olarak niteleme aceleciliğini gösteriyordu. Peki neden? Darfur’daki Afrikalıların “güzel gözleri” için mi? Elbette hayır. Nitekim Sudan’ın özelliklerine baktığımızda, ABD öncülüğündeki emperyalist güçlerin, “güzel gözlere yardım”dan öte birtakım amaçlar taşıdıkları kolayca anlaşılabiliyor.

Büyük Ortadoğu Planının adım adım uygulamaya sokulduğu bir süreçte coğrafi pozisyonu itibarıyla önemli bir yere sahip olan, yüzölçümü bakımından Afrika’nın en büyük ülkesi olan ve aynı zamanda kıtanın üçüncü büyük petrol üreticisi konumunda bulunan Sudan, doğal gaz, uranyum ve bakır yatakları bakımından da oldukça zengin bir ülke. Batıda yer alan Darfur ise, içinde kıvrandığı yoksulluğa zıt bir biçimde, ülkenin petrol rezervleri bakımından en zengin bölgelerinden birisi. Ne var ki, ABD’yi son derece rahatsız eden bir şekilde, Sudan’ın Çin’le oldukça yakın ekonomik ilişkileri mevcut ve hepsinden önemlisi, bu ülkenin petrol üretiminin yüzde 80’i Çin’in denetiminde bulunuyor. Bütün bu faktörler bir araya geldiğinde, ABD açısından, durum, bir an evvel müdahaleyi gerektiren bir aciliyet taşıyor elbette.

Şurası çok açık ki, Büyük Ortadoğu Planının temel amacı, Sudan’ın da dahil olduğu geniş bölgede ABD nüfuzunun tesis edilmesi ve petrol başta olmak üzere enerji kaynakları üzerinde tam denetimin sağlanmasıdır. 2001 tarihli bir raporunda General Wesley Clark, Pentagon’daki bir askeri yetkilinin, kendisine, “şimdi Irak’ın peşindeyiz, ama daha fazlası var” dediğini belirtiyor ve konuşmanın devamında bu yetkilinin şunları söylediğini ifade ediyordu: “Bu beş yıllık bir kampanya planının parçası olarak tartışılıyor, toplam yedi ülke var, başta Irak ve ardından Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan.”

Bush’un 2006 Ekiminde Darfur’a yönelik bir kararı imzalarken söylediği sözlerse, ABD’nin Darfur’a yönelik çırpınmalarının temelinde petrolün yattığının en açık kanıtlarından birini teşkil ediyordu: “Sudan hükümetinin Sudan petrol ve petrokimya sanayii üzerindeki yaygın rolü, ABD’nin ulusal güvenliğini ve dış politika çıkarlarını tehdit ediyor.” Baklayı ağzından kaçıran Bush, böylece, “Darfur’da soykırım” çığlıklarının gerçekte hangi amaca hizmet etmek üzere yükseltildiğini de itiraf etmiş oluyordu.

Tüm bunlar, yüz binlerce insanın yok edilmesine varan katliamların, ancak emperyalistlerin ilgili bölgelerdeki çıkarları bunu gerektiriyorsa “soykırım” olarak adlandırıldığını yeterince kanıtlamaktadır. Bizler, üretimin kâr için yapıldığı ve “insani değerler” başta gelmek üzere her şeyin metalaştırıldığı kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Kapitalizmin tüm tarihi, burjuvazinin kendi çıkarları için vahşetin hiçbir türünden kaçınmadığının, bu uğurda on milyonlarca insanı feda edecek kadar gözü dönmüş bir sınıf olduğunun inanılmaz örnekleriyle doludur. Ve böylesi bir dünyada, soykırımların hesabını soracak, katliamlara son verecek ve barışı temin edip koruyacak tek sınıf, ancak ve ancak devrimci işçi sınıfı olabilir. Emperyalistlerin “barış gücü” yalanları kimseyi aldatmamalıdır. Çıkardıkları savaşlarda milyonlarca insanı yok edenler, katliamların en vahşilerini gerçekleştirenler, soykırımları para kaynağı olarak görenler, halkları birbirlerine düşman edenler barışı temin edebilir ya da onu koruyabilir mi? Asla! Emperyalistlerin barış gücü adı altında gönderdikleri, savaş güçleridir. Yaşanan insanlık dramları karşısında yüreği sızlayan hiçbir işçi ve emekçi, bu kan emicilerden gerçek insani yardım yapmalarını bekleyip boş hayallere kapılmamalıdır. İşçi sınıfı örgütlü bir güç olarak ben buradayım diyemedikçe, kimse soykırımların, katliamların, açlığın, yoksulluğun sona ermesini ve dünyaya barışın ve eşitliğin gelmesini beklememelidir. Ancak o, kendi çıkarları için halkları katleden ve birbirine kırdıran kapitalistleri yeryüzünden silme ve dünyaya barış getirme potansiyeline sahiptir.



(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:31, Ekim 2007)

Oryantalizm, Medeniyetler Çatışması ve Ilımlı İslam Utku Kızılok

Oryantalizm, Medeniyetler Çatışması ve Ilımlı İslam
Utku Kızılok

Medeniyetler çatışması ve uluslararası terörizm derken, uluslararası siyasal literatüre yeni bir kavram daha sokuldu: ılımlı İslam! Bu kavramlaştırma üzerinden gerek Türkiye’de gerekse uluslararası düzeyde İslamın ılımlılaştırılması ve demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmayacağı tartışılıyor. Ilımlı İslam projesinin model ülkesi olarak ise Türkiye ve Malezya sunulmaktadır. AKP’nin yeniden iktidara gelmesi ve cumhurbaşkanlığına Abdullah Gül’ün seçilmesi Amerika ve Avrupa basınında İslamın zaferi olarak yankı bulurken, Türkiye İslam ile demokrasinin bağdaştığı ılımlı İslam ülkesinin cisimleşmesi olarak sunuldu. Oysa AKP’nin yeniden iktidara gelmesinin ne ılımlı İslam ile ne de İslamın zaferiyle doğrudan bir ilişkisi vardır. Batı basını, aydınlar ve hatta kimi Marksistler yaşananları İslamcılar ile laiklerin çatışması biçiminde değerlendirdikleri için, Türkiye’nin özgünlüğünü ve burjuvazi içinde yaşanan iktidar kavgasını da kavrayamıyorlar.

Daha baştan belirtmek gerekiyor ki, ılımlı İslam kavramı da aynı medeniyetler çatışması kavramı gibi emperyalist ideolojik merkezlerde, ABD’nin başını çektiği emperyalist savaşı kitleler nezdinde haklılaştırmak amacıyla üretilmiştir. Ilımlı İslam kavramı ve onun etrafına yığılan argümanlar, İslamın yıkıcı bir içerikle dolu olduğu, terörizmden beslendiği, Batı medeniyeti ve değerlerini yok etmek istediği ve dolayısıyla da ehlileştirilmesi gerektiği tezi üzerine kuruludur. İslamın bu şekilde şeytanlaştırılması Batılı emperyalist güçlerin yaratmaya çalıştıkları dış-düşman öcüsüyle doğrudan bağlantılıdır. Geçmişte ise komünizm şeytanlaştırılmış ve her an saldırmaya hazır, dehşet verici bir dış-düşman imgesi yaratılmış ve bu yolla geniş kitlelerin zihinleri esir alınıp emperyalist saldırganlık meşrulaştırılmak istenmişti. Bugün bu ihtiyacı İslam düşmanlığıyla karşılamak istemekteler.

Bir başka yönden ise, bir zamanların anti-semitizminin yerini adeta İslam düşmanlığının almış olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. İslam düşmanlığı özellikle El-Kaide’nin 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere saldırmasından sonra alabildiğine tırmandırıldı. Öyle ki, emperyalist ideolojik merkezler dört bir koldan Müslümanları “cahil, barbar, aklı kıt ve şiddet uygulamaktan şehvet duyacak kadar cani” şeklinde betimlemekte ve Batılı işçi-emekçi kitlelerin zihnine de böyle bir tablo yerleştirmek istemekteler. “Müslümanların fareler gibi üreyerek Avrupa’yı kirlettiği” ırkçı söylemi eşliğinde yürütülen “Avrupa’nın İslamileştirilmesini durdurun” kampanyaları, aşağılamanın boyutlarına örnektir. Beri taraftan da Irak’ta, Afganistan’da ve Filistin’de yaşanan zulme veya İslam dinine dönük hakaretlere –karikatürlere– tepki gösteren Müslüman kitlelerin haklı öfkesi, savaş arabasına ideolojik bir silah olarak yüklenmiş medeniyetler çatışması gibi safsataların doğruluğuna delil olarak gösteriliyor. Böylece ABD’nin başını çektiği emperyalist savaş bir anda Batı medeniyetini ve değerlerini koruma kisvesine büründürülerek aklanmış oluyor!

Esasında toplumların yapay, kültürel temellerde bölünerek toplumsal çelişkilerin ve maddi sınıfsal çıkarların üzerinin farklı medeniyetlerin çatışması biçiminde örtülmesi yöntemi hiç de yeni değildir. Tarih, Hıristiyanlık ya da İslam adına yapılan, ama gerçekte egemen güçlerin çatışmasından başka bir şey olmayan nice cihat kaydetmiştir. Dolayısıyla, kapitalizm altında gerçek çelişkilerin toplumun sınıflara bölünmüş olmasından değil de, değişik uygarlıklara bölünmüş olmasından kaynaklandığını iddia eden ve böylece sınıflar mücadelesi unsurunu bertaraf etmeye çalışan emperyalist güçlere karşı uyanıklık bir an olsun elden bırakılmamalıdır.

Tarihsel-ideolojik kökler
Tarih gösteriyor ki, bugüne değin tüm egemen sınıflar kendi çıkarlarını geniş kitlelerin çıkarı gibi sunmak ve onları söz konusu çıkarlar etrafında örgütlemek için muhtelif ideolojilere başvurmaktan geri durmamışlardır. Doğu ile Batı uygarlıklarının dinler üzerinden karşı karşıya gelmesi biçiminde sunulan Haçlı seferleri bunun çarpıcı bir örneğidir. Oysa aslında bu savaş, dinler ya da uygarlıklar arası bir savaş değil, dönemin egemen sınıflarının ticaret yollarını ele geçirmek üzere giriştikleri çıkarlar savaşıydı. O dönemde Müslümanlar İspanya’dan Hindistan’a kadar uzanan bölgeyi, Doğu’nun ticaret yollarını ve limanlarını ele geçirmekle kalmamış, Avrupa ve Bizans egemenlerini de tehdit etmeye başlamışlardı. Dönemin Avrupalı egemen sınıfları feodal beyler ve Kilisenin ruhban sınıfı bu tehdidi savuşturmak ve esas olarak da yeni topraklarla birlikte ticaret yollarını ele geçirmek amacıyla 1095’te –iki yüz yıl sürecek– Haçlı seferlerine start verdiler.[1] Yoksul köylü kitlelerini sonu belli olmayan meçhul bir savaşa ikna edebilmek için, İslamın barbar olduğu ve Hıristiyanlığı yok etmek istediği biçiminde, din üzerinden propaganda yürütülüyordu. Bunun yanı sıra, İslam şeytanlaştırılıyor ve bir din olarak kabul edilmeyerek sapkın damgası basılıyordu. Dönemin ünlü aydınlarından Dante, meşhur İlahi Komedya’sında İslam peygamberini cehennemde, “ayrılıkçı bir düzenbaz” olduğu için bedeni sürekli parçalara ayrılan birisi olarak betimliyordu. Öyle ki, Dante hızını alamamış, eserinde İbn Sina ve İbn Rüşd gibi Müslüman bilginleri de cehennem cezasına çarptırmıştı. Dante’nin bu tutumu, dönemin egemen sınıflarının İslamı şeytanlaştırma arzusunun doğrudan bir yansımasıydı.

Bu dönemde, yani hemen Haçlı seferlerinin sona ermesiyle başlayan süreçte Batılı egemen sınıfların Doğu’ya olan ilgisi daha da artmıştır. Bu ilgi elbette nedensiz değildi: Birincisi, Haçlı seferleri beraberinde ticari ilişkileri de geliştirmiş, Venedik, Cenova ve Fransa’nın liman kentleri ile Mısır, Suriye ve tüm Doğu âlemine uzanan bir ticaret ağı örülmüştü. Dolayısıyla Doğu ticari çıkarlar açısından büyük önem kazanmıştı. İkincisi, feodal beylikler çözülüp yerlerini merkezi krallıklara bırakmaya başlarken, ticaret ile birlikte yeni bir sınıf, burjuvazi de gelişmeye başlamıştı. Bu iki durum Batılı egemen sınıfları bir kez daha Doğu’yu ele geçirme planları kurmaya itiyordu. Dahası Haçlı seferleriyle görülmüş olan Doğu uygarlığının ürünlerinin tanınması ve taşınması niyeti de vardı. Söz konusu faktörlerin itkisiyle 1312’de Viyana’da toplanan Kilise Şûrası Paris, Oxford, Bologna, Avignon ve Salamanca üniversitelerinde Şark kültürünün araştırılması ve dillerinin öğrenilmesi için kürsüler kurulması kararını aldı. Kilise Şûrasının böyle bir karar almasıyla birlikte Batı’da Şark’ın incelenmesi akademik meslek düzeyine yükselecek ve bir Doğubilimi dalı doğacaktı.

18. yüzyıla gelindiğinde Doğubilimi ya da Batı dillerindeki adıyla Oryantalizm, Şark’ı, ekonomik, siyasal, sosyolojik, kültürel, dinsel ve askeri yönleriyle incelemiş, Batılı egemen sınıfların sömürgeci emelleriyle doğrudan örtüşen bir Şark imajı yaratılmıştı. Araştırmacıların neredeyse tamamı Şark’ı düşman olarak gösteriyor ve Doğu uygarlıklarının birikimini yok sayıyorlardı. Tarihsel gelişim çizgisinden kopartılmış, soyut ve Oryantalist uzmanların tahayyüllerinden yeniden yaratılmış bir Şark söz konusuydu. Çizilen tasvire göre Şark kimi yönleriyle ilginç, egzotik, ama aynı zamanda barbar, kültürel olarak geri, cahil bir coğrafya idi. Hintliler, Çinliler ve özellikle de şeytanın zürriyeti olmakla itham edilen Müslümanlar aşağılanıyor, hor görülüyorlardı. Yayınlanan kitaplarda Şark insanına dair bitmez tükenmez, akla hayale sığmaz aşağılayıcı öyküler anlatılıyordu.

Hindistan, Çin ve Ortadoğu’nun bir bölümünün sömürgeleştirilmesiyle birlikte Doğu’ya ilgi daha da artacaktı. Örneğin, 1798’de Mısır seferine çıkan Napolyon Bonaparte’ın gemisinde bir Şark uzmanı takımı da yerini almıştı. 1800’lü yılların ilk yarısından başlayarak Amerika ve Avrupa’da pek çok Şark Derneği kurulmuştu; akademilerin yanı sıra bu dernekler de araştırmalar yaparak konferanslar veriyorlardı. Yayınlanan kitaplarda ve konferanslarda aşağılayıcı nitelemeler tekrarlanıyor, Şark’ın bilim adamı çıkartamayacağı, düşüncelerinin sınırlı olduğu, kendi kendilerini yönetemeyecekleri, uygarlaştırılmaları gerektiği fikri, daha inceltilmiş yöntemler kullanılarak kanıtlanmaya çalışılıyordu. Neredeyse tüm burjuva aydınlar bu ırkçı koroya kaptırmışlardı kendilerini. Victor Hugo’dan Flaubert’e kadar pek çok aydın, romanlarında Şarklıları küçümsüyor ve cinsellikten başka şey düşünmeyen şehvet düşkünü yaratıklar biçiminde betimliyorlardı. Buna mukabil, Batı gelişmiş üstün bir medeniyetin ve kültürün temsilcisiydi ve dünya Batı’nın üstünlüğünü ve egemenliğini kabul etmeliydi!

Batı’nın sömürgeci devletleri ise Oryantalizmin sunduğu bu ideolojik zemini, Hindistan, Mısır veya Çin’in işgalinin adeta Tanrı buyruğu olduğunu kanıtlamak için kullanıyorlardı. 1910’da Avam Kamarasında, İngiliz dışişleri bakanı Arthur J. Balfour yukarıdaki tezi şöyle dile getiriyordu: “Her şeyden önce olgulara bakın. Batılı uluslar, tarihte ortaya çıkar çıkmaz, kendilerine özgü erdemler edinip … kendi kendini yönetme yetilerinin ilk ilkelerini … sergilediler… Genel deyişle ‘Doğu’daki Şarklıların tüm tarihine bir göz atın, kendi kendini yönetmenin izine rastlayamazsınız.”[2] Mısır’ı yirmi beş yıl yöneten Lord Cromer ise, Bağımlı Irkların Yönetimi adlı makalesinde ve Modern Mısır adlı kitabında Şarklı halkların ya da “bağımlı ırkların” kendileri için neyin iyi ya da kötü olacağını anlayacak bir zekâ düzeyinden yoksun olduklarını ileri sürüyordu. Bu sebeple Doğu’nun sömürgeleştirilmesi gayet olağan ve hatta Şarklı ulusların istediği bir şeydi! Bu görüş öylesine yaygındı ki, İngiliz emperyalizmini aşıp Doğu’da sömürgeler elde etmek isteyen Fransız emperyalizminin kimi ideologları şunları yazabiliyordu: “Fransa’nın Şark’ta yapacağı çok şey var, çünkü Şark Fransa’dan çok şey bekliyor. Dahası Fransa’nın yapabileceğinden fazlasını istiyor ondan; mümkün olsa, bütün geleceğini seve seve Fransa’nın ellerine bırakırdı.”[3] Güya Fransa, İngiltere ve Almanya karşısında Şark’ta maneviyatı, adaleti ve ideali temsil ediyordu.

Balfour’a göre Mısır İngiltere’nin boyunduruğuna girmekle birlikte ihya olmuş, “mali ve ahlâki refah bakımından Şark ulusları arasındaki” eşsiz konumuna yükselmiştir. Şarklı ulusların yönetiminin İngiltere’nin elinde olmasının onlar için büyük bir kazanç olduğunu ileri sürüyordu Balfour. Yani her şey kendilerini idare etmeyi başaramayan Şarklılar içindi. Nitekim Napolyon da Mısır seferinin gerekçesini Şark’a bir “yararlı Avrupa” örneği sunmak, yerli halka mükemmelleşmiş bir uygarlığın nimetlerini kazandırmak ve onların yaşayışlarını daha tatlı kılmak biçiminde sunmuştu. Fakat gerçekte Şark halkları ünlü Lawrence’ın –İngiltere’nin Ortadoğu’daki ajanı– deyimiyle “ölü bir İngiliz çocuğu kadar değerli değildi”. Şark’a uygarlık götüren İngiltere’nin amme hizmeti vermediğini Balfour şöyle açıklıyordu: “Onlar için Mısır’da olsak da, sırf onlar için orada değiliz, genelde Avrupa için de oradayız.” Fransız emperyalizminin temsilcileri ise daha açık sözlüydüler: “Bizim artık şarkta olmayacağımız, diğer büyük Avrupa devletlerinin orada olacağı gün, Akdeniz’deki ticaretimiz, Asya’daki geleceğimiz, güney limanlarındaki faaliyetlerimiz açısından her şey sona erecek. Ulusal zenginliğimizin en verimli kaynaklarından biri kuruyacak.”[4]

Toparlarsak, Oryantalizm Batılı sömürgeci güçler için yol açıcı bir rol üstlenmiştir; araştırmalar yapılmış, Şark dilleri öğrenilmiş, sömürgeci güçler için sadece ideolojik argümanlar değil, strateji de üretilmiştir. Örneğin Napolyon Mısır seferine çıkarken bölge hakkındaki tüm bilgisi Oryantalist uzmanların kitaplarına dayanıyordu ve stratejisini de –işgali Müslüman kitlelere benimsetmek için İslam adına savaştığını ilan etmişti– bu bilgi üzerine kurmuştu. Belirtmek gerekiyor ki, ideoloji üreten bu tür merkezler egemen güçler için daima önemli olmuştur. Birinci Emperyalist Savaşın dünyayı sardığı 1914’de Lord Curzon, Şark araştırmalarının İngiltere için ne ifade ettiğini özlü bir şekilde dile getiriyordu: “İmparatorluk için büyük bir mecburiyettir. Bana sorarsanız, Londra’da böyle bir okulun kurulması İmparatorluğun zorunlu teçhizatının bir parçasıdır.”[5] Nitekim Curzon’un arzusu gerçek olacak ve Londra Üniversitesinde Şark ve Afrika Araştırmaları Okulu kurulacaktı. Görüldüğü üzere, savaş yalnızca silahlarla yürütülen bir şey değildir; savaşın gerçek amacı olan maddi çıkarların üzerini adeta bir kutsallık halesiyle örtecek ve kitleleri savaşa ikna edecek ideolojik bir temele de ihtiyaç vardır.

Güncel-ideolojik boyutlar
İkinci Dünya Savaşından sonra ABD’nin kapitalist sistemin hegemon gücü haline gelmesiyle, ideolojik üretim merkezleri bu emperyalist gücün emrine girdi. Soğuk Savaş yıllarında öncelikli hedef olarak SSCB şeytanlaştırılacak, Kore’ye, Vietnam’a ve Latin Amerika’ya yönelik emperyalist saldırganlık komünist dış-düşman öcüsüyle meşrulaştırılacaktı. Bunun yanı sıra İsrail’in kurulması ve büyük enerji yataklarının denetim altına alınması meselesi, ABD emperyalizmi için Ortadoğu’yu da vazgeçilmez kılıyordu. Oryantalist ideologlara göre “Amerikalıların, Yakındoğu’da kabul görmek için, Amerikan düşüncesine karşı mücadele eden güçleri daha yakından tanıması” gerekiyordu. Böylece Amerika Şark Derneğinin yanına, doğrudan devletin yönlendirmesi ve denetimiyle Ortadoğu Enstitüsü, Ortadoğu Araştırmalar Birliği (MESA), Ford Vakfı, Hudson Enstitüsü, Pentagon ve üniversitelerdeki diğer araştırma bölümleri gibi pek çok ideolojik üretim merkezi eklendi.

ABD’nin emrine giren Oryantalizm kendi alanında daha da yetkinleşmiş, İslam ve Şark tarihine ilişkin ciltlerce kitaptan oluşan bir külliyat piyasaya sürülmüştür. Amerikalı Oryantalistler daha önceki geleneğe, yani İslamı ve Şark’ı aşağılama ve küçümseme geleneğine aynen devam etmişlerdir. Pek çok kitap tek yanlı, eksik ve hatta çarpıtmalarla doludur. Bu kitaplar okullarda öğrencilere okutularak taze beyinler ırkçı fikirlerle doldurulmaktadır. Dün olduğu gibi bugün de ders kitaplarında Müslümanlar küçümseniyor, Arap dilinde her iki kelimeden birinin şiddet içerdiği öne sürülüyor ve Ortadoğu insanının tek amacının İsrail’i yok etmek olduğu anlatılıyor. Bu meyanda belirtmek gerekiyor ki, kitlelerin kuşatılması ve aldatılmasında film endüstrisi ve medya da büyük bir görev üstlenmiştir. Batı değerlerini yok etmek isteyen cani Müslüman “terörist” imgesi, daha 1970’lerden itibaren kitlere zerk edilmeye başlanmıştı. İsrail zulmünü dünyaya duyurmak için uçak kaçıran Filistin Kurtuluş Örgütü militanları, Batı değerlerini yok etmek isteyen “Müslüman teröristler” olarak sunulurken, bu konuyu işleyen filmlerde Amerikalı kahramanlar, her zamanki gibi “teröristlere” hadlerini bildiriyor ve uygar dünyayı canilerden kurtarıyordu!

11 Eylül’den sonra ise “terörist Müslüman” propagandasına daha da hız verilmiştir. İslamın terörizmle özdeşleştirilmesi ve uygulanan ırkçı politikalar ile Müslüman kitlelere potansiyel terörist damgası vurulmaktadır. Geçen ay CNN’de 11 Eylül vesilesiyle, Din Savaşları adlı bir dizi belgesel yayınlandı. Belgeseli sunan CNN muhabiri heyecanlı bir üslupla, Müslümanların terörizm tutkusunu ya da terörizmden şehvet duyduklarını kanıtlamaya çalışıyordu. Bu amaçla Filistinli militanların intihar etmesiyle kana bulanmış İsrail sokaklarını, ölü ve acı çeken insanları kitlelerin gözüne sokmaya çalışıyordu. Lakin her nedense, İsrail’in onlarca yıldır Filistin halkına reva gördüğü tarifsiz zulme değinmedi bile. Başta CNN ve Fox gibi televizyon kanalları olmak üzere, sayısız radyo ve gazete, kitleleri “uluslararası terörizm” korkusuyla kuşatmış bulunuyor. Ne yazık ki, işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak burjuvazinin karşısına dikilemediği koşullarda bu korku propagandası kitleler üzerinde etkili de oluyor. Bununla birlikte, yüzlerce yıldır derinden derine işlenen, geri ve cahil Doğu’nun kültürlü ve üstün Batı uygarlığını yok etmek istediği yalanı da bu korku propagandasının maya tutmasında oldukça etkili olmaktadır. Gerçekten de burjuva ideolojisinin etkisinde kalan Amerikalı ve Avrupalı kitleler, Doğu halklarına tepeden, küçümseyici bir gözle bakmakta, kendilerinin üstün ve ayrıcalıklı olduğu vehmine kapılmaktalar.

ABD’deki ideolojik merkezlerin en temel özelliği, Amerikan emperyalizminin gündemine aldığı güncel siyasal meseleler hakkında tarihsel-ideolojik kanıtlar bulmak, bulamadıkları durumda ise tarihsel olayları istedikleri gibi kurgulayarak yeniden yazmaktır. Şark ve İslam tarihi üzerine yazılmış pek çok kitapta bunu görmek mümkün. Özellikle 11 Eylül’den sonra yazılan ve güncel gelişmeleri tarihin belirli dönemlerindeki olaylarla ilişkilendiren kitaplarda bu keyfilik daha çarpıcı görülür. Bu bağlamda yazılmış, İslam ile terörizmin ilişkisi, İslamın “içyüzü”, Arap ve Müslüman tehlikesi gibi kışkırtıcı başlıklar taşıyan sayısız kitap Amerika’da kitapçı raflarını doldurmaktadır. Örneğin önde gelen İslam uzmanı Bernard Lewis, Haşşaşiler adlı kitabında Hassan Sabbah ile Bin Ladin arasında bağ kuruyor ve İslamda “terörizmin” bir süreklilik arz ettiğini kanıtlamaya çalışıyor. Lewis’e göre geçmişteki şiddet dalgası yol almaya devam etmiş ve günümüzdeki taklitçilerine yeni öfke, yeni kavga araçları sağlamıştır.[6] ABD emperyalizminin uluslararası terörizm öcüsüyle kitlelerin akıllarını başından alıp düşünmelerinin ve gerçekleri görmelerinin önüne geçerek İslam düşmanlığını kışkırttığı bir dönemde, Lewis gibilerinin bu tür kitaplar yazması tarihçi merakından kaynaklanmıyor olsa gerek! Çok açık ki yapılmak istenen, şiddet ve “terörün” Müslümanların doğasından geldiğini kanıtlamak ve sürekli bir dış-düşman öcüsüyle korkutulmuş kitlelerdeki İslam düşmanlığını pekiştirmektir.

Amerika’da Pentagon, Dışişleri, CIA gibi devlet kurumlarıyla, petrol, silah, havacılık, finans tekelleriyle, film endüstrisiyle iç içe geçen söz konusu ideolojik merkezler, kendilerini “düşünce kuruluşu” olarak adlandırıyor ve ABD emperyalizmi için muhtelif ideolojik argüman ve hatta askeri strateji üretiyorlar. Yeri gelmişken, Yeşil Kuşak veya Büyük Ortadoğu gibi projeleri, tarihin sonu, medeniyetler çatışması ve ılımlı İslam gibi ideolojik safsataları söz konusu ideolojik merkezlerin ürettiğini, kışkırtıcı ambalajlara sararak emperyalist yönetimin denetiminde piyasaya sürdüğünü hatırlatalım. Esasında içerideki çelişkileri bastırmak üzere imal edilen bir dış-düşman olarak İslam, sanki tarihsel bir kaçınılmazlıkmış gibi sunulan medeniyetler çatışması safsatasının içine oturtulmakta ve böylece de daha ikna edici hale getirilmektedir. İlk kez 1993’te ABD Dışişleri Bakanlığı danışmanlarından Samuel Huntington tarafından ortaya atılan medeniyetler çatışması safsatasına göre dünya, “birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en önemlisi din tarafından” ayrılan 7-8 kültüre bölünmüştü ve savaşlar da bu kültürler-uygarlıklar arasında yaşanacaktı.

“Dünya politikasının gelecekteki ana ekseni… ‘Batı ve diğerleri’ arasındaki çatışma ve Batılı olmayan uygarlıkların Batı gücüne ve değerlerine verdiği karşılıklar olacak gibi görünmektedir” diyordu Huntington. “Kültürleri ve güçlerinden dolayı Batı’ya dâhil olmak istemeyen veya olamayan ülkeler” Batı’ya karşı “ekonomik, askeri ve politik” güç birliği oluşturmaktaydılar ve “bu işbirliğinin en dikkat çeken biçimi Batı’nın çıkarlarına, değerlerine ve gücüne meydan okumak üzere ortaya çıkan Konfüçyüs-İslam bağlantısı”ydı. Yani yeni düşman sadece İslam değil, aynı zamanda yükselen güç Çin’di de. Ve elbette ABD de “Konfüçyüsçü ve İslami devletlerin askeri güçlerinin büyümesini sınırlamak; doğu ve güneydoğu Asya’da Batının askeri kapasitesinin azaltılmasını yavaşlatmak ve askeri üstünlüğünü muhafaza etmek” zorundaydı.[7] Pentagon’un önde gelen ideologlarından Thomas M. Barnett, söylenenleri daha açık hale getiriyor: “Asya’da Kuzey Kore ile savaşa ve Çin’in Tayvan’a karşı saldırganlığını caydırmaya hazırız. Terörizme karşı küresel savaş nedeni ile Amerika, Afrika içinde her yerde savaşa hazır olmasına rağmen, İran Körfezine sadece Irak için değil aynı zamanda İran, Suriye ve Suudi Arabistan’a da kalıcı değişimi getirene kadar girdiğimiz için, kendimizi oralarda [Afrika ve Asya’da] göstermek istemiyoruz.”[8]

Ilımlı İslam ve emperyalist savaş
Esasında ılımlı İslam projesi çalışmaları da ABD emperyalizminin 1990’lardan sonra dünyayı yeniden şekillendirme ve egemenliğini tesis etme planlarının yapıldığı tarihe kadar uzanıyor. SSCB’nin çökertilmesi için Yeşil Kuşak projesi kapsamında radikal İslamcı hareketleri bizzat silahlandıran ve besleyen ABD, zamanla kendi denetiminden çıkan bu güçlerin, paylaşım alanlarında karşısına bir engel olarak çıkmaması için onlara karşı alternatifler geliştirmeye başladı. Bu bağlamda, yukarıda sözünü ettiğimiz ideolojik merkezler çeşitli raporlar hazırlayarak stratejiler geliştirdiler. Tarihin sonu tezinin üreticisi Fukuyama ve şimdiki Dışişleri Bakanı Rice gibi ideologlarıyla tanınan ve önemli ideolojik merkezlerden biri olan Rand Corporation 1990’da yayınladığı raporlarda, radikal İslamcılara karşı ABD’nin denetimine girecek ılımlı güçlerin desteklenmesini öneriyordu. Bilahare pek çok ideolojik merkez bu tür raporlar yayınlayarak önerilerde bulunacaktı. 2003’te yayınlanan “Demokratik İslam Raporu”nda da benzeri önerilere yer verildi. Böylece ılımlı İslam, medeniyetler çatışması safsatasının da bir parçası olarak Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında emperyalist savaş arabasına koşuldu.

İki yıl önce ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice Amerikan Gazete Editörleri Derneğinde ılımlı İslam üzerine konuşurken Türkiye’de güçlü bir İslamcı partinin iktidarda bulunduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyordu: “Böylece, daha ılımlı siyasi güçleri bulup, İslam ile demokrasi arasında doğru ilişki kurabilen, her ikisine de hizmet eden kurumları oluşturabilen, bütün insanlara hoşgörülü bir demokratik süreç ortaya çıkabilir.” Son olarak da Türkiye’deki tartışmaları alevlendiren açıklamayı eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrook yaptı: “11 Eylül’den beri ABD, dünyanın her yerinde ılımlı İslam demokrasileri istiyor. İşte sadece iki örnek var, Türkiye ve Malezya…”

Emperyalist saldırganlığın yeni şemsiyesinden başka bir şey olmayan ılımlı İslam projesinin yukarıda ifade ettiğimiz yönleriyle birlikte somut üç hedefi bulunuyor. Birincisi, İran, Suriye, Hizbullah ve Hamas eksenini çökertmek için başlatılacak savaşın meşrulaştırılmasıdır. Bilindiği üzere ABD emperyalizmi uzun bir dönemdir İran’a savaş açmanın zeminini döşüyor ve bu uğurda İran’ın “kitle imha silahları” ürettiği iddiasını da bir gerekçe olarak kullanıyor. Ancak bu gerekçe, İran’daki çıkarlarının baltalanmasını istemeyen diğer emperyalist güçler saldırıya karşı çıktığından ve Irak’ta nükleer silah bulunmadığının ortaya çıkmasından ötürü bir nebze yıpranmış bulunuyor. Yani ABD emperyalizmi İran’a saldırmak için daha başka meşru gerekçeler de üretme peşindedir. İşte ılımlı İslam bu noktada ABD’nin elinde bir argümana dönüşebilmektedir: “Terörü destekleyen İran” şeytanlaştırmasıyla Amerika ve Avrupa kamuoyu savaşa ikna edilmeye çalışılıyor. 11 Eylül’ün yıldönümü vesilesiyle Avrupa’da yapılan İslam karşıtı ırkçı gösteriler ile Birleşmiş Milletler toplantısına katılmak üzere Amerika’ya giden Ahmedinecad’ı basının “şeytan karaya indi” başlıklarıyla karşılaması ve protestoların düzenlenmesi bu kapsamda değerlendirilmelidir. Ezcümle önümüzdeki süreçte “terörizmle beslenen İslam”ın ılımlılaştırılması ve demokratikleştirilmesi adına, ABD emperyalizminin ılımlı İslam şemsiyesi altında İran’a savaş makinelerini sürmesi şaşırtıcı gelmemelidir.

İkinci hedef, BOP çerçevesinde bölgenin iktisadi ve siyasi dönüşümüne karşı çıkmayacak ve emperyalist sisteme derinlemesine entegre edilmesine öncülük yapacak güçlerin yaratılmasıdır. Üçüncüsü ise, bu güçlerin ABD emperyalizminin müttefiki, daha doğrusu onun denetiminde olması ve BOP’a karşı çıkan radikal İslamcı güçleri bastırmasıdır. Yani iddia edildiği gibi amaç bölgenin demokratikleştirilmesi değil, Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar uzanan bölgelerde ABD’nin egemenliğini tesis etmek için payandalar yaratmaktır. Tersini düşünen varsa Irak’ta “özgürlük ve demokrasinin” nasıl tecelli ettiğine bakmalıdır. Kaldı ki, radikal İslamı ılımlılaştıracağını iddia eden ABD ile geçmişte Yeşil Kuşak projesi çerçevesinde İslamcı örgütlerin radikalleşmesinin önünü bizzat açan ve El-Kaide’nin yaratılmasına imkân sunan, onları destekleyen ve SSCB’ye karşı kullanan aynı ABD’dir. Keza bugün ABD’nin Ortadoğu’daki en iyi müttefiklerinden biri, İslamı en yobaz biçimde yorumlayan Vahabilik esaslarına göre kurulmuş, şeriatla yönetilen, alabildiğine gerici Suudi Arabistan’dır. Sanırız başka söze hacet yoktur!

Buradan Türkiye’deki tartışmalara gelirsek, seçimlerde hezimete uğrayan ve cumhurbaşkanlığına Gül’ün seçilmesini de önleyemeyen darbeci güçler, Holbrook’un ılımlı İslam açıklamasıyla adeta çöl ortasında vaha bulmuş gibi, iktidar savaşını sürdürmek için ona sarıldılar. Basının da fişteklemesiyle bir anda “Türkiye şeriata gidiyor, Malezya oluyor” fırtınaları koparılmaya başlandı. Fakat statükocuların ve Kemalist elitlerin kitleleri bu tarzda, yani şeriat öcüsüyle korkutması olayı yeni değildir. Daha geçen yıllara kadar korku propagandasının merkezinde İran vardı. “İranlaşıyoruz”, “şeriat geliyor” korkusuyla kitleleri esir almaya çalışan darbeci güçler ve Kemalist elitler, anti-demokratik uygulamaları ile yıllarca halkın ensesinde boza pişirdiler. Altını kalınca çizmek gerekiyor ki, ABD nasıl ki uluslararası terörizm öcüsüyle yığınların akıllarını başından alarak savaşı meşrulaştırmaya çalışıyorsa, aynı şekilde, statükocu-devletçi güçler de şeriat korkusuyla kitlelerin aklını başından alıp onları iktidar kavgasına yedeklemek ve bunu laiklik bahanesiyle meşrulaştırmak istiyorlar. Ancak tüm çabalara rağmen geniş halk kitleleri bu korku propagandası tarafından esir alınamamıştır. Dolayısıyla “şeriat geliyor” vaveylası bir türlü gelmeyen kıyamet alametlerine yeni bir tanesinin daha eklenmesinden başka şey değildir. Oynanan “Malezyalaşıyoruz” parodisi de “İranlaşıyoruz” parodisi gibi alkışsız sona erecektir.

İşçi sınıfının bakış açısı
Medeniyetler çatışması ya da ılımlı İslam gibi, dünya işçi sınıfını medeniyet, din ya da kültür farklılıkları üzerinden bölmeyi ve böylece birbirine düşmanlaştırmayı ve kendi arkalarına yedeklemeyi hedefleyen emperyalist-kapitalist güçlere karşı uyanık olunmalıdır. Şu çok açık ki, bu noktada özellikle Batılı komünistlere ve işçi sınıfına büyük görevler düşüyor. Batılı işçi sınıfı ve onun öncüleri olan komünistler, başta Müslümanlar olmak üzere Doğu halklarının aşağılanmasına, hor görülmesine karşı şiddetle mücadele etmeli ve bir burjuva tuzak olan Batılıların üstün kimseler olduğu böbürlenmesini yıkarak dünya işçi sınıfının kardeşleşmesinin önünü açmalıdırlar. Eğer Batılı komünistler burjuva ideolojisine karşı gerekli uyanıklığı gösterip mücadele yürütmezlerse ve hatta onun etkisinde –Fransız sosyalistlerinin başörtüsü yasağını desteklemesi gibi– kalırlarsa, bu, gerçekten de uluslararası işçi sınıfı için bir felâket olur.

Buna mukabil, Doğu’nun komünistleri ve işçi sınıfı da uyanık olmalı ve kendi egemen sınıflarının oyununa gelmemelidir. Zira Doğulu egemen kapitalist güçler de, işçi-emekçi kitleler üzerindeki baskı ve sömürüyü devam ettirmek ve emperyalist paylaşım sofrasında kendilerine yer açmak üzere giriştikleri manevraları gözlerden ırak tutmak için, “tüm kötülüklerin müsebbibi Batıdır” yollu bir demagojiye başvurmaktalar. Batıyı şeytanlaştıran ve kendilerini sözümona anti-emperyalist ilan eden İslamcı kapitalist güçler buna örnektir. Ve ne yazık ki, Ortadoğu’nun despotik yönetimleri altında inleyen emekçi kitleler başka bir çıkış göremedikleri için söz konusu İslamcı güçlere bir umut olarak sarılmaktalar. Oysa İslamiyetin ardına saklanan Doğu’nun bu sermaye güçleri de, aynı Batılı güçler gibi, halkları din ve kültür temelinde bölerek kendi egemen çıkarları için savaştırmak istiyorlar. Yani Batılı komünistlere düşen görev ne ise Doğulu komünistlere düşen görev de odur: burjuvazinin oyunlarını boşa çıkartmak ve uluslararası işçi sınıfının birliğini sağlamak!


--------------------------------------------------------------------------------



[1] bkz. İlkay Meriç, Emperyalizm ve Papalık, MT, Kasım 2006

[2] akt. Edward Said, Şarkiyatçılık, Metis Y., s.42-43

[3] age, s.229

[4] age, s.231

[5] age, s.226

[6] Bernard Lewis’ten aktaran: Abdelwahab Meddeb, İslamın Hastalığı, Metis, Y., s.158

[7] bkz: Levent Toprak, Medeniyetler Çatışması mı, Emperyalist Saldırganlık mı? MT, Mart 2006

[8] Thomas M. Barnett, Pentagon’un Yeni Haritası: 21. Yüzyılda Savaş ve Barış, 1001 Kitap Y., s. 395-96



(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:31, Ekim 2007)

Cuma, Ekim 19, 2007

İRAN'A ŞERİAT 'DEMOKRASİ' VE 'ÖZGÜRLÜK' VAATLERYLE GELDİ [ Soner YALÇIN // Hürriyet 23 Eylül 2007 ] Qaynaq:www.68dayanisma.org

BU MEQALENİ SOLCULAR VE AYDİNLARİ YALNİŞ ANALİZLERDEN KORUMAK İÇİN YAYİMLAYİRİQ.(AZKOB)
***********************


İRAN'A ŞERİAT 'DEMOKRASİ' VE 'ÖZGÜRLÜK' VAATLERYLE GELDİ [ Soner YALÇIN // Hürriyet 23 Eylül 2007 ]
İran’a şeriat ’demokrasi’ ve ’özgürlük’ vaatleriyle geldi


AKP’nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye’nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu: "Darbe mi? Şeriat mı?" İşte Türkiye’nin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı; yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran’ın da gündemindeydi. İranlı solcular, demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı. Gelin İran’ın İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de, "mahalle baskısı" var mıymış görelim.


MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.
Şah’ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.

Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.

Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.

Şah’ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.

Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.

ÜZERİNDE DURMADIK

Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran’ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran’da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.

Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.

Pek üzerinde durmadık bu olayın, "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.

Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.

Haberi ciddiye almadık; "Üç beş sapsızın işi" dedik.

Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.

Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.

"Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.

Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı!

Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.

Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "İttifak" "Eylem Birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk.

GEÇİŞ SANCILARI SANDIK

Humeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.

Şiraz’da "İslam Mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran’da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.

Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu.

Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..

Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu sonuncusu" diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.

Kızların evlenme yaşı 18’den 13’e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.

Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.

Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı.

Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.

Hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık.

REFERANDUM OYUNU

Üç ay önce Humeyni, Paris’te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.

Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.

Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı.

Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyeti’ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"

Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65’inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?

Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "İslam’a evet mi, hayır mı diyorsunuz?"

Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"

Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.

Sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi.

Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.

HALKI ANLAYAMADIK

Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.

Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "Ayendegan" Gazetesi’ni kapattırdılar. Sıra sonra "Keyhan" Gazetesi’ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.

Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu.

Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.

Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.

Örtünmek moda oldu!

Tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.

Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.

Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.

Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı.

Kaçanlardan biri de bendim.

Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.

(Not: Bu metin, Bahman Nirumand’ın "İran" kitabından derlenmiştir.)

Türkiye’nin İran benzerliği çok şaşırtıcı

ÖNCE bir tespit yapalım:

Diyorlar ki, "Türkiye, İran’a benzemez!"

Yanılıyorlar.

Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım:

19. yüzyılda İngiltere’nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı.

İki ülke de tarım ülkesiydi.

20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi.

Her iki ülke 1920’lerde yeni liderleriyle yönetildi:

İran’da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti.

Türkiye’nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk’tü.

Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar.

Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı.

İran 1940’ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti.

İran’da 1951’de, Türkiye’de 1960’ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı.

İran’da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti.

CIA, İran’daki darbeci Musaddık’ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi’yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti.

Türkiye, 1961’de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı.

1960’lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu.

Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi.

Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı.

Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi.

YEŞİL KUŞAK PROJESİ

Burada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970’li yılların son dönemini bir hatırlayalım.

Sovyetler Birliği, Afganistan’a girmişti.

ABD’nin kontrolündeki Şah, İran’ı terk etmişti. Türkiye’de büyük bir sol dalga vardı.

Soğuk Savaş döneminde siz ABD’nin yerinde olsanız ne yaparsınız?

İran’da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler.

Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler.

ABD, Şah’tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran’da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı.

Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı.

ABD, Sovyetler Birliği’ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu.

Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu.

Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti’ne izin vermeyeceğim" diyordu.

Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar’ı destekliyordu.

Bahtiyar, ABD ve İngiltere’ye danıştı. Tabii ki destek alamadı.

Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi.

Sonunda Humeyni, Tahran’a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan’ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu.

Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti.

Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi.

Askerler bu kez Beni Sadr’ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı!

DESTEK ESNAFTAN

İran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963’te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye’ye sürgüne gönderilmişti.

Durum aslında bizim Nakşibendiler’e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse...

Türkiye’deki İslami hareketler ile İran’daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı?

Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:

Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı.

Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi.

Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık.

Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran’a benziyor mu?

Perşembe, Ekim 11, 2007

İSLAMCI SİYASAL HAREKETE KARŞI HALKIN AKTİF BİRLİĞİNİ SAĞLAMAK TARİHSEL BİR GÖREVDİR Rıza Yürükoğlu

BU MEQALE 1990 CİVARİNDA YAZİLMİŞ,ANCAQ HELEDE ÖNEMLİDİR.MEQALENİ BİZE GÖNDEREN ARKADAŞA TEŞEKKÜRLERİMİZİ BİLDİRİRİK. (AZKOB)





İSLAMCI SİYASAL HAREKETE KARŞI HALKIN AKTİF BİRLİĞİNİ SAĞLAMAK TARİHSEL BİR GÖREVDİR

Rıza Yürükoğlu

1. OLAN NEDİR?

Yerel seçimlerde şeriatçı RP Türkiye çapında %18, İstanbul’da %25 oy aldı. Böylece, Türkiye siyasal sahnesinde ciddi bir tehdit olarak belirdi. Bu İslamcı Refah Partisi’’ni öncelikle iyi tanımak ve tanımlamak gerekir. Doğru tanıma ve tanımlamada, özellikle iki yön büyük önem taşır. Birincisi, adlandırma, ikincisi tanımlamanın ölçeği.

ADLANDIRMA. Çeşitli ülkelerin yazarları, yıllardır, İslam devleti, şeriat devleti peşinde koşan akımlara ad koymaya çalışıyorlar. Bu çabalar arasında, akımı belirlemede üç ad öne çıkmıştır: Radikal İslam, İslamcı Köktencilik (Fundamentalism), İslamcı Siyasal Hareket. Bunlardan ilk ikisi, olguyu tam olarak anlatmamaktadır. Üçüncüsü ise, müslümanlığı ve müslümanları bir bütün olarak karşısına almadığından ve hareketin asıl olarak siyasallığının altını çizdiğinden dolayı, daha doğrudur.

TANIMLAMANIN ÖLÇEĞİ. RP’yi, yani İslamcı Siyasal Hareketi, Türkiye sınırları içinde bir olgu olarak ele alırsak, büyük bir yanlış yaparız. İslamcı Siyasal Hareket, dünyasal, uluslararası bir tehdittir. Dolayısıyla, hem hareketin gelişme nedenleri ülke içi koşullarla birlikte dünyasal gelişmelerde aranmalı, hem de önlemler hem ülke içi hem uluslararası düzeyde düşünülmelidir.

2. TÜRKİYE’DE İSLAMCI SİYASAL HAREKETİN GELİŞME NEDENLERİ

Önce bir noktanın altını yine çizelim ki, İslamcı Siyasal Hareket, siyasal bir harekettir. Dinle devleti bir yapmaya çalışmaktadır. Bu özelliği içinde baktığımızda, hareketin köklerinin Ortaçağlardan geldiğini görürüz. Ancak bu, tarihsel bir bilgilenmeden öteye yardımcı olmaz. İslamcı Siyasal Hareket, şeriat devleti anlayışı, Ortaçağ düşüncesinin ürünüdür, o dönemden bir kalıntıdır. Ancak, bugünkü gelişmesinin nedenleri bugünde aranmalı ve bulunmalıdır.

İslamcı Siyasal Hareketin günümüzdeki gelişme nedenlerini iki düzeyde ele almalıyız, dünya ve ülke düzeyinde.

Bugün dünyadaki tüm İslam toplumlarında, İslamcı Siyasal Harekette önemli bir canlanma görülüyor. Ancak bir noktayı iyi anlamak zorundayız, ki bu nokta bize dünyasal nedenler zincirini getirip verecektir: İslamcı Siyasal Hareket, asıl olarak, köylü toplumundan modern endüstriyel topluma dönüşme sürecindeki ülkelerde çok ciddi bir tehlikedir. Dünya çapındaki yeni ekonomik işbölümü, neo-liberalizm, dünyanın çeperlerinde belirli bir ekonomik gelişme ve yığınların beklentilerinde büyük bir yükseliş getirdi. Ancak, bu çeper ülkelerdeki halk sınıflarına somut olarak verdiği, henüz işsizlik ve yoksulluktan öteye gidemedi. Bunun yanısıra, bu toplumların küçük bir kesimi olağanüstü, abartmalı bir zenginlik içinde yaşamaya başladı. Bunlar, ilerici ideoloji ve siyasetin geçici de olsa büyük bir darbe yediği günümüzde, emekçilerde, bu duruma ve durumun ‘‘kaynağı’’olarak görünen metropol Batı’ya karşı gelenekçi tepkilere duyarlılık getirdi.

Sovyet devlet-bürokratik sosyalist sisteminin yıkılmasıyla, dünya emekçilerinin özlemlerine yanıt verebilen tek tutarlı ilerici ideoloji olan Marksizm, büyük bir siyasal bir darbe yedi. Dünya çapında bu alanda büyük bir boşluk doğdu. İşte, az ve orta gelişmiş ülkelerde gördüğümüz dinsel ideolojinin patlayışı böyle bir boşluğu değerlendirmektedir. İslam dini de, az ve orta gelişmiş ülkelerde yayılmış olduğundan, bu canlanıştan payına en çok düşen din olmaktadır. Bu ülkelerde yükselen İslamcı siyasal hareket, geneliyle küçük burjuva yığınların düzene tepkilerini kanalize ediyor. Ama kapitalizme ve emperyalizme karşı ilerici değil, gerici bir yöne kanalize ediyor. Bu hareketteki “düzen karşıtlığı’’na aldanmamak, bundan emekçiye yararlı bir düzen çıkabileceği hayaline kapılmamak gerekir. Şeriatçı hareket, Türkiye’nin de önündeki en büyük tehlikedir. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte, emekçi insanların tek kurtuluş yolu olan Marksizmin, geçici de olsa, çekiciliğini yitirmesinin yanısıra, burjuva-kapitalist ideoloji de uzun bir zamandır ölümcül bir kriz içindedir. Hatta Marksist ideolojinin yaşadığı geçici zorluklar bile kapitalist ideolojiyi canlandıramamıştır. Böyle bir ideoloji, İslam toplumlarında, bir de zaten güçsüz olan bir burjuvazi tarafından temsil edilmektedir. Bu ülkelerde burjuvazi, Batı’yla karşılaştırıldığında, her anlamda güçsüzdür, gaddardır, görgüsüzdür ve gösterişçidir.

Yine sözkonusu ülkelerde, dünyasal konjonktürün yanısıra, işçi sınıfı ve onun ideolojisi de güçsüzdür. Bazı ülkelerde sayısal olarak önemli oranlara ulaşmasına rağmen bu böyledir. Bu zayıflık, geçmişinin kısalığından, köyden hızlı katılımla bilinç ortalamasının sürekli aşağı çekilmesinden, örgütlenme alışkanlığının zayıflığından, vb., kaynaklanmaktadır.

Dolayısıyla, İslamcı Siyasal Hareket’in tehdit olarak doğduğu toplumlarda, toplumsal ve siyasal düzeylerde bir “hegemonya boşluğu”ndan sözedebiliriz.

İşçi sınıfı ve burjuvazinin böyle mevzilendiği ve ekonominin süregen bir “darboğaz-kriz-ilerleme” zincirinde boğuştuğu bu ülkelerde, uzun bir tarihsel geçmişi olan, tüm ülkeyi başından sonuna kapsamış ve gerçekten işleyen tek örgütlenme, dinsel örgütlenmedir: Camiler.

Şeriatçı hareketin Türkiye’de güçlenmesinin içsel nedenlerine gelirsek, bunların bazıları dünyasal nedenlerin izdüşümüdür, bazıları ülkemize özgü gelişmelerin sonuçlarıdır.

Türkiye’nin ekonomik büyümesi (ki küçümsenemez), çok büyük ölçüde emekçi sınıfların sırtından olmuştur. Dış sömürgelere sahip olmayan Türkiye burjuvazisi, her aşamada sermaye birikimini kendi halkının cebindekini alarak sağlamıştır. Bu durum, gerçekten hızlı ve güçlü bir endüstriyel gelişmenin yanısıra toplumda işsizliği, yoksulluğu ve geleceğe karşı güvensizliği inanılmaz boyutlara çıkarmıştır.

Türkiye’de, modern bir endüstriyel topluma dönüşme süreci, belirli bir plan ve program çerçevesinde yürütülmediğinden, tarımsal alanda büyük yığınlar için ekonomik yaşam çökmüş, dolayısıyla nüfus çökmüş, pek çok köy terkedilmiştir. Bunun karşısında kentler, yine plansız-programsız beton yığınları ve kentleri saran gecekondularda aşırı nüfus yığılması şeklinde büyümüştür. Sermayenin görünmez, akılsır erdirilmez gücü insanları hazan yaprakları gibi oradan oraya savurmaktadır. Emekçi insan kendi yaşamına, ailesinin kaderine bir nebze olsun hakim değildir. Bir gecede paranın değeri %30 düşmekte, ertesi gün dolar %50 yükselmektedir. “Kim”yapıyor, neden yapıyor? Sermayenin bu görünmez, akılsır ermez gücü emekçi insanda metafizik bir algılama, “kader” olarak yansımaktadır.

Bu resmin içine güncel bazı siyasal verileri de koymalıyız. 1980 darbesi ve ardından gelen siyasal yapılanma, merkez sağ ve merkez sol partiyi beş parçaya böldü. Bu yapay parçalanma, toplumda küçük desteğe sahip RP, MHP gibi partilerin göreceli önemini arttırdı. Bozuk düzene tek gerçek alternatif olan devrimci sol ise marjinalleşti.

Bu gelişmeler altında Türkiye de, ‘hegemonya boşluğu’ndan söz edilebilir bir duruma geldi.

Demokrat Parti’den bu yana, burjuva siyasetçilerinin çapsızlığını da önemle vurgulamalıyız. İsmet İnönü ve Erdal İnönü dışında, tüm siyasetçiler dini kendi siyasal çıkarlarına alet etmeye çalıştılar. Nakşibendilerin, Nurcuların, Süleymancıların, adlarını sıralamaya kalksak koca bir liste tutacak olan şeriat devleti yanlılarının ellerini öptüler, sırtlarını sıvazladılar. Cami yaptırma, imam-hatip, Kuran kursu açmayı siyasal çıkarları için şehvetle sürdürdüler. Bunları, dini devlete egemen kılmak için yapmadılar. Dinin kendi siyasetlerini desteklemesi için yaptılar. Bunların büyük çoğunluğu, “laik” siyasetçilerdi. Ama, sonradan yetme burjuvanın arsızlığı ve patolojik sınıfsal körlüğü içinde, dini siyasete alet etmenin, eninde sonunda siyaseti ve devleti dine alet etmeye dönüşeceğini göremediler. Ya da gördülerse de, günlük çıkarları için umursamadılar. Şeriatçı karanlık RP’’nin, Türkiye toplumuna bir tehdit durumuna gelmesinin başlıca siyasal sorumlusu, gelmiş geçmiş burjuva siyasetçileridir.

Görüldüğü gibi, şeriatçı partinin, İslamcı Siyasal Hareket’in ülkemizi ve toplumumuzu tehdit eder olmasının nedenleri “ilahi” değildir!

3. İSLAMCI SİYASAL HAREKET’İ İYİ TANIMALIYIZ

RP, yerel seçimlerde %18 oy aldı. Bunun yanısıra, MHP’nin de oyunu dışarda bırakırsak, toplumun %75’i bugün bir şeriat devletine karşıdır. Yani sorun, bazı aydınların gevelediği gibi, RP’den korkmak korkmamak değildir. Ancak karşımızdaki düşmanı iyi tanımak zorundayız. Bu noktada bir hata yaparsak, korkulacak günler işte o zaman gelir.

İslamcı Siyasal Hareket açısından, kendi tarihimizden ve dünya gelişmelerinden ders çıkarmalıyız. Yalnızca Osmanlı tarihi bile, Yavuz’un Çaldıran Seferi’nden Kurtuluş Savaşına kadar, toplumun ve devletin ne melun bir rakiple karşı karşıya olduğunu anlatmıyorsa, neyi anlatıyor? İslamcı siyasal hareket her ilerlemenin düşmanı, Anadolu insanının gerilikten kurtulmasının önündeki temel tarihsel engeldir.

Osmanlı tarihinin yanısıra, günümüzde Malezya, Filipinler, Endonezya, Mısır, Cezayir, Sudan ve İran’da olanlar da, nasıl her yönüyle tam bir demokrasi düşmanı akımla karşı karşıya olduğumuzu iyi anlatmaktadır. İslamcı Siyasal Hareket’in girdiği her yerden kan fışkırmaktadır. Önlemlerin zamanında, halkla beraber ve yetkin bir biçimde alınmadığı yerlerde ordular da bölünmekte ve toplum çaresiz bu karanlığın eline düşmektedir.

Dünya deneylerinden çıkan sonuçları da içerir bir biçimde, İslamcı Siyasal Hareket’in genel özelliklerini, “muhalefette” ve “iktidarda” diye ikiye ayırarak ele almakta yarar vardır.

Muhalefette İslamcı Siyasal Hareketin Özellikleri

1) Parti programında ne yazarsa yazsın, İslamcı Siyasal Hareket’in amacı, “İslam devleti” , yani “şeriat devleti” kurmaktır. Din ve devleti birleştirmek, devleti dine bağımlı kılmaktır.

2) Anti-laik bir harekettir. Laiklik onun için küfürdür, dinsizliktir. Tüm dünya örneklerinde gördüğümüz gibi, toplumsal tansiyonu arttırarak, toplumda her düzeyde çatışma yaratarak ve çatışmayı körükleyerek, tüm toplumu laikler ve dinciler olarak böler.

3) Bu hareket, yaşayabilmesi için sınıf gerçeğine ölesiye düşmandır. Toplumu, inananlar ve inanmayanlar olarak böldüğünden, sınıf gerçeğini gölgeler, geri iter ve sınıf potansiyelini düşürür.

4) Toplumun her düzeydeki demokratik kurumlarını böler ve parçalar. Dolayısıyla yine sınıf gerçeğini örtüler ve sınıf potansiyelini düşürür.

5) İslamcı Siyasal Hareket kimleri örgütlüyor?

a) Geleneksel yaşam biçiminden kopup kentlere yığılan ama yeni üretimde de yer tutamayan “köksüzleri” örgütlüyor.

b) Basit meta üreticisini, esnaf ve zanaatkarı, yani küçük burjuva üreticiyi örgütlüyor.

c) Hareketin asıl hareketlendirici gücü ve yönetim kadroları ise küçük işadamları, küçük kapitalistler, yani tekeldışı burjuvazidir.

6) Dolayısıyla, RP’nin sınıf özü, küçük kapitalistler (tekeldışı burjuvazi) ve bir ölçüde de esnaftır.

7) Bu hareket, “aydınlanma”ya, demokrasi, laiklik, kişisel özgürlükler gibi kavramlara tümüyle karşıdır.

8) Bu hareket, sınıf gerçeğine karşı olduğu gibi, ulus gerçeğine de karşıdır. Ümmeti savunur. Ulusal sınır tanımaz. Çünkü şu gerçeğin çok iyi farkındadır ki, yürüyüşünün önü belirli bir noktada kesilirse, giderek tüm dünyayı eline geçiremezse, kendisi çökecektir.

9) İşte bu nedenlerle, hiçbir devletin hiçbir yasal çerçevesini kabul etmez. Yasalar onun için yıkılması gereken şer unsurlarıdır.

10) Tam anlamıyla anti-demokratiktir. Başka türlü de olamaz.

11) Toplumda “vatandaş” kavramını tanımaz. Aile dışında hiçbir toplumsal birim tanımaz.

12) Bir cihat hareketidir. Kendi olmayan, kendisinin olmayan herşeye karşı, kan dökerek savaşmak zorundadır. Yapısı ve tanımı gereği barışcıl bir hareket olamaz. Erbakan’ın, “elli yılın intikamını almaya geliyoruz” sözleri bunu anlatır.

13) Tüm toplumu başından sonuna mutlak siyasallaştırır. (Bu kimilerine iyi birşey gelebilir ama asıl sonucu iktidarda iken ortaya çıkar, ki buna biraz sonra değineceğiz.)

14) Kültür, moral ve adalet diye bağırır, ama her adımında kültürsüzlük, moralsizlik ve adaletsizlik üretir.

15) Daha ilk baştan itibaren toplumun düşünme potansiyelini köreltir ve düşürür. Akıl, sorgulama ve mantık yerine, “mutlak”ı kabulu ve mutlak itaati koyar. Bununla topluma verdiği büyük zarar bir yana, kendisi örgütsel olarak büyük yarar sağlar. Rakiplerine oranla son derece disiplinlidir. Emir demiri keser.

16) Tüm toplumda şiddet kültü ve muhbirlik üretir. İran’da somut görüldüğü gibi, küçücük çocuklar İslam adına bilirbilmez şekilde anababalarını ihbar ederler.

17) Daha ilk başından totalist ve totaliter bir akımdır. Toplumsal yaşamın her alanına düzenleme getirir. Herşeyi tek bir “doğru”nun içine sıkıştırmaya kalkar.

İktidarda İslamcı Siyasal Hareket’in Özellikleri

Toplumsal ve Siyasal Yaşamda

1) Modern, laik (seküler) devlet yıkılır, yerine şeriata göre örgütlenmiş bir devlet getirilir.

2) Erkin yapısı değiştirilir. Erkte en büyük önemi ideolojik (dinsel) bölümler üstlenir.

3) Sürekli kriz içinde varolan bir devlet biçimi ortaya çıkar. Bu sürekli kriz, kapitalist altyapıyla üstyapının (yeni devlet) sürekli kavgasından kaynaklanır.

4) Aynı şekilde sürekli kriz ve tansiyon altında yaşayan bir toplum ortaya çıkar. Muhalefette iken yarattığı aşırı siyasallaşma giderek topluma yorar ve anti-tezini doğurur. Giderek apolitik bir toplum gelişir. İran’da seçimlere katılma oranının sürekli olarak düşmesi bunun kanıtıdır.

5) Tüm siyasal sistemi yok eder. Yerine şeriat organlarını getirir.

6) Siyasal erki bir din “ulu” sunun, ya da küçük bir gurup dinsel kastın (bir gurup hoca) elinde tekelleştirir. Bunun da çok önemli bir nedeni vardır. Muhalefetteyken kendisini destekleyen ve onu iktidara getiren toplumsal taban antagonist sınıf ve katmanlardan oluşmaktadır. Bu toplumsal tabanda, bu iktidar blokunda, antagonizmin yarattığı tansiyon sürekli olduğundan, küçük bir gurupta ya da tek kişide siyasal merkezileşmeye yükselmesi zorunludur.

7) Bu merkezileşmenin aracı olarak devlet, olabilen her yöne, her alana genişletilir. Sonuçta ortaya çıkan, mutlak totaliter bir devlettir.

8) Erbakan, “Balkanlar’da, Kıbrıs’da, Kafkaslar’da Hakka dayanan milli menfaatlerin korunması”ndan söz ediyor. Sözde emperyalizme karşı olan RP, kendisi İslam takkeli bir yayılmacıdır. “Refah’ın adil düzeni, bizi sömürecek, bizi savaşlarda öğütecek, bize haram, yani başka halkların alınterini yedirecek adi bir düzendir.” (Emine Engin)

Ekonomik Alanda

1) Devletin temel görevi üretimin dışsal koşullarını sağlamaktır. Ortaya çıkan totaliter anti-demokratik şeriat devleti ise kendi ideolojik biçimlenmesi gereği tam tersine üretimin dışsal koşullarında engeller yaratır.

2) Ekonomide değer yasasının işleyişi sınırlanır. Meta değişimi, değer üzerine oturmaz, keyfi kararlara bağlı olur. Bunun yanı sıra, ekonominin bazı bölümleri dinsel ideolojik bakışa göre geliştirilir ya da köreltilir. Dolayısıyla, İslam devletinde üretim ve değişimde bir çeşit anarşizm gelişir.

3) İslamcı Siyasal Hareket’in itici gücünü ve lider kadrosunu oluşturan küçük kapitalistler, ekonomiyi ve devleti ele geçirince değişir, kendisi büyük burjuvalığa yükselir. (İran’da olan budur.)

4) İslam devleti İran’da asgari ücreti 10 yıl dondurmuş, ardından gelen 3 yıl %10 arttırmış, 15.yılında da %300 arttırmak zorunda kalmıştır. Oysa fiyatlar %1000-3000 arasında artmıştır. Dolayısıyla, korkunç bir emek sömürüsü ve sermaye birikimi gözlenmektedir. Öteki ülkelerdeki eğilimlerle de birleştirince, yoğun bir enflasyonist politika ile ücretlerin dondurulmasının, İslam devletinin bir özelliği olduğunu söyleyebiliriz.

5) Fakat toplumun nesnel bir hukuksal çerçeveden yoksunluğu ve iktidar blokunun kendi içinde sürekli bir çekişme içinde olması nedeniyle çok yaygın olan güvensizlik duygusu, bu birikimin uzun dönemli yatırımlara akmasını engellemektedir. Ekonomik gelişme potansiyeli düşmektedir.

6) İyice büyümüş olan devletin ekonomiye yükü artmaktadır. Devlet gitgide daha fazla tüketici olmakta, bunun yanısıra devlet yatırımları da düşmektedir.

7) İslamcı hükümet para, zor kullanım, ve yasa araçlarını hiçbir zaman yerinde ve iyi kullanamamaktadır. Dolayısıyla endüstrileşmekte olan ya da kapitalistleşmiş günümüz toplumunu, 1300 yıl öncesinin yasa kitabıyla yönetmeye kalkmanın sonucunda, İslamcı burjuva hükümet, burjuva devletini zayıflatmaktadır.

Muhalefette iken kültür, moral ve adalet diye bağıran İslamcı Siyasal Hareket, iktidara geldiği ülkeyi tam bir ortaçağ karanlığı içine koymaktadır. Buna 3 örnek vereceğiz.

İran İçişleri Bakanlığı’nın geçtiğimiz aylarda yayınladığı rakamlara göre, 1993 yılında 60 milyonluk toplumda gazete satın alanların sayısı 700 binin altındadır. (Bu sayı Türkiye’de 4 milyon çevresindedir.)

Resmi sayılara göre, Horasan eyaletinde 1992 yılında 6 milyondan az olan nüfus içinde, 4000 kişi intihar etmiştir. Aynı tarihte tüm İngiltere için, ki nüfusu Horasan’ın 10 katı daha fazladır, bu rakam yalnızca 600’dür.

Hocatül İslam Muhammed Gazavi, Tahran’ın güney banliyölerinden Şehreray semtinin İslami yargıcı, baktığı bir davayla ilgili olarak 1993 Eylül ayında bir açıklama yaptı. İki kardeşi, bir adamı kaçırmak ve yakarak öldürmekten dolayı suçlu bulduğunu, fakat katilleri cezaevine göndermeyeceğini, çünkü onların müslüman olduğunu, öldürülen kişinin ise bir din sapkını Bahai olduğunu söyledi. Ölen insanın ailesine tazminat da ödenmeyeceğini sözlerine ekledi. İşte size şeriat devletinin kültürü, morali ve adaleti!

4. İSLAMCI SİYASAL HAREKET’E YAKLAŞIMIN DOĞRU ZEMİNİ NEDİR?

Son aylarda iyi görüldüğü gibi, Türkiye’de kafalar çok karışık. Hele hele aydın dediklerimiz, belkemiksizliklerinden, güç karşısında iyice şaşırmış durumdalar. Kimi “demokrat” kalkıyor, “oyum RP’’ye” diyor. Kimi komünist kalkıyor, “bunlarla ideolojik mücadele gerekir” diyor. Ama genellikle aydınlarımız (ne yazık ki bazı işçi aydınları da buna katılıyorlar), RP sorununu bir inanç özgürlüğü, demokrasi sorunu olarak görüyorlar.

Bu nasıl bir “demokrasi” anlayışıdır! Tam da ayakları yerden kesik küçük burjuva entellektüelinin sınıflarüstü “soyut” demokrasi anlayışı. Hiçbir özgürlük, hiçbir demokrasi sınırsız değildir. Her özgürlüğün, onu belirleyen bir çerçevesi, bir “referans noktası” vardır. Bunlar yoksa, özgürlük de yoktur.

RP sorununu bir inanç özgürlüğü, demokrasi sorunu olarak ele almaya kalkmak, kendini baştan yenilgiye mahkum eden bir yanlıştır. Öncelikle de metodolojik bir yanlıştır. Konuyu bu noktada tartışmak, tam da dinci siyasal hareketin istediği şeydir. “İnananların özgürlüğü, demokratik haklarımız” diye her fırsatta sızlananlar onlar değil midir?

Şeriatçı parti sorununa yaklaşımın tek doğru zemini, RP’nin özgürlükleri, demokratik hakları değil, modern laik demokratik devletin ilkeleri’dir.

RP’ye karşı sağlam bir ideolojik mücadele verilsin, düzgün yanıtlar getirilsin. Bu mürayi hareketin sahteciliği ortaya çıkarılsın, tamam. Bunlar gerçekten, mutlaka yapılmalıdır. Ancak, mücadelenin ana halkası, başlangıç ve bitiş noktası, laik devlet olmalıdır. Dinle devletin ayrılması, dinin de devletin de eğitimden elini çekmesi. Din bir siyasal faktör haline geldiğinde, bizler, hepimiz siyaseti, siyasal alanı, yani devleti tartışmak zorundayız. Siyaset, sınıflarla devletin ilişkisi alanıdır. Her sorunun formülasyonu, o sorunun çözümüdür. Dolayısıyla siyasal, devletsel düzeyde çağdaş insanların formüle edecekleri sorun, “laik devlet nedir, ne değildir” sorusudur. Tüm haklar ve özgürlükler, işte bu soruya verilecek yanıtın çerçevesi içinde biçimlenir, birer “hak” durumunu alır ve realize olur.

Yinelersek, şeriatçı partiye karşı yaklaşımın doğru zemini, tekil ve palyatif ve tanımlandığı ölçüt belirsiz özgürlükler ve haklar değildir. Özgürlüklerin ve tüm demokratik hakların varolabilme, yaşayabilme çerçevesi olan, bunların tanımlandığı ölçüt olan, modern laik demokratik devlettir.

Yukarıda sorunun formülasyonu onun çözümüdür dedik, ancak sorunu doğru formule edip laiklikle tartışmaya başlandığında da üç çarpık tutumla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla, formüle ettiğimiz soruda laiklik sözcüğü geçiyor ama soru yine düzgün formüle edilmiş olmuyor. (Bu üç çarpık tutumun ikisi kasıtlı, aydınlarınki ise bana dokunmayan yılan bin yaşasın ödlekliğinin sonucudur.)

Şimdi bu üç çarpık tutumu kısaca ele alalım.

1) RP bir yanda laikliği küfür olarak ele alıyor, emperyalizmin oyunu olarak değerlendiriyor, ama öte yanda basın ve TV’lerde duyguları sömürme fırsatı doğduğunda, “bu nasıl laiklik, devlet inananların dinine karışıyor, türbanımıza el uzatıyor, bize zulüm yapıyor” diye ağlıyor. Böylece, büyük bir demagoji yaparak, laikliği tartışmıyor, laikliği kendi “haklarına”, istemlerine eşitliyor. “İnananların inanma özgürlüğü”ne indirgiyor.

2) Aydınlarımız laikliği, tüm demokratik hak ve özgürlüklerin içinde vücut bulduğu toplumsal ve yasal bir çerçeve olarak değerlendirmiyor. Özgürlük ve demokrasiyi sınırsızlandırıyor, felsefi açıdan da, kendisi farkında olmasa bile, “zorunluluk ve özgürlük” ilişkisini reddetmiş oluyor. Ödlekliği onu bir çeşit “mutlak” özgürlük anlayışına, bir çeşit anarşizme götürüyor.

3) Üçüncü çarpık tutum ise, hangi partiden olurlarsa olsunlar, burjuva siyasetçilerinin ortak tutumudur. Özellikle yaşanan son yıllar hepimize gösterdi ki, bu siyaset adamları, bu devlet görevlileri dinle laiklik arasındaki, devletle cami arasındaki çizgiyi çekebilmekten uzaktırlar. Tutarlı davranılacaksa, ya dinin siyasete hiçbir düzeyde karıştırılmasına izin vermemek gerekir, ya da dinin siyaseti istediği gibi eline almasına izin vermek gerekir. Bunun ortası yoktur. Ya laiksin, ya anti-laiksin. Ancak, bizim hiçbir şekilde devlet adamı olamayan cüce siyasetçilerimiz, bu iki tutarlı ucu da benimseyemiyorlar. Dinin siyasete karıştırılmasına hiçbir düzeyde izin vermemek mi? Burjuva siyasetçileri bunu istemiyorlar, çünkü onlar devletin ve siyasetin tam anlamıyla özgür iradeye dayanmasını değil, bugün varolan durumun, dinin de desteğiyle toplumda genel kabul görmesini istiyorlar. Dinin devlete ve siyasete dolu dizgin, fanatikçe karışması mı? Burjuva siyasetçilerimiz bunu da istemiyorlar. Onlar istiyorlar ki, din bugün varolan şekliyle yarımyamalak laik devleti desteklesin. Ama devlet dine bağımlı bir duruma girmesin.

Oysa bizim at gözlüğü takmış siyasetçilerimiz şunu görmüyorlar ki, dini siyasete bir kere karıştırdın mı (ne kadar az karıştırırsan karıştır!), dinin siyasal konularda nasıl davranması gerektiğine “laikçe” karar vermeyi istemek, işte bu gerçekten en büyük hainliktir, “dinsizliktir”, zulümdür. Eğer dinden kendi siyasal kimliğine inanmayı anlamıyorsa, kim oy toplama adına dini siyasete şu kadarcık ya da bu kadarcık alet ederse, dine tüm konularda belirleyici rolü vermek zorunda olduğunu bilmelidir. Bir başka kapsamda söylenmiş bir sözü bu konuya da uyarlayabiliriz: “Azıcık din sömürücülüğü bile, azıcık hamileliğe benzer!” Eninde sonunda çocuk doğar. O da karşı-devrimdir, şeriat devletidir.

5. MODERN LAİK DEMOKRATİK DEVLET NEDİR?

RP, yalanlar üzerine kurulu bir partidir. Bu parti, laiklik (sekülarizm) kavramını da çarpıtmaktadır. Laikliği, yalnızca, “inananların inanma özgürlüğü” olarak tanımlamaya çalışmakta, dolayısıyla tek yanlı bir tanım yapmaktadır.

Laikliğin 3 temel ilkesi vardır:

1. Modern laik-demokratik devlet felsefesinin temel taşı, dinin, tümüyle devletin dışına çıkarılmasıdır. Ve de disel kuruluşlar, devletin fonlarından bir kuruş bile alamazlar.

2. Buna karşılık, devlet de, inananların inanç özgürlüğüne hiçbir biçimde karışamaz.

3. Devlet de, din de, eğitimden aynı derecede uzak tutulmalıdır. (Buna karşılık, isteyen inanç topluluğu kendi cebinden kendi okulunu açabilir.)

Bu 3 temel ilke, özellikle “aydınlanma çağı”nın büyük burjuva düşünürleri ve siyasetçileri tarafından, toplumsal gelişmenin dayattığı zorunluluklar nedeniyle geliştirilmiş ve laiklik kuramı ortaya çıkmıştır. Tüm uygar ülkeler laiklik kavramını kabul etmişlerdir. Ancak, bu ilkelerin ne denli tam uygulandığı, her ülkede, gerici sınıf ve katmanlarla, ileriyi temsil eden sınıf ve katmanların mücadelesi sonucunda belirlenmiştir. Ve yine her ülkede bu sınıf mücadelesi, ülkenin tarihsel ve ekonomik gerçekleri içinde yürümüştür.

Bu söylenenler ışığında Türkiye’ye bakarsak, hemen iki şey söyleyebiliriz. Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşuyla birlikte laiklik ilkesini benimsemiştir. Ancak ülkenin tarihsel gerçeklerinin baskısı altında bu ilke, topal, sakat uygulanmıştır. Toplumumuzun gelişmesi önünde tarihsel bir engel olan “ulema”yı denetim altına alma kaygusuyla, Kemalistler, doğru bir çözümlemeden kalkarak yanlış davranmışlar ve dini devletin içinde, “Diyanet” olarak örgütlemişlerdir. Zararlı sonuçları bugün ortaya çıkmıştır. “Ulema” ile mücadelenin yolu bu değildi. Laiklik ilkesini de zedelemeyecek, çok daha etkin seçimler vardı. Bugün de vardır.

İkincisi, devletin ve dinin eğitimden uzak durmaları noktasında, yine tarihsel ve ekonomik nedenlerle devlet farklı bir tutum almış ve son yıllara dek tüm eğitim sistemini üstlenmiştir. Bunun zorunluluğuna biz de katılırız. Cumhuriyet’in ilk 30 yılını düşünürseniz, o günlerdeki güçler dengesi içinde, devletin laik-Kemalist kadrolarının elinde olmayan bir eğitim sisteminin yalnızca molla-melle üreteceği açıktı. Sonra Türkiye, ekonomik gelişme düzeyi ve olanakları çok düşük bir ülkeydi, bugün de sorunlarını aşmış bir ülke değildir. Devletin eğitimden bugün bile tümüyle çekilmesi pek düşünülemez. Çekilirse, eğitim dincilere ve asıl olarak da zengin çocuklarına “hizmet” veren okul şirketlerine kalır. Yalnız, eğitimin devletin elinde olmasının getirdiği büyük zararlar da vardır. Dolayısıyla, yine bu noktada da, ülkenin ekonomik gerçeklerini unutmadan, laikliğin bu ilkesinin de tutarlı uygulanması yönünde alınabilecek çok önlem, atılabilecek çok adım vardır.

Türkiye parantezini burada kapatıp, tekrar laiklik kuramına dönelim. Şimdi, çeşitli alıntılarla, Marks ve Engels’in anlatımından, modern seküler devleti ele alacağız. Anti-komünist karşıtlar, ne desek bir kulp bulurlar ya, biz yine de belirtelim: Aşağıda okuyacağınız pasajlar, Marksizme, “komünizme” özgü fikirler değil, 1789 Büyük Fransız Devrimi’nden bu yana kurumlaşan laiklik kavramının tam ve tutarlı bir ele alınışıdır. Marks ve Engels, klasik düşünürler tarafından geliştirilen laiklik (sekülarizm) kavramını özetlemektedirler:

“Kilise’nin devletten tümüyle ayrılması. Devlet tarafından, ayrıcasız tüm dinsel topluluklara, özel kuruluşlar olarak davranılacaktır. Bunlar, kamu fonlarından herhangi bir destekten ve eğitime her türlü etkiden uzak tutulacaklardır. (Kendi fonlarıyla, kendi okullarını kurmaları ve oralarda kendi saçmalarını öğretmeleri yasaklanamaz.)” (Engels, 1891 Program Taslağı’nın Eleştirisi)

“Halkın devlet tarafından eğitilmesi’ne tümüyle karşı çıkılmalıdır. İlköğretim okullarına yapılacak harcamaları, öğretim personelinin niteliklerini, öğretilecek konuları vb. genel bir yasa ile belirlemek, ve, ABD’de yapıldığı gibi, bu yasal koşulların yerine getirilmesini devlet müfettişleri aracılığıyla denetlemek, devleti halkın eğiticisi olarak atamaktan çok başka birşeydir. Hatta, hükümet ve Kilise, okula herhangi bir etkide bulunmaktan eşit derecede dışlanmalıdır. Hele ki, Prusya-Alman İmparatorluğunda, ... tam tersine, gerçekte devletin halk tarafından çok sıkı bir eğitime ihtiyacı vardır.” (Gotha Programının Eleştirisi, Toplu Yapıtlar, İng. basım, c.24, s.97)

Din devletin dışına çıkartılacak, din görevlileri özel yaşama dönecek ve inananların bağışlarıyla geçimlerini sağlayacaklar. Tüm eğitim kurumları halka açılacak ve aynı zamanda dinin ve devletin tasallutundan kurtarılacak. Böylece, bilimler de, sınıfsal önyargılardan ve hükümetlerin baskılarından olabildiğince kurtarılmış olacak.

“Aynen devletin, kendisini devlet dininden kurtararak dinden kurtarması ve dini sivil toplumda kendi başına bırakması gibi, birey de, dini artık kamusal değil, özel bir sorun sayarak, kendisini siyasal olarak dinden kurtarır.

“(...)

“Nasıl, loncaların, korporasyonların ve zanaatlerin imtiyazları kaldırılınca, endüstriyel aktivite kalkmıyor, tam tersine gerçek endüstri ancak bu imtiyazlar kaldırıldıktan sonra başlıyorsa, ... nasıl, ticari imtiyazlar kaldırılınca ticaret kalkmıyor, asıl gerçekliğini serbest ticarette buluyorsa, bunun gibi, din de pratikteki evrenselliğini ancak imtiyazlı bir dinin olmadığı yerde geliştirir (Kuzey Amerika Devletleri’yle karşılaştırın).

“Modern ‘kamu sistemi’, gelişmiş modern devlet, ... bir imtiyazlar toplumuna değil, tam tersine, imtiyazların lağvedildiği ve yokedildiği bir topluma, ... yaşamsal öğelerin özgür bırakılmış olduğu gelişmiş sivil topluma dayanmaktadır. Burada, hiçbir ‘imtiyazlı ayrıcalık’ ne başka herhangi bir ayrıcalığın, ne de kamu sisteminin karşısında dikilmektedir.

“(...)

“Demokratik temsili devlette, ... imtiyazın yerini yasa almıştır.

“Dolayısıyla, yalnızca burada, özgür teori ile imtiyazın pratik geçerliliği arasında bir çelişki bulmayız. Tam tersine, imtiyazların pratikte kaldırılması, serbest endüstri, serbest ticaret, vb., hiçbir imtiyazlı ayrıcalığın kamu sistemine karşı durmadığı “özgür teori’’ye uyar - tam olarak gelişmiş modern devlet de yalnızca burada bulunur.

“(...)

“(Modern) devlet der ki, sivil yaşamın öteki öğeleri gibi, din de, ancak devlet onun siyasal olmadığını ilan ettiği ve dolayısıyla onu kendi başına bıraktığı zaman tüm kapasitesiyle var olmaya başlar. Bu öğelerin siyasal varoluşlarının feshedilmesi, örneğin, seçmenler için mülkiyet koşulu aramanın kaldırılmasıyla mülkiyetin (siyasallığının-R.Y.) feshedilmesi, devlet kilisesinin kaldırılmasıyla dinin (siyasallığının-R.Y.) feshedilmesi, ... bunların, bundan böyle rahatsız edilmeden kendi öz yasalarına uyan ve kapasitesinin sonuna kadar gelişen, en coşkun yaşamı anlamına gelir.’’ (Kutsal Aile)

“Gerçekten dinsel devlet, teokratik devlettir. Böyle devletlerin başı ya o dinin Allahı, Yahudi devletinde olduğu gibi Yahova’nın kendisi, ya Tibet’te olduğu gibi Allah’ın temsilcisi Dalai Lama olmalı, ya da ... tüm Hristiyan devletler, kendilerini, ‘şaşmaz kilise’ olan bir kiliseye bağlı kılmalıdırlar. Çünkü, Protestanlık’da olduğu gibi, kilisenin yüce bir başı yoksa, dinin yönetimi, hükümetin iradesine tapmakdan, yönetimin dininden başka birşey anlamına gelmez.

“Bir devlet, eğer eşit haklara sahip çeşitli itikatları içinde barındırıyorsa, belirli itikatların haklarını çiğnemeden, başka itikatların tüm izleyicilerini sapkın diye lanetleyen, her lokma ekmeği kişinin inancına bağımlı kılan, dogmayı, bireyler ve onların devletin vatandaşı olmaları arasındaki tek bağ yapan bir kilise olmadan artık dinsel devlet olamaz.

“Sağduyunun karşısında aciz kaldığı bir açmaz vardır:

“Ya Hristiyan devlet, rasyonel özgürlüğün gerçekleşmesi demek olan devlet kavramına denk düşüyordur ve o zaman, devletin, Hristiyan bir devlet olması için yalnızca rasyonel bir devlet olması gereklidir ve devleti, insan ilişkilerinin rasyonal karakterinden türetmek yeterlidir...; ya da rasyonel özgürlük devleti, Hristiyanlık’tan türetilemez ve o zaman, kötü bir devlet isteyemeyeceği için Hristiyanlığın böyle bir türetmeye niyet etmediğini ve rasyonel özgürlüğün gerçekleşmediği devletin kötü bir devlet olduğunu kabul edeceksiniz.

“Bu açmazı nasıl çözerseniz çözün, devletin din değil, özgür mantık temelinde inşa edilmesi gerektiğini kabul etmek zorunda kalacaksınız.

“Siyasal alanda felsefe, fiziğin, matematiğin, tıbbın ve her bilimin, kendi ilgi alanlarında yaptıklarından başka birşey yapmamıştır. Verulam’lı Bacon ... fiziği teolojiden kurtardı ve fizik bereketlendi. Nasıl fizikçiye dindar olup olmadığını sormazsanız, siyasetçiye de sormak için hiçbir nedeniniz yoktur.

“... Machiavelli ve Campanella, daha sonra Hobbes, Spinoza, Hugo Grotius, ta Rousseau, Fichte ve Hegel’e kadar hepsi, devlete insan gözüyle bakmaya ve onun doğal yasalarını, teolojiden değil, mantık ve deneyimden çıkarmaya başladılar. Böyle yaparak, Copernicus, Joshua’nın güneşe Gideon üzerinde, aya da Ajalon vadisinde sabit durmasını emretmiş olmasından ne kadar az yılmışsa, onlar da o kadar az yıldılar. Son sıralardaki felsefe, yalnızca Heraklit’in ve Aristo’nun başlattığı çalışmayı sürdürmüştür. ... Tabii, cehalet, ... tarihteki bu fikirlerin belirli bireylerin kafalarına bir gecede estiğini varsayar çünkü bunlar kendisine yenidir ve kendisi onlara bir gecede ulaşmıştır. Unutur ki, böyle yaparak kendisi, Montesquieu’yu, devletin en üstün değerinin dinsel değil, siyasal özelliği olduğunu ilan edecek kadar ciddiyetsiz olmakla suçlamayı görev bilen Sorbonne doktorunun eski rolünü üstlenmektedir.

“Daha önceki anayasa hukuku filozofları, devletin oluşumunu anlatırlarken içgüdülerden (ya hırs, ya da sürü içgüdüleri), ya da hatta, mantıktan, ama toplumsal mantıktan değil, bireyin mantığından hareket ederlerdi. Son zamanlardaki daha mükemmel felsefe, bütün fikrinden hareket ediyor. Devlete, içinde yasal, moral ve politik özgürlüğün gerçekleşmesi gereken ve devletin yasalarına uyarken bireysel vatandaşın, yalnızca kendi öz mantığının, insan aklının doğal yasalarına uyduğu muazzam bir organizma olarak bakıyor. (Marks, Kölnische Zeitung)

Laik Devlet Türkiye’’de Din, Mezhep, Tarikat ve İnanç Kavgalarının Tek Çözümüdür

Örneğin Türkiye’de 22 milyonun üzerinde bir Alevi topluluğu yaşamaktadır. Alevilerle Sünniler arasındaki karşıtlık, tarihte de, bugün de, en keskin şekilde inançsal karşıtlık olarak ortaya çıkmaktadır. Sivas katliamını daha dün yaşadık. Bu inançsal karşıtlık nasıl ortadan kaldırılabilir?

Hiç kimse kendi inancından, kendi doğrusundan vazgeçmeyeceğine göre, bu karşıtlık ancak karşıtlığı olanaksızlaştırarak ortadan kaldırılabilir. Peki, inançsal bir karşıtlık nasıl olanaksızlaştırılabilir? Devlette dini kaldırarak.

Değişik dinlere ve inançlara sahip insanlardan şu doğruyu kolayca kavramalarını ve içlerine sindirmelerini bekleyemeyiz: Değişik dinler ya da inançlar, insan aklının gelişmesinin değişik aşamalarından başka birşey değildir. İnsanlar bu doğruyu kavrasalardı, Müslümanla Hristiyanın, ya da Şafi ile Alevinin ilişkisi dinsel olmaktan çıkar, bilimsel ve insanı bir ilişki olurdu. Onların birliğini bilim sağlardı ve tabii bilimdeki çelişkiler yine bilim tarafından çözümlendiğinden, kavgalar en sonul şekliyle ortadan kalkardı. Bu olamadığına göre, günümüz dünyasında, günümüz sosyo-ekonomik sistemi içinde inanç kavgalarını kaldırmanın tek yolu gerçekten laik bir devlet kurmaktır.

Söylemek istediğimizi biraz daha açmaya çalışırsak, örneğin Alevi sorunu, tarihte, Alevilerin nasıl bir devlet altında yaşadıklarına bağlı olarak değişik biçimler almıştır. Osmanlı Devleti siyasal bir devlet değildi, dinsel bir devletti. Devletin başı, İslam’ın halifesiydi. Bu nedenle, Osmanlı devletinde Alevilik sorunu, tamamıyla teolojik bir sorundu. Osmanlı devletinde Alevi insan kendini, Sünni İslam’’ı temeli kabul etmiş olan devletle dinsel karşıtlık içinde buluyordu.

Türkiye Cumhuriyeti siyasal, anayasal, laik bir devlettir. Ancak, Cumhuriyetin laikliği, yukarda da değindiğimiz gibi, çeşitli tarihsel ve sınıfsal nedenlerle, topal bir laikliktir. Devletin dinden özgürleşmesi, yani siyasal özgürleşme eksik ve yarımdır. Tam bir laiklik sağlanamadığı için de, Alevi toplumunun inancı, düşüncesi ve yaşayış biçimi hâlâ büyük ölçüde dinsel karşıtlıkla karşılanmaktadır.

Ancak tüm ilke ve kurumlarıyla gerçekten laikleşmiş bir Türkiye devletinde, Alevilik sorunu tüm teolojik anlamını yitirecek ve gerçekten seküler bir konu, bir laiklik sorunu durumunu alacaktır. Devlet tam anlamıyla siyasal bir devlet olduğunda, yani dine karşı bir devlet gibi tutum aldığında, onu tüm ilişkilerinin dışına çıkardığında, Sünni-Alevi kavgası da yokolacaktır.

Laiklik Dinsizlik midir?

Dinin tam anlamıyla devletin dışına çıkartılmasının, yani dinden tam bir siyasal özgürleşmenin, dine zarar vermesi söz konusu mudur? İslamcı Siyasal Hareket, laikliği dinsizleşme olarak gösterme çabasındadır. Fakat örneğin ABD, İsveç gibi laikliğin günümüzde en tam uygulandığı ülkelere baktığımızda, dinin yalnızca varolmakla kalmadığını, canlı ve aktif bir yaşam da sürdürdüğünü görüyoruz. Yalnızca bu gerçek bile, şeriatçıların yalanına karşı en güzel yanıttır. Demek ki, devletin giderek daha tam laikleşmesinin, giderek daha demokratik bir devlet haline gelmesinin, dine getirdiği bir tehdit yoktur.

Yukarıdaki alıntılarda Marks’ın verdiği örnekleri hatırlarsak, örneğin seçilme hakkına sahip olabilmek için eskiden aranan “mülk sahibi olma’’ koşulunun kaldırılması, devlet açısından, mülkiyet fikrinin devlet dışına çıkartılması anlamına gelir. Tabii ki, mülkiyet fikrinin, mülk sahibi olma koşulunun devlet işlerinden dışarı çıkartılması, toplumdaki özel mülkiyeti ortadan kaldırmaz. Tersine, onu varsayar.

Aynı şekilde modern devlet, içine doğduğun aile, toplumsal rütbe, eğitim, meslek gibi farklılıkları da devlet işleyişinden uzaklaştırmıştır. Bunları, “siyasal olmayan’’ farklılıklar durumuna getirmiştir. Ama bu farklılıklar toplumda her zaman vardır. Devlet böyle yaparak, sivil toplumda ve özel yaşantıda pek çok farklılıklara sahip insanları, devlet kapısında eşitlemiştir. Devlet, böyle davranarak, siyasal devlet durumuna gelerek, bu binlerce farklılıklar karşısında kendi genelliğini ilan edebilmiştir. Devlet ancak böyle din, inanç, ırk, dil, doğum, meslek, rütbe gibi kesimsel farklılıkların üzerine çıkarak, kendini o toplumun tümünün devleti ilan edebilir, genelleştirebilir.

Görülüyor ki, dinden siyasal özgürleşme, imtiyazlı dini ortadan kaldırır ama dine dokunmaz ve karışmaz.

Laiklik Konusunda Son Bir Söz

Laik devlet, yani siyasal devlet, yani siyasal özgürleşme, insanlığın gelişiminde dev bir adımdır. İnsanın özgürleşmesinde göreceğimiz son biçim değildir ama kapitalizm altındaki insan özgürleşmesinin son biçimidir.

Laik devlet, insan özgürleşmesinin son biçimi değildir, çünkü, devletin kendisini dinden özgürleştirmesi, insanların kendilerini dinden özgürleştirmeleri anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla, hem de tam anlamıyla laik bir devlet altında yaşayabilirsin, kendini dinden siyasal olarak tam anlamıyla özgürleştirmiş olabilirsin, ama bunun olabilmesi için dini reddetmiş olman gerekmez. Demek ki, dinden siyasal özgürleşme, laiklik, insan özgürleşmesinin tümü değildir.

6. SON 25 YILIN DERSLERİ (YAPILMASI GEREKENLER)

Dünyanın hiçbir yerinde, İslama saldırarak İslamcı Siyasal Hareket’le mücadele edilememiştir. Türkiye’de de böyle bir mücadele yalnızca düşmanın değirmenine su akıtır. Bu hareketin gelişme nedenleri “ilahi’’ değildir, ona karşı getirilecek önlemler de “ilahi’’ olmamalıdır.

Son 25 yılın dünya dersleri gösteriyor ki, İslamcı Siyasal Hareket’i iktidara geldikten sonra defetmek son derece güçtür, onun kendi yaşam olanaklarını (tabii bu arada ülkenin insanı ve üretim güçleriyle birlikte) tüketmesini bekleme zorunluluğu vardır. Çünkü hiçbir muhalefete yaşam hakkı tanımayan, dine karşı en ufak bir eleştiriyi bile ölümle cezalandıran, totaliter bir devletle karşı karşıya olacağız.

Ancak, yine son 25 yılın dünya derslerinden yararlanan akıllı, esnek, toparlayıcı ve dinamik bir mücadeleyle bu ortaçağ karanlığının su yolları kurutulabilir, tehdidi ortadan kaldırılabilir.

Bunun için neler yapmalıyız?

1) İslamcı siyasal hareketin (bizde RP’nin) liderliği tam anlamıyla otokratiktir. Demagoji ve mürayilik dışında halkın istemlerini gerçekten içinde duymamakta, bu istemleri yükseltmemektedir. Bunları biz yapmalıyız. Emekçi halkın işsizlik, yoksulluk ve rüşvet karşısındaki haklı istemlerini ve bu istemlere çözüm yollarını biz yükseltmeliyiz.

Ülkemizde zengin giderek zenginleşiyor, yoksul giderek yoksullaşıyor. Bu gidişi engelleyecek varolanı bölüştürücü değil, zenginliği arttırıcı ve yayıcı bir program getirmeliyiz.

2) Bu hareket özgürlük, demokrasi ve insan hakları düşmanıdır. Bunları biz savunmalıyız. Ancak bizim savunduğumuz demokrasi, liberal burjuva politikacıların dem vurdukları demokrasiden her yönüyle farklı olmalı, dört yılda bir oy vermeyi değil, devletin ve toplumun her katında aktif yığın demokrasisini, katılımcılığı savunmalıdır.

Modern laik demokratik devletin çerçevesi içinde tam toplumsal ve siyasal adaleti ve özgürlüğü savunmalıyız.

3) İslamcı Siyasal Hareket’in devleti ele geçirdiği ülkelerde yaşananları en ince detayına kadar halkımızın bilgisine sunmalıyız. Herkese göstermeliyiz ki, “cehennem burada, şimdi!’’

4) Laiklik (sekülerizm) üzerinde çok geniş durmalıyız. Dinle devlet ayrımını, dinle eğitim ayrımını, bunun nedenlerini ve bunun demokrasiyle kopmaz bağını iyi anlatmalıyız.

Türban, sarık, kaftan kim ne giyerse giysin. Ama nerede? Evinde, özel yaşantısında, inanç kurumu içinde, devlette işini kovalarken. Ama devlet görevlisi, okul öğretmeni, okul öğrencisi işinin başında bunları giyememelidir. Bu istem demokratik hakların kısıtlanması değil, modern demokrasinin köşetaşı olan laikliğin gereğidir. Demokratik bir istemdir.

Bunun karşısında da, herkes kendi dinsel ihtiyaçlarına, işin içine polis burnunu sokmadan eğilebilmelidir.

5) Hemen bugünden, geniş temelli bir laik-demokratik hareket oluşturmalıyız. Bu geniş blokta, ya da cephede, modern laik demokratik devletin ilkeleri dışında hiçbir ideolojik açılım, katılım koşulu olarak öne sürülmemelidir. Bu birlikte, laikliği savunan müslümanlar, Aleviler, sendikalar, meslek kuruluşları, demokratik dernekler, Atatürkçüler, sosyal-demokratlar, komünistler ve laikliği savundukları oranda merkez sağ partiler yer almak zorundadırlar.

6) Karşımızdaki düşman uluslararası bir harekettir. Biz de onun karşısına, uluslararası dayanışma ve yardımlaşma ile çıkmalıyız.

7) Bu “Laik-Demokratik Türkiye’’ birliğinin temel belgisi, “Şeriatçı RP Kapatılmalı’’ olmalıdır. Biz, herkesin dinine, inancına saygılıyız. Ancak, dini devlete egemen kılmaya çalışmak gibi bir “demokratik hak’’ yoktur. Ne adına olursa olsun, böyle bir “özgürlük’’ vermeye de kimsenin hakkı yoktur. Dini devlete egemen kılmaya çalışanlar, tüm özgürlüklere, demokratik haklara ve insan haklarına karşı bir iş yapmaktadırlar. Adam öldürme özgürlüğü var mı? Hırsızlık serbest mi? Demokratik ülkelerde faşist partiler serbest mi? Bu nedenle, bu istem en demokratik bir istemdir. Dahası, bunlara karşı yasal yollarla önlem almak da meşrudur ve demokratiktir.

Bu noktada dikkat edilmesi gereken yön, yasaklamanın, ardına halkın muazzam desteğinin yığıldığı bir yasaklama olmasıdır. Yalnızca meclis çoğunluğuna dayanan bürokratik bir yasaklama, halkı ikna etmemiş olacağından, yarardan çok zarar getirir. Bu nedenle, “Şeriatçı RP kapatılmalı’’ belgisinin ülkenin her köşesinden yükselmesi için çalışmalıyız.

“Şeriatçı RP kapatılmalı’’ kampanyasını, dine karşı bir cihat biçiminde anlamaya kalkacaklarla ciddi bir mücadele yürütülmelidir. Bizler toplumun laik demokratik güçleri olarak insanımızın inançlarına saygılıyız.

9) RP’’ye oy veren emekçileri RP kimliğinden ayrı tutan bir yaklaşım içinde olmalıyız.

10) Tüm toplumda akşam kursları, seminerler, sendika ve dernek eğitimleri vb yoluyla laiklik, inanç özgürlüğü ve modern devlet konularında yoğun bir eğitim seferberliğine girişilmelidir.

11) İmam-hatip okulları devletin eğitim sistemi dışına çıkarılmalıdır. İnananların vereceği paralar bunların ne kadarını açık tutabiliyorsa o kadarı açık kalır.

7. SONUÇ

Tüm dünya deneyleri göstermektedir ki, İslamcı Siyasal Hareket’in daha iktidara geliş sürecinde, büyük miktarda kan akıyor. Devleti ele aldıktan sonra ise, kendi iç çelişkileri içinde iyice zayıflayarak iktidardan düşürülmesine kadar çok zaman geçmesi gerekiyor ve yine çok kan akıyor. Ama böyle de olsa görülüyor ki, İslamcı Siyasal Hareket, devleti elinde tuttuğu süre içinde onu aşırı zayıflatıyor. En başta insan olmak üzere tüm üretici güçler eziliyor. Böyle ülkeler çağdaş dünya standardından daha da kopuyor. Yani sonunda o “adil’’ düzenlerini, toplumun, onların boğazlarından aşağı tıkması için gereken herşeyi yapıyorlar. İktidara gelseler de yıkılacaklar. Hem de ne yıkılma!

Ancak istenen bu olmamalıdır. Hele komünistler böyle bir yolu hiçbir zaman istemezler. Çünkü gerçek adaletli, özgürlükçü, demokratik ve sömürüsüz düzen olan sosyalizme ülkenin yıkımıyla değil, gelişmesiyle varılacaktır. Bu nedenle, İslamcı Siyasal Hareket’e iktidar şansı veren ekonomik, toplumsal ve siyasal unsurları hızla yok etmeliyiz. Bunun için de, en başta ve hemen tüm laik-demokratik güçlerle her alanda, her düzeyde, her çapta cepheleşmenin, bloklaşmanın, birleşmenin yolları bulunmalıdır.

İşçi emekçi semtlerinde gecekondularda, fabrikalarda, okullarda “devrimci” gürültüden uzak, kibirli homurtularla değil, somut veriye dayalı, teşhir ve aydınlatma çalışması yürütecek, taban çalışması yürütecek bir cephe. Halkın hareketi ile şeriatçı partinin sistem dışına atılması. Bu mücadeleye katılan yayın organları arasında yardımlaşma, dayanışma ve işlevsel işbölümü.

Modern laik-demokratik devlet kavramı, Heraklit ve Aristo’yla başlayan, Machiavelli, Voltaire, Rousseau, Montesquieu’yle, 1789 Büyük Fransız devriminin fikirleriyle, Hobbes, Spinoza, ve Hegel’le beslenen, 1871 Paris Komünü’nde pratik olarak uygulanan, insanlığın bilgi ve kültür hazinesinin en önemli bir tepesidir.

İslamcı siyasal hareket, şeriat devleti anlayışı ise tam anlamıyla cehaletten beslenmektedir. Bu cehaletle, soruna uygun yöntemlerle, ama olağanüstü enerjik bir mücadele yürütmek zorunludur, tarihsel görevdir. Yoksa, cehalet bir şeytandır, korkarız ki daha birçok trajedinin nedeni olacaktır!