Perşembe, Ekim 11, 2007

İSLAMCI SİYASAL HAREKETE KARŞI HALKIN AKTİF BİRLİĞİNİ SAĞLAMAK TARİHSEL BİR GÖREVDİR Rıza Yürükoğlu

BU MEQALE 1990 CİVARİNDA YAZİLMİŞ,ANCAQ HELEDE ÖNEMLİDİR.MEQALENİ BİZE GÖNDEREN ARKADAŞA TEŞEKKÜRLERİMİZİ BİLDİRİRİK. (AZKOB)





İSLAMCI SİYASAL HAREKETE KARŞI HALKIN AKTİF BİRLİĞİNİ SAĞLAMAK TARİHSEL BİR GÖREVDİR

Rıza Yürükoğlu

1. OLAN NEDİR?

Yerel seçimlerde şeriatçı RP Türkiye çapında %18, İstanbul’da %25 oy aldı. Böylece, Türkiye siyasal sahnesinde ciddi bir tehdit olarak belirdi. Bu İslamcı Refah Partisi’’ni öncelikle iyi tanımak ve tanımlamak gerekir. Doğru tanıma ve tanımlamada, özellikle iki yön büyük önem taşır. Birincisi, adlandırma, ikincisi tanımlamanın ölçeği.

ADLANDIRMA. Çeşitli ülkelerin yazarları, yıllardır, İslam devleti, şeriat devleti peşinde koşan akımlara ad koymaya çalışıyorlar. Bu çabalar arasında, akımı belirlemede üç ad öne çıkmıştır: Radikal İslam, İslamcı Köktencilik (Fundamentalism), İslamcı Siyasal Hareket. Bunlardan ilk ikisi, olguyu tam olarak anlatmamaktadır. Üçüncüsü ise, müslümanlığı ve müslümanları bir bütün olarak karşısına almadığından ve hareketin asıl olarak siyasallığının altını çizdiğinden dolayı, daha doğrudur.

TANIMLAMANIN ÖLÇEĞİ. RP’yi, yani İslamcı Siyasal Hareketi, Türkiye sınırları içinde bir olgu olarak ele alırsak, büyük bir yanlış yaparız. İslamcı Siyasal Hareket, dünyasal, uluslararası bir tehdittir. Dolayısıyla, hem hareketin gelişme nedenleri ülke içi koşullarla birlikte dünyasal gelişmelerde aranmalı, hem de önlemler hem ülke içi hem uluslararası düzeyde düşünülmelidir.

2. TÜRKİYE’DE İSLAMCI SİYASAL HAREKETİN GELİŞME NEDENLERİ

Önce bir noktanın altını yine çizelim ki, İslamcı Siyasal Hareket, siyasal bir harekettir. Dinle devleti bir yapmaya çalışmaktadır. Bu özelliği içinde baktığımızda, hareketin köklerinin Ortaçağlardan geldiğini görürüz. Ancak bu, tarihsel bir bilgilenmeden öteye yardımcı olmaz. İslamcı Siyasal Hareket, şeriat devleti anlayışı, Ortaçağ düşüncesinin ürünüdür, o dönemden bir kalıntıdır. Ancak, bugünkü gelişmesinin nedenleri bugünde aranmalı ve bulunmalıdır.

İslamcı Siyasal Hareketin günümüzdeki gelişme nedenlerini iki düzeyde ele almalıyız, dünya ve ülke düzeyinde.

Bugün dünyadaki tüm İslam toplumlarında, İslamcı Siyasal Harekette önemli bir canlanma görülüyor. Ancak bir noktayı iyi anlamak zorundayız, ki bu nokta bize dünyasal nedenler zincirini getirip verecektir: İslamcı Siyasal Hareket, asıl olarak, köylü toplumundan modern endüstriyel topluma dönüşme sürecindeki ülkelerde çok ciddi bir tehlikedir. Dünya çapındaki yeni ekonomik işbölümü, neo-liberalizm, dünyanın çeperlerinde belirli bir ekonomik gelişme ve yığınların beklentilerinde büyük bir yükseliş getirdi. Ancak, bu çeper ülkelerdeki halk sınıflarına somut olarak verdiği, henüz işsizlik ve yoksulluktan öteye gidemedi. Bunun yanısıra, bu toplumların küçük bir kesimi olağanüstü, abartmalı bir zenginlik içinde yaşamaya başladı. Bunlar, ilerici ideoloji ve siyasetin geçici de olsa büyük bir darbe yediği günümüzde, emekçilerde, bu duruma ve durumun ‘‘kaynağı’’olarak görünen metropol Batı’ya karşı gelenekçi tepkilere duyarlılık getirdi.

Sovyet devlet-bürokratik sosyalist sisteminin yıkılmasıyla, dünya emekçilerinin özlemlerine yanıt verebilen tek tutarlı ilerici ideoloji olan Marksizm, büyük bir siyasal bir darbe yedi. Dünya çapında bu alanda büyük bir boşluk doğdu. İşte, az ve orta gelişmiş ülkelerde gördüğümüz dinsel ideolojinin patlayışı böyle bir boşluğu değerlendirmektedir. İslam dini de, az ve orta gelişmiş ülkelerde yayılmış olduğundan, bu canlanıştan payına en çok düşen din olmaktadır. Bu ülkelerde yükselen İslamcı siyasal hareket, geneliyle küçük burjuva yığınların düzene tepkilerini kanalize ediyor. Ama kapitalizme ve emperyalizme karşı ilerici değil, gerici bir yöne kanalize ediyor. Bu hareketteki “düzen karşıtlığı’’na aldanmamak, bundan emekçiye yararlı bir düzen çıkabileceği hayaline kapılmamak gerekir. Şeriatçı hareket, Türkiye’nin de önündeki en büyük tehlikedir. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte, emekçi insanların tek kurtuluş yolu olan Marksizmin, geçici de olsa, çekiciliğini yitirmesinin yanısıra, burjuva-kapitalist ideoloji de uzun bir zamandır ölümcül bir kriz içindedir. Hatta Marksist ideolojinin yaşadığı geçici zorluklar bile kapitalist ideolojiyi canlandıramamıştır. Böyle bir ideoloji, İslam toplumlarında, bir de zaten güçsüz olan bir burjuvazi tarafından temsil edilmektedir. Bu ülkelerde burjuvazi, Batı’yla karşılaştırıldığında, her anlamda güçsüzdür, gaddardır, görgüsüzdür ve gösterişçidir.

Yine sözkonusu ülkelerde, dünyasal konjonktürün yanısıra, işçi sınıfı ve onun ideolojisi de güçsüzdür. Bazı ülkelerde sayısal olarak önemli oranlara ulaşmasına rağmen bu böyledir. Bu zayıflık, geçmişinin kısalığından, köyden hızlı katılımla bilinç ortalamasının sürekli aşağı çekilmesinden, örgütlenme alışkanlığının zayıflığından, vb., kaynaklanmaktadır.

Dolayısıyla, İslamcı Siyasal Hareket’in tehdit olarak doğduğu toplumlarda, toplumsal ve siyasal düzeylerde bir “hegemonya boşluğu”ndan sözedebiliriz.

İşçi sınıfı ve burjuvazinin böyle mevzilendiği ve ekonominin süregen bir “darboğaz-kriz-ilerleme” zincirinde boğuştuğu bu ülkelerde, uzun bir tarihsel geçmişi olan, tüm ülkeyi başından sonuna kapsamış ve gerçekten işleyen tek örgütlenme, dinsel örgütlenmedir: Camiler.

Şeriatçı hareketin Türkiye’de güçlenmesinin içsel nedenlerine gelirsek, bunların bazıları dünyasal nedenlerin izdüşümüdür, bazıları ülkemize özgü gelişmelerin sonuçlarıdır.

Türkiye’nin ekonomik büyümesi (ki küçümsenemez), çok büyük ölçüde emekçi sınıfların sırtından olmuştur. Dış sömürgelere sahip olmayan Türkiye burjuvazisi, her aşamada sermaye birikimini kendi halkının cebindekini alarak sağlamıştır. Bu durum, gerçekten hızlı ve güçlü bir endüstriyel gelişmenin yanısıra toplumda işsizliği, yoksulluğu ve geleceğe karşı güvensizliği inanılmaz boyutlara çıkarmıştır.

Türkiye’de, modern bir endüstriyel topluma dönüşme süreci, belirli bir plan ve program çerçevesinde yürütülmediğinden, tarımsal alanda büyük yığınlar için ekonomik yaşam çökmüş, dolayısıyla nüfus çökmüş, pek çok köy terkedilmiştir. Bunun karşısında kentler, yine plansız-programsız beton yığınları ve kentleri saran gecekondularda aşırı nüfus yığılması şeklinde büyümüştür. Sermayenin görünmez, akılsır erdirilmez gücü insanları hazan yaprakları gibi oradan oraya savurmaktadır. Emekçi insan kendi yaşamına, ailesinin kaderine bir nebze olsun hakim değildir. Bir gecede paranın değeri %30 düşmekte, ertesi gün dolar %50 yükselmektedir. “Kim”yapıyor, neden yapıyor? Sermayenin bu görünmez, akılsır ermez gücü emekçi insanda metafizik bir algılama, “kader” olarak yansımaktadır.

Bu resmin içine güncel bazı siyasal verileri de koymalıyız. 1980 darbesi ve ardından gelen siyasal yapılanma, merkez sağ ve merkez sol partiyi beş parçaya böldü. Bu yapay parçalanma, toplumda küçük desteğe sahip RP, MHP gibi partilerin göreceli önemini arttırdı. Bozuk düzene tek gerçek alternatif olan devrimci sol ise marjinalleşti.

Bu gelişmeler altında Türkiye de, ‘hegemonya boşluğu’ndan söz edilebilir bir duruma geldi.

Demokrat Parti’den bu yana, burjuva siyasetçilerinin çapsızlığını da önemle vurgulamalıyız. İsmet İnönü ve Erdal İnönü dışında, tüm siyasetçiler dini kendi siyasal çıkarlarına alet etmeye çalıştılar. Nakşibendilerin, Nurcuların, Süleymancıların, adlarını sıralamaya kalksak koca bir liste tutacak olan şeriat devleti yanlılarının ellerini öptüler, sırtlarını sıvazladılar. Cami yaptırma, imam-hatip, Kuran kursu açmayı siyasal çıkarları için şehvetle sürdürdüler. Bunları, dini devlete egemen kılmak için yapmadılar. Dinin kendi siyasetlerini desteklemesi için yaptılar. Bunların büyük çoğunluğu, “laik” siyasetçilerdi. Ama, sonradan yetme burjuvanın arsızlığı ve patolojik sınıfsal körlüğü içinde, dini siyasete alet etmenin, eninde sonunda siyaseti ve devleti dine alet etmeye dönüşeceğini göremediler. Ya da gördülerse de, günlük çıkarları için umursamadılar. Şeriatçı karanlık RP’’nin, Türkiye toplumuna bir tehdit durumuna gelmesinin başlıca siyasal sorumlusu, gelmiş geçmiş burjuva siyasetçileridir.

Görüldüğü gibi, şeriatçı partinin, İslamcı Siyasal Hareket’in ülkemizi ve toplumumuzu tehdit eder olmasının nedenleri “ilahi” değildir!

3. İSLAMCI SİYASAL HAREKET’İ İYİ TANIMALIYIZ

RP, yerel seçimlerde %18 oy aldı. Bunun yanısıra, MHP’nin de oyunu dışarda bırakırsak, toplumun %75’i bugün bir şeriat devletine karşıdır. Yani sorun, bazı aydınların gevelediği gibi, RP’den korkmak korkmamak değildir. Ancak karşımızdaki düşmanı iyi tanımak zorundayız. Bu noktada bir hata yaparsak, korkulacak günler işte o zaman gelir.

İslamcı Siyasal Hareket açısından, kendi tarihimizden ve dünya gelişmelerinden ders çıkarmalıyız. Yalnızca Osmanlı tarihi bile, Yavuz’un Çaldıran Seferi’nden Kurtuluş Savaşına kadar, toplumun ve devletin ne melun bir rakiple karşı karşıya olduğunu anlatmıyorsa, neyi anlatıyor? İslamcı siyasal hareket her ilerlemenin düşmanı, Anadolu insanının gerilikten kurtulmasının önündeki temel tarihsel engeldir.

Osmanlı tarihinin yanısıra, günümüzde Malezya, Filipinler, Endonezya, Mısır, Cezayir, Sudan ve İran’da olanlar da, nasıl her yönüyle tam bir demokrasi düşmanı akımla karşı karşıya olduğumuzu iyi anlatmaktadır. İslamcı Siyasal Hareket’in girdiği her yerden kan fışkırmaktadır. Önlemlerin zamanında, halkla beraber ve yetkin bir biçimde alınmadığı yerlerde ordular da bölünmekte ve toplum çaresiz bu karanlığın eline düşmektedir.

Dünya deneylerinden çıkan sonuçları da içerir bir biçimde, İslamcı Siyasal Hareket’in genel özelliklerini, “muhalefette” ve “iktidarda” diye ikiye ayırarak ele almakta yarar vardır.

Muhalefette İslamcı Siyasal Hareketin Özellikleri

1) Parti programında ne yazarsa yazsın, İslamcı Siyasal Hareket’in amacı, “İslam devleti” , yani “şeriat devleti” kurmaktır. Din ve devleti birleştirmek, devleti dine bağımlı kılmaktır.

2) Anti-laik bir harekettir. Laiklik onun için küfürdür, dinsizliktir. Tüm dünya örneklerinde gördüğümüz gibi, toplumsal tansiyonu arttırarak, toplumda her düzeyde çatışma yaratarak ve çatışmayı körükleyerek, tüm toplumu laikler ve dinciler olarak böler.

3) Bu hareket, yaşayabilmesi için sınıf gerçeğine ölesiye düşmandır. Toplumu, inananlar ve inanmayanlar olarak böldüğünden, sınıf gerçeğini gölgeler, geri iter ve sınıf potansiyelini düşürür.

4) Toplumun her düzeydeki demokratik kurumlarını böler ve parçalar. Dolayısıyla yine sınıf gerçeğini örtüler ve sınıf potansiyelini düşürür.

5) İslamcı Siyasal Hareket kimleri örgütlüyor?

a) Geleneksel yaşam biçiminden kopup kentlere yığılan ama yeni üretimde de yer tutamayan “köksüzleri” örgütlüyor.

b) Basit meta üreticisini, esnaf ve zanaatkarı, yani küçük burjuva üreticiyi örgütlüyor.

c) Hareketin asıl hareketlendirici gücü ve yönetim kadroları ise küçük işadamları, küçük kapitalistler, yani tekeldışı burjuvazidir.

6) Dolayısıyla, RP’nin sınıf özü, küçük kapitalistler (tekeldışı burjuvazi) ve bir ölçüde de esnaftır.

7) Bu hareket, “aydınlanma”ya, demokrasi, laiklik, kişisel özgürlükler gibi kavramlara tümüyle karşıdır.

8) Bu hareket, sınıf gerçeğine karşı olduğu gibi, ulus gerçeğine de karşıdır. Ümmeti savunur. Ulusal sınır tanımaz. Çünkü şu gerçeğin çok iyi farkındadır ki, yürüyüşünün önü belirli bir noktada kesilirse, giderek tüm dünyayı eline geçiremezse, kendisi çökecektir.

9) İşte bu nedenlerle, hiçbir devletin hiçbir yasal çerçevesini kabul etmez. Yasalar onun için yıkılması gereken şer unsurlarıdır.

10) Tam anlamıyla anti-demokratiktir. Başka türlü de olamaz.

11) Toplumda “vatandaş” kavramını tanımaz. Aile dışında hiçbir toplumsal birim tanımaz.

12) Bir cihat hareketidir. Kendi olmayan, kendisinin olmayan herşeye karşı, kan dökerek savaşmak zorundadır. Yapısı ve tanımı gereği barışcıl bir hareket olamaz. Erbakan’ın, “elli yılın intikamını almaya geliyoruz” sözleri bunu anlatır.

13) Tüm toplumu başından sonuna mutlak siyasallaştırır. (Bu kimilerine iyi birşey gelebilir ama asıl sonucu iktidarda iken ortaya çıkar, ki buna biraz sonra değineceğiz.)

14) Kültür, moral ve adalet diye bağırır, ama her adımında kültürsüzlük, moralsizlik ve adaletsizlik üretir.

15) Daha ilk baştan itibaren toplumun düşünme potansiyelini köreltir ve düşürür. Akıl, sorgulama ve mantık yerine, “mutlak”ı kabulu ve mutlak itaati koyar. Bununla topluma verdiği büyük zarar bir yana, kendisi örgütsel olarak büyük yarar sağlar. Rakiplerine oranla son derece disiplinlidir. Emir demiri keser.

16) Tüm toplumda şiddet kültü ve muhbirlik üretir. İran’da somut görüldüğü gibi, küçücük çocuklar İslam adına bilirbilmez şekilde anababalarını ihbar ederler.

17) Daha ilk başından totalist ve totaliter bir akımdır. Toplumsal yaşamın her alanına düzenleme getirir. Herşeyi tek bir “doğru”nun içine sıkıştırmaya kalkar.

İktidarda İslamcı Siyasal Hareket’in Özellikleri

Toplumsal ve Siyasal Yaşamda

1) Modern, laik (seküler) devlet yıkılır, yerine şeriata göre örgütlenmiş bir devlet getirilir.

2) Erkin yapısı değiştirilir. Erkte en büyük önemi ideolojik (dinsel) bölümler üstlenir.

3) Sürekli kriz içinde varolan bir devlet biçimi ortaya çıkar. Bu sürekli kriz, kapitalist altyapıyla üstyapının (yeni devlet) sürekli kavgasından kaynaklanır.

4) Aynı şekilde sürekli kriz ve tansiyon altında yaşayan bir toplum ortaya çıkar. Muhalefette iken yarattığı aşırı siyasallaşma giderek topluma yorar ve anti-tezini doğurur. Giderek apolitik bir toplum gelişir. İran’da seçimlere katılma oranının sürekli olarak düşmesi bunun kanıtıdır.

5) Tüm siyasal sistemi yok eder. Yerine şeriat organlarını getirir.

6) Siyasal erki bir din “ulu” sunun, ya da küçük bir gurup dinsel kastın (bir gurup hoca) elinde tekelleştirir. Bunun da çok önemli bir nedeni vardır. Muhalefetteyken kendisini destekleyen ve onu iktidara getiren toplumsal taban antagonist sınıf ve katmanlardan oluşmaktadır. Bu toplumsal tabanda, bu iktidar blokunda, antagonizmin yarattığı tansiyon sürekli olduğundan, küçük bir gurupta ya da tek kişide siyasal merkezileşmeye yükselmesi zorunludur.

7) Bu merkezileşmenin aracı olarak devlet, olabilen her yöne, her alana genişletilir. Sonuçta ortaya çıkan, mutlak totaliter bir devlettir.

8) Erbakan, “Balkanlar’da, Kıbrıs’da, Kafkaslar’da Hakka dayanan milli menfaatlerin korunması”ndan söz ediyor. Sözde emperyalizme karşı olan RP, kendisi İslam takkeli bir yayılmacıdır. “Refah’ın adil düzeni, bizi sömürecek, bizi savaşlarda öğütecek, bize haram, yani başka halkların alınterini yedirecek adi bir düzendir.” (Emine Engin)

Ekonomik Alanda

1) Devletin temel görevi üretimin dışsal koşullarını sağlamaktır. Ortaya çıkan totaliter anti-demokratik şeriat devleti ise kendi ideolojik biçimlenmesi gereği tam tersine üretimin dışsal koşullarında engeller yaratır.

2) Ekonomide değer yasasının işleyişi sınırlanır. Meta değişimi, değer üzerine oturmaz, keyfi kararlara bağlı olur. Bunun yanı sıra, ekonominin bazı bölümleri dinsel ideolojik bakışa göre geliştirilir ya da köreltilir. Dolayısıyla, İslam devletinde üretim ve değişimde bir çeşit anarşizm gelişir.

3) İslamcı Siyasal Hareket’in itici gücünü ve lider kadrosunu oluşturan küçük kapitalistler, ekonomiyi ve devleti ele geçirince değişir, kendisi büyük burjuvalığa yükselir. (İran’da olan budur.)

4) İslam devleti İran’da asgari ücreti 10 yıl dondurmuş, ardından gelen 3 yıl %10 arttırmış, 15.yılında da %300 arttırmak zorunda kalmıştır. Oysa fiyatlar %1000-3000 arasında artmıştır. Dolayısıyla, korkunç bir emek sömürüsü ve sermaye birikimi gözlenmektedir. Öteki ülkelerdeki eğilimlerle de birleştirince, yoğun bir enflasyonist politika ile ücretlerin dondurulmasının, İslam devletinin bir özelliği olduğunu söyleyebiliriz.

5) Fakat toplumun nesnel bir hukuksal çerçeveden yoksunluğu ve iktidar blokunun kendi içinde sürekli bir çekişme içinde olması nedeniyle çok yaygın olan güvensizlik duygusu, bu birikimin uzun dönemli yatırımlara akmasını engellemektedir. Ekonomik gelişme potansiyeli düşmektedir.

6) İyice büyümüş olan devletin ekonomiye yükü artmaktadır. Devlet gitgide daha fazla tüketici olmakta, bunun yanısıra devlet yatırımları da düşmektedir.

7) İslamcı hükümet para, zor kullanım, ve yasa araçlarını hiçbir zaman yerinde ve iyi kullanamamaktadır. Dolayısıyla endüstrileşmekte olan ya da kapitalistleşmiş günümüz toplumunu, 1300 yıl öncesinin yasa kitabıyla yönetmeye kalkmanın sonucunda, İslamcı burjuva hükümet, burjuva devletini zayıflatmaktadır.

Muhalefette iken kültür, moral ve adalet diye bağıran İslamcı Siyasal Hareket, iktidara geldiği ülkeyi tam bir ortaçağ karanlığı içine koymaktadır. Buna 3 örnek vereceğiz.

İran İçişleri Bakanlığı’nın geçtiğimiz aylarda yayınladığı rakamlara göre, 1993 yılında 60 milyonluk toplumda gazete satın alanların sayısı 700 binin altındadır. (Bu sayı Türkiye’de 4 milyon çevresindedir.)

Resmi sayılara göre, Horasan eyaletinde 1992 yılında 6 milyondan az olan nüfus içinde, 4000 kişi intihar etmiştir. Aynı tarihte tüm İngiltere için, ki nüfusu Horasan’ın 10 katı daha fazladır, bu rakam yalnızca 600’dür.

Hocatül İslam Muhammed Gazavi, Tahran’ın güney banliyölerinden Şehreray semtinin İslami yargıcı, baktığı bir davayla ilgili olarak 1993 Eylül ayında bir açıklama yaptı. İki kardeşi, bir adamı kaçırmak ve yakarak öldürmekten dolayı suçlu bulduğunu, fakat katilleri cezaevine göndermeyeceğini, çünkü onların müslüman olduğunu, öldürülen kişinin ise bir din sapkını Bahai olduğunu söyledi. Ölen insanın ailesine tazminat da ödenmeyeceğini sözlerine ekledi. İşte size şeriat devletinin kültürü, morali ve adaleti!

4. İSLAMCI SİYASAL HAREKET’E YAKLAŞIMIN DOĞRU ZEMİNİ NEDİR?

Son aylarda iyi görüldüğü gibi, Türkiye’de kafalar çok karışık. Hele hele aydın dediklerimiz, belkemiksizliklerinden, güç karşısında iyice şaşırmış durumdalar. Kimi “demokrat” kalkıyor, “oyum RP’’ye” diyor. Kimi komünist kalkıyor, “bunlarla ideolojik mücadele gerekir” diyor. Ama genellikle aydınlarımız (ne yazık ki bazı işçi aydınları da buna katılıyorlar), RP sorununu bir inanç özgürlüğü, demokrasi sorunu olarak görüyorlar.

Bu nasıl bir “demokrasi” anlayışıdır! Tam da ayakları yerden kesik küçük burjuva entellektüelinin sınıflarüstü “soyut” demokrasi anlayışı. Hiçbir özgürlük, hiçbir demokrasi sınırsız değildir. Her özgürlüğün, onu belirleyen bir çerçevesi, bir “referans noktası” vardır. Bunlar yoksa, özgürlük de yoktur.

RP sorununu bir inanç özgürlüğü, demokrasi sorunu olarak ele almaya kalkmak, kendini baştan yenilgiye mahkum eden bir yanlıştır. Öncelikle de metodolojik bir yanlıştır. Konuyu bu noktada tartışmak, tam da dinci siyasal hareketin istediği şeydir. “İnananların özgürlüğü, demokratik haklarımız” diye her fırsatta sızlananlar onlar değil midir?

Şeriatçı parti sorununa yaklaşımın tek doğru zemini, RP’nin özgürlükleri, demokratik hakları değil, modern laik demokratik devletin ilkeleri’dir.

RP’ye karşı sağlam bir ideolojik mücadele verilsin, düzgün yanıtlar getirilsin. Bu mürayi hareketin sahteciliği ortaya çıkarılsın, tamam. Bunlar gerçekten, mutlaka yapılmalıdır. Ancak, mücadelenin ana halkası, başlangıç ve bitiş noktası, laik devlet olmalıdır. Dinle devletin ayrılması, dinin de devletin de eğitimden elini çekmesi. Din bir siyasal faktör haline geldiğinde, bizler, hepimiz siyaseti, siyasal alanı, yani devleti tartışmak zorundayız. Siyaset, sınıflarla devletin ilişkisi alanıdır. Her sorunun formülasyonu, o sorunun çözümüdür. Dolayısıyla siyasal, devletsel düzeyde çağdaş insanların formüle edecekleri sorun, “laik devlet nedir, ne değildir” sorusudur. Tüm haklar ve özgürlükler, işte bu soruya verilecek yanıtın çerçevesi içinde biçimlenir, birer “hak” durumunu alır ve realize olur.

Yinelersek, şeriatçı partiye karşı yaklaşımın doğru zemini, tekil ve palyatif ve tanımlandığı ölçüt belirsiz özgürlükler ve haklar değildir. Özgürlüklerin ve tüm demokratik hakların varolabilme, yaşayabilme çerçevesi olan, bunların tanımlandığı ölçüt olan, modern laik demokratik devlettir.

Yukarıda sorunun formülasyonu onun çözümüdür dedik, ancak sorunu doğru formule edip laiklikle tartışmaya başlandığında da üç çarpık tutumla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla, formüle ettiğimiz soruda laiklik sözcüğü geçiyor ama soru yine düzgün formüle edilmiş olmuyor. (Bu üç çarpık tutumun ikisi kasıtlı, aydınlarınki ise bana dokunmayan yılan bin yaşasın ödlekliğinin sonucudur.)

Şimdi bu üç çarpık tutumu kısaca ele alalım.

1) RP bir yanda laikliği küfür olarak ele alıyor, emperyalizmin oyunu olarak değerlendiriyor, ama öte yanda basın ve TV’lerde duyguları sömürme fırsatı doğduğunda, “bu nasıl laiklik, devlet inananların dinine karışıyor, türbanımıza el uzatıyor, bize zulüm yapıyor” diye ağlıyor. Böylece, büyük bir demagoji yaparak, laikliği tartışmıyor, laikliği kendi “haklarına”, istemlerine eşitliyor. “İnananların inanma özgürlüğü”ne indirgiyor.

2) Aydınlarımız laikliği, tüm demokratik hak ve özgürlüklerin içinde vücut bulduğu toplumsal ve yasal bir çerçeve olarak değerlendirmiyor. Özgürlük ve demokrasiyi sınırsızlandırıyor, felsefi açıdan da, kendisi farkında olmasa bile, “zorunluluk ve özgürlük” ilişkisini reddetmiş oluyor. Ödlekliği onu bir çeşit “mutlak” özgürlük anlayışına, bir çeşit anarşizme götürüyor.

3) Üçüncü çarpık tutum ise, hangi partiden olurlarsa olsunlar, burjuva siyasetçilerinin ortak tutumudur. Özellikle yaşanan son yıllar hepimize gösterdi ki, bu siyaset adamları, bu devlet görevlileri dinle laiklik arasındaki, devletle cami arasındaki çizgiyi çekebilmekten uzaktırlar. Tutarlı davranılacaksa, ya dinin siyasete hiçbir düzeyde karıştırılmasına izin vermemek gerekir, ya da dinin siyaseti istediği gibi eline almasına izin vermek gerekir. Bunun ortası yoktur. Ya laiksin, ya anti-laiksin. Ancak, bizim hiçbir şekilde devlet adamı olamayan cüce siyasetçilerimiz, bu iki tutarlı ucu da benimseyemiyorlar. Dinin siyasete karıştırılmasına hiçbir düzeyde izin vermemek mi? Burjuva siyasetçileri bunu istemiyorlar, çünkü onlar devletin ve siyasetin tam anlamıyla özgür iradeye dayanmasını değil, bugün varolan durumun, dinin de desteğiyle toplumda genel kabul görmesini istiyorlar. Dinin devlete ve siyasete dolu dizgin, fanatikçe karışması mı? Burjuva siyasetçilerimiz bunu da istemiyorlar. Onlar istiyorlar ki, din bugün varolan şekliyle yarımyamalak laik devleti desteklesin. Ama devlet dine bağımlı bir duruma girmesin.

Oysa bizim at gözlüğü takmış siyasetçilerimiz şunu görmüyorlar ki, dini siyasete bir kere karıştırdın mı (ne kadar az karıştırırsan karıştır!), dinin siyasal konularda nasıl davranması gerektiğine “laikçe” karar vermeyi istemek, işte bu gerçekten en büyük hainliktir, “dinsizliktir”, zulümdür. Eğer dinden kendi siyasal kimliğine inanmayı anlamıyorsa, kim oy toplama adına dini siyasete şu kadarcık ya da bu kadarcık alet ederse, dine tüm konularda belirleyici rolü vermek zorunda olduğunu bilmelidir. Bir başka kapsamda söylenmiş bir sözü bu konuya da uyarlayabiliriz: “Azıcık din sömürücülüğü bile, azıcık hamileliğe benzer!” Eninde sonunda çocuk doğar. O da karşı-devrimdir, şeriat devletidir.

5. MODERN LAİK DEMOKRATİK DEVLET NEDİR?

RP, yalanlar üzerine kurulu bir partidir. Bu parti, laiklik (sekülarizm) kavramını da çarpıtmaktadır. Laikliği, yalnızca, “inananların inanma özgürlüğü” olarak tanımlamaya çalışmakta, dolayısıyla tek yanlı bir tanım yapmaktadır.

Laikliğin 3 temel ilkesi vardır:

1. Modern laik-demokratik devlet felsefesinin temel taşı, dinin, tümüyle devletin dışına çıkarılmasıdır. Ve de disel kuruluşlar, devletin fonlarından bir kuruş bile alamazlar.

2. Buna karşılık, devlet de, inananların inanç özgürlüğüne hiçbir biçimde karışamaz.

3. Devlet de, din de, eğitimden aynı derecede uzak tutulmalıdır. (Buna karşılık, isteyen inanç topluluğu kendi cebinden kendi okulunu açabilir.)

Bu 3 temel ilke, özellikle “aydınlanma çağı”nın büyük burjuva düşünürleri ve siyasetçileri tarafından, toplumsal gelişmenin dayattığı zorunluluklar nedeniyle geliştirilmiş ve laiklik kuramı ortaya çıkmıştır. Tüm uygar ülkeler laiklik kavramını kabul etmişlerdir. Ancak, bu ilkelerin ne denli tam uygulandığı, her ülkede, gerici sınıf ve katmanlarla, ileriyi temsil eden sınıf ve katmanların mücadelesi sonucunda belirlenmiştir. Ve yine her ülkede bu sınıf mücadelesi, ülkenin tarihsel ve ekonomik gerçekleri içinde yürümüştür.

Bu söylenenler ışığında Türkiye’ye bakarsak, hemen iki şey söyleyebiliriz. Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşuyla birlikte laiklik ilkesini benimsemiştir. Ancak ülkenin tarihsel gerçeklerinin baskısı altında bu ilke, topal, sakat uygulanmıştır. Toplumumuzun gelişmesi önünde tarihsel bir engel olan “ulema”yı denetim altına alma kaygusuyla, Kemalistler, doğru bir çözümlemeden kalkarak yanlış davranmışlar ve dini devletin içinde, “Diyanet” olarak örgütlemişlerdir. Zararlı sonuçları bugün ortaya çıkmıştır. “Ulema” ile mücadelenin yolu bu değildi. Laiklik ilkesini de zedelemeyecek, çok daha etkin seçimler vardı. Bugün de vardır.

İkincisi, devletin ve dinin eğitimden uzak durmaları noktasında, yine tarihsel ve ekonomik nedenlerle devlet farklı bir tutum almış ve son yıllara dek tüm eğitim sistemini üstlenmiştir. Bunun zorunluluğuna biz de katılırız. Cumhuriyet’in ilk 30 yılını düşünürseniz, o günlerdeki güçler dengesi içinde, devletin laik-Kemalist kadrolarının elinde olmayan bir eğitim sisteminin yalnızca molla-melle üreteceği açıktı. Sonra Türkiye, ekonomik gelişme düzeyi ve olanakları çok düşük bir ülkeydi, bugün de sorunlarını aşmış bir ülke değildir. Devletin eğitimden bugün bile tümüyle çekilmesi pek düşünülemez. Çekilirse, eğitim dincilere ve asıl olarak da zengin çocuklarına “hizmet” veren okul şirketlerine kalır. Yalnız, eğitimin devletin elinde olmasının getirdiği büyük zararlar da vardır. Dolayısıyla, yine bu noktada da, ülkenin ekonomik gerçeklerini unutmadan, laikliğin bu ilkesinin de tutarlı uygulanması yönünde alınabilecek çok önlem, atılabilecek çok adım vardır.

Türkiye parantezini burada kapatıp, tekrar laiklik kuramına dönelim. Şimdi, çeşitli alıntılarla, Marks ve Engels’in anlatımından, modern seküler devleti ele alacağız. Anti-komünist karşıtlar, ne desek bir kulp bulurlar ya, biz yine de belirtelim: Aşağıda okuyacağınız pasajlar, Marksizme, “komünizme” özgü fikirler değil, 1789 Büyük Fransız Devrimi’nden bu yana kurumlaşan laiklik kavramının tam ve tutarlı bir ele alınışıdır. Marks ve Engels, klasik düşünürler tarafından geliştirilen laiklik (sekülarizm) kavramını özetlemektedirler:

“Kilise’nin devletten tümüyle ayrılması. Devlet tarafından, ayrıcasız tüm dinsel topluluklara, özel kuruluşlar olarak davranılacaktır. Bunlar, kamu fonlarından herhangi bir destekten ve eğitime her türlü etkiden uzak tutulacaklardır. (Kendi fonlarıyla, kendi okullarını kurmaları ve oralarda kendi saçmalarını öğretmeleri yasaklanamaz.)” (Engels, 1891 Program Taslağı’nın Eleştirisi)

“Halkın devlet tarafından eğitilmesi’ne tümüyle karşı çıkılmalıdır. İlköğretim okullarına yapılacak harcamaları, öğretim personelinin niteliklerini, öğretilecek konuları vb. genel bir yasa ile belirlemek, ve, ABD’de yapıldığı gibi, bu yasal koşulların yerine getirilmesini devlet müfettişleri aracılığıyla denetlemek, devleti halkın eğiticisi olarak atamaktan çok başka birşeydir. Hatta, hükümet ve Kilise, okula herhangi bir etkide bulunmaktan eşit derecede dışlanmalıdır. Hele ki, Prusya-Alman İmparatorluğunda, ... tam tersine, gerçekte devletin halk tarafından çok sıkı bir eğitime ihtiyacı vardır.” (Gotha Programının Eleştirisi, Toplu Yapıtlar, İng. basım, c.24, s.97)

Din devletin dışına çıkartılacak, din görevlileri özel yaşama dönecek ve inananların bağışlarıyla geçimlerini sağlayacaklar. Tüm eğitim kurumları halka açılacak ve aynı zamanda dinin ve devletin tasallutundan kurtarılacak. Böylece, bilimler de, sınıfsal önyargılardan ve hükümetlerin baskılarından olabildiğince kurtarılmış olacak.

“Aynen devletin, kendisini devlet dininden kurtararak dinden kurtarması ve dini sivil toplumda kendi başına bırakması gibi, birey de, dini artık kamusal değil, özel bir sorun sayarak, kendisini siyasal olarak dinden kurtarır.

“(...)

“Nasıl, loncaların, korporasyonların ve zanaatlerin imtiyazları kaldırılınca, endüstriyel aktivite kalkmıyor, tam tersine gerçek endüstri ancak bu imtiyazlar kaldırıldıktan sonra başlıyorsa, ... nasıl, ticari imtiyazlar kaldırılınca ticaret kalkmıyor, asıl gerçekliğini serbest ticarette buluyorsa, bunun gibi, din de pratikteki evrenselliğini ancak imtiyazlı bir dinin olmadığı yerde geliştirir (Kuzey Amerika Devletleri’yle karşılaştırın).

“Modern ‘kamu sistemi’, gelişmiş modern devlet, ... bir imtiyazlar toplumuna değil, tam tersine, imtiyazların lağvedildiği ve yokedildiği bir topluma, ... yaşamsal öğelerin özgür bırakılmış olduğu gelişmiş sivil topluma dayanmaktadır. Burada, hiçbir ‘imtiyazlı ayrıcalık’ ne başka herhangi bir ayrıcalığın, ne de kamu sisteminin karşısında dikilmektedir.

“(...)

“Demokratik temsili devlette, ... imtiyazın yerini yasa almıştır.

“Dolayısıyla, yalnızca burada, özgür teori ile imtiyazın pratik geçerliliği arasında bir çelişki bulmayız. Tam tersine, imtiyazların pratikte kaldırılması, serbest endüstri, serbest ticaret, vb., hiçbir imtiyazlı ayrıcalığın kamu sistemine karşı durmadığı “özgür teori’’ye uyar - tam olarak gelişmiş modern devlet de yalnızca burada bulunur.

“(...)

“(Modern) devlet der ki, sivil yaşamın öteki öğeleri gibi, din de, ancak devlet onun siyasal olmadığını ilan ettiği ve dolayısıyla onu kendi başına bıraktığı zaman tüm kapasitesiyle var olmaya başlar. Bu öğelerin siyasal varoluşlarının feshedilmesi, örneğin, seçmenler için mülkiyet koşulu aramanın kaldırılmasıyla mülkiyetin (siyasallığının-R.Y.) feshedilmesi, devlet kilisesinin kaldırılmasıyla dinin (siyasallığının-R.Y.) feshedilmesi, ... bunların, bundan böyle rahatsız edilmeden kendi öz yasalarına uyan ve kapasitesinin sonuna kadar gelişen, en coşkun yaşamı anlamına gelir.’’ (Kutsal Aile)

“Gerçekten dinsel devlet, teokratik devlettir. Böyle devletlerin başı ya o dinin Allahı, Yahudi devletinde olduğu gibi Yahova’nın kendisi, ya Tibet’te olduğu gibi Allah’ın temsilcisi Dalai Lama olmalı, ya da ... tüm Hristiyan devletler, kendilerini, ‘şaşmaz kilise’ olan bir kiliseye bağlı kılmalıdırlar. Çünkü, Protestanlık’da olduğu gibi, kilisenin yüce bir başı yoksa, dinin yönetimi, hükümetin iradesine tapmakdan, yönetimin dininden başka birşey anlamına gelmez.

“Bir devlet, eğer eşit haklara sahip çeşitli itikatları içinde barındırıyorsa, belirli itikatların haklarını çiğnemeden, başka itikatların tüm izleyicilerini sapkın diye lanetleyen, her lokma ekmeği kişinin inancına bağımlı kılan, dogmayı, bireyler ve onların devletin vatandaşı olmaları arasındaki tek bağ yapan bir kilise olmadan artık dinsel devlet olamaz.

“Sağduyunun karşısında aciz kaldığı bir açmaz vardır:

“Ya Hristiyan devlet, rasyonel özgürlüğün gerçekleşmesi demek olan devlet kavramına denk düşüyordur ve o zaman, devletin, Hristiyan bir devlet olması için yalnızca rasyonel bir devlet olması gereklidir ve devleti, insan ilişkilerinin rasyonal karakterinden türetmek yeterlidir...; ya da rasyonel özgürlük devleti, Hristiyanlık’tan türetilemez ve o zaman, kötü bir devlet isteyemeyeceği için Hristiyanlığın böyle bir türetmeye niyet etmediğini ve rasyonel özgürlüğün gerçekleşmediği devletin kötü bir devlet olduğunu kabul edeceksiniz.

“Bu açmazı nasıl çözerseniz çözün, devletin din değil, özgür mantık temelinde inşa edilmesi gerektiğini kabul etmek zorunda kalacaksınız.

“Siyasal alanda felsefe, fiziğin, matematiğin, tıbbın ve her bilimin, kendi ilgi alanlarında yaptıklarından başka birşey yapmamıştır. Verulam’lı Bacon ... fiziği teolojiden kurtardı ve fizik bereketlendi. Nasıl fizikçiye dindar olup olmadığını sormazsanız, siyasetçiye de sormak için hiçbir nedeniniz yoktur.

“... Machiavelli ve Campanella, daha sonra Hobbes, Spinoza, Hugo Grotius, ta Rousseau, Fichte ve Hegel’e kadar hepsi, devlete insan gözüyle bakmaya ve onun doğal yasalarını, teolojiden değil, mantık ve deneyimden çıkarmaya başladılar. Böyle yaparak, Copernicus, Joshua’nın güneşe Gideon üzerinde, aya da Ajalon vadisinde sabit durmasını emretmiş olmasından ne kadar az yılmışsa, onlar da o kadar az yıldılar. Son sıralardaki felsefe, yalnızca Heraklit’in ve Aristo’nun başlattığı çalışmayı sürdürmüştür. ... Tabii, cehalet, ... tarihteki bu fikirlerin belirli bireylerin kafalarına bir gecede estiğini varsayar çünkü bunlar kendisine yenidir ve kendisi onlara bir gecede ulaşmıştır. Unutur ki, böyle yaparak kendisi, Montesquieu’yu, devletin en üstün değerinin dinsel değil, siyasal özelliği olduğunu ilan edecek kadar ciddiyetsiz olmakla suçlamayı görev bilen Sorbonne doktorunun eski rolünü üstlenmektedir.

“Daha önceki anayasa hukuku filozofları, devletin oluşumunu anlatırlarken içgüdülerden (ya hırs, ya da sürü içgüdüleri), ya da hatta, mantıktan, ama toplumsal mantıktan değil, bireyin mantığından hareket ederlerdi. Son zamanlardaki daha mükemmel felsefe, bütün fikrinden hareket ediyor. Devlete, içinde yasal, moral ve politik özgürlüğün gerçekleşmesi gereken ve devletin yasalarına uyarken bireysel vatandaşın, yalnızca kendi öz mantığının, insan aklının doğal yasalarına uyduğu muazzam bir organizma olarak bakıyor. (Marks, Kölnische Zeitung)

Laik Devlet Türkiye’’de Din, Mezhep, Tarikat ve İnanç Kavgalarının Tek Çözümüdür

Örneğin Türkiye’de 22 milyonun üzerinde bir Alevi topluluğu yaşamaktadır. Alevilerle Sünniler arasındaki karşıtlık, tarihte de, bugün de, en keskin şekilde inançsal karşıtlık olarak ortaya çıkmaktadır. Sivas katliamını daha dün yaşadık. Bu inançsal karşıtlık nasıl ortadan kaldırılabilir?

Hiç kimse kendi inancından, kendi doğrusundan vazgeçmeyeceğine göre, bu karşıtlık ancak karşıtlığı olanaksızlaştırarak ortadan kaldırılabilir. Peki, inançsal bir karşıtlık nasıl olanaksızlaştırılabilir? Devlette dini kaldırarak.

Değişik dinlere ve inançlara sahip insanlardan şu doğruyu kolayca kavramalarını ve içlerine sindirmelerini bekleyemeyiz: Değişik dinler ya da inançlar, insan aklının gelişmesinin değişik aşamalarından başka birşey değildir. İnsanlar bu doğruyu kavrasalardı, Müslümanla Hristiyanın, ya da Şafi ile Alevinin ilişkisi dinsel olmaktan çıkar, bilimsel ve insanı bir ilişki olurdu. Onların birliğini bilim sağlardı ve tabii bilimdeki çelişkiler yine bilim tarafından çözümlendiğinden, kavgalar en sonul şekliyle ortadan kalkardı. Bu olamadığına göre, günümüz dünyasında, günümüz sosyo-ekonomik sistemi içinde inanç kavgalarını kaldırmanın tek yolu gerçekten laik bir devlet kurmaktır.

Söylemek istediğimizi biraz daha açmaya çalışırsak, örneğin Alevi sorunu, tarihte, Alevilerin nasıl bir devlet altında yaşadıklarına bağlı olarak değişik biçimler almıştır. Osmanlı Devleti siyasal bir devlet değildi, dinsel bir devletti. Devletin başı, İslam’ın halifesiydi. Bu nedenle, Osmanlı devletinde Alevilik sorunu, tamamıyla teolojik bir sorundu. Osmanlı devletinde Alevi insan kendini, Sünni İslam’’ı temeli kabul etmiş olan devletle dinsel karşıtlık içinde buluyordu.

Türkiye Cumhuriyeti siyasal, anayasal, laik bir devlettir. Ancak, Cumhuriyetin laikliği, yukarda da değindiğimiz gibi, çeşitli tarihsel ve sınıfsal nedenlerle, topal bir laikliktir. Devletin dinden özgürleşmesi, yani siyasal özgürleşme eksik ve yarımdır. Tam bir laiklik sağlanamadığı için de, Alevi toplumunun inancı, düşüncesi ve yaşayış biçimi hâlâ büyük ölçüde dinsel karşıtlıkla karşılanmaktadır.

Ancak tüm ilke ve kurumlarıyla gerçekten laikleşmiş bir Türkiye devletinde, Alevilik sorunu tüm teolojik anlamını yitirecek ve gerçekten seküler bir konu, bir laiklik sorunu durumunu alacaktır. Devlet tam anlamıyla siyasal bir devlet olduğunda, yani dine karşı bir devlet gibi tutum aldığında, onu tüm ilişkilerinin dışına çıkardığında, Sünni-Alevi kavgası da yokolacaktır.

Laiklik Dinsizlik midir?

Dinin tam anlamıyla devletin dışına çıkartılmasının, yani dinden tam bir siyasal özgürleşmenin, dine zarar vermesi söz konusu mudur? İslamcı Siyasal Hareket, laikliği dinsizleşme olarak gösterme çabasındadır. Fakat örneğin ABD, İsveç gibi laikliğin günümüzde en tam uygulandığı ülkelere baktığımızda, dinin yalnızca varolmakla kalmadığını, canlı ve aktif bir yaşam da sürdürdüğünü görüyoruz. Yalnızca bu gerçek bile, şeriatçıların yalanına karşı en güzel yanıttır. Demek ki, devletin giderek daha tam laikleşmesinin, giderek daha demokratik bir devlet haline gelmesinin, dine getirdiği bir tehdit yoktur.

Yukarıdaki alıntılarda Marks’ın verdiği örnekleri hatırlarsak, örneğin seçilme hakkına sahip olabilmek için eskiden aranan “mülk sahibi olma’’ koşulunun kaldırılması, devlet açısından, mülkiyet fikrinin devlet dışına çıkartılması anlamına gelir. Tabii ki, mülkiyet fikrinin, mülk sahibi olma koşulunun devlet işlerinden dışarı çıkartılması, toplumdaki özel mülkiyeti ortadan kaldırmaz. Tersine, onu varsayar.

Aynı şekilde modern devlet, içine doğduğun aile, toplumsal rütbe, eğitim, meslek gibi farklılıkları da devlet işleyişinden uzaklaştırmıştır. Bunları, “siyasal olmayan’’ farklılıklar durumuna getirmiştir. Ama bu farklılıklar toplumda her zaman vardır. Devlet böyle yaparak, sivil toplumda ve özel yaşantıda pek çok farklılıklara sahip insanları, devlet kapısında eşitlemiştir. Devlet, böyle davranarak, siyasal devlet durumuna gelerek, bu binlerce farklılıklar karşısında kendi genelliğini ilan edebilmiştir. Devlet ancak böyle din, inanç, ırk, dil, doğum, meslek, rütbe gibi kesimsel farklılıkların üzerine çıkarak, kendini o toplumun tümünün devleti ilan edebilir, genelleştirebilir.

Görülüyor ki, dinden siyasal özgürleşme, imtiyazlı dini ortadan kaldırır ama dine dokunmaz ve karışmaz.

Laiklik Konusunda Son Bir Söz

Laik devlet, yani siyasal devlet, yani siyasal özgürleşme, insanlığın gelişiminde dev bir adımdır. İnsanın özgürleşmesinde göreceğimiz son biçim değildir ama kapitalizm altındaki insan özgürleşmesinin son biçimidir.

Laik devlet, insan özgürleşmesinin son biçimi değildir, çünkü, devletin kendisini dinden özgürleştirmesi, insanların kendilerini dinden özgürleştirmeleri anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla, hem de tam anlamıyla laik bir devlet altında yaşayabilirsin, kendini dinden siyasal olarak tam anlamıyla özgürleştirmiş olabilirsin, ama bunun olabilmesi için dini reddetmiş olman gerekmez. Demek ki, dinden siyasal özgürleşme, laiklik, insan özgürleşmesinin tümü değildir.

6. SON 25 YILIN DERSLERİ (YAPILMASI GEREKENLER)

Dünyanın hiçbir yerinde, İslama saldırarak İslamcı Siyasal Hareket’le mücadele edilememiştir. Türkiye’de de böyle bir mücadele yalnızca düşmanın değirmenine su akıtır. Bu hareketin gelişme nedenleri “ilahi’’ değildir, ona karşı getirilecek önlemler de “ilahi’’ olmamalıdır.

Son 25 yılın dünya dersleri gösteriyor ki, İslamcı Siyasal Hareket’i iktidara geldikten sonra defetmek son derece güçtür, onun kendi yaşam olanaklarını (tabii bu arada ülkenin insanı ve üretim güçleriyle birlikte) tüketmesini bekleme zorunluluğu vardır. Çünkü hiçbir muhalefete yaşam hakkı tanımayan, dine karşı en ufak bir eleştiriyi bile ölümle cezalandıran, totaliter bir devletle karşı karşıya olacağız.

Ancak, yine son 25 yılın dünya derslerinden yararlanan akıllı, esnek, toparlayıcı ve dinamik bir mücadeleyle bu ortaçağ karanlığının su yolları kurutulabilir, tehdidi ortadan kaldırılabilir.

Bunun için neler yapmalıyız?

1) İslamcı siyasal hareketin (bizde RP’nin) liderliği tam anlamıyla otokratiktir. Demagoji ve mürayilik dışında halkın istemlerini gerçekten içinde duymamakta, bu istemleri yükseltmemektedir. Bunları biz yapmalıyız. Emekçi halkın işsizlik, yoksulluk ve rüşvet karşısındaki haklı istemlerini ve bu istemlere çözüm yollarını biz yükseltmeliyiz.

Ülkemizde zengin giderek zenginleşiyor, yoksul giderek yoksullaşıyor. Bu gidişi engelleyecek varolanı bölüştürücü değil, zenginliği arttırıcı ve yayıcı bir program getirmeliyiz.

2) Bu hareket özgürlük, demokrasi ve insan hakları düşmanıdır. Bunları biz savunmalıyız. Ancak bizim savunduğumuz demokrasi, liberal burjuva politikacıların dem vurdukları demokrasiden her yönüyle farklı olmalı, dört yılda bir oy vermeyi değil, devletin ve toplumun her katında aktif yığın demokrasisini, katılımcılığı savunmalıdır.

Modern laik demokratik devletin çerçevesi içinde tam toplumsal ve siyasal adaleti ve özgürlüğü savunmalıyız.

3) İslamcı Siyasal Hareket’in devleti ele geçirdiği ülkelerde yaşananları en ince detayına kadar halkımızın bilgisine sunmalıyız. Herkese göstermeliyiz ki, “cehennem burada, şimdi!’’

4) Laiklik (sekülerizm) üzerinde çok geniş durmalıyız. Dinle devlet ayrımını, dinle eğitim ayrımını, bunun nedenlerini ve bunun demokrasiyle kopmaz bağını iyi anlatmalıyız.

Türban, sarık, kaftan kim ne giyerse giysin. Ama nerede? Evinde, özel yaşantısında, inanç kurumu içinde, devlette işini kovalarken. Ama devlet görevlisi, okul öğretmeni, okul öğrencisi işinin başında bunları giyememelidir. Bu istem demokratik hakların kısıtlanması değil, modern demokrasinin köşetaşı olan laikliğin gereğidir. Demokratik bir istemdir.

Bunun karşısında da, herkes kendi dinsel ihtiyaçlarına, işin içine polis burnunu sokmadan eğilebilmelidir.

5) Hemen bugünden, geniş temelli bir laik-demokratik hareket oluşturmalıyız. Bu geniş blokta, ya da cephede, modern laik demokratik devletin ilkeleri dışında hiçbir ideolojik açılım, katılım koşulu olarak öne sürülmemelidir. Bu birlikte, laikliği savunan müslümanlar, Aleviler, sendikalar, meslek kuruluşları, demokratik dernekler, Atatürkçüler, sosyal-demokratlar, komünistler ve laikliği savundukları oranda merkez sağ partiler yer almak zorundadırlar.

6) Karşımızdaki düşman uluslararası bir harekettir. Biz de onun karşısına, uluslararası dayanışma ve yardımlaşma ile çıkmalıyız.

7) Bu “Laik-Demokratik Türkiye’’ birliğinin temel belgisi, “Şeriatçı RP Kapatılmalı’’ olmalıdır. Biz, herkesin dinine, inancına saygılıyız. Ancak, dini devlete egemen kılmaya çalışmak gibi bir “demokratik hak’’ yoktur. Ne adına olursa olsun, böyle bir “özgürlük’’ vermeye de kimsenin hakkı yoktur. Dini devlete egemen kılmaya çalışanlar, tüm özgürlüklere, demokratik haklara ve insan haklarına karşı bir iş yapmaktadırlar. Adam öldürme özgürlüğü var mı? Hırsızlık serbest mi? Demokratik ülkelerde faşist partiler serbest mi? Bu nedenle, bu istem en demokratik bir istemdir. Dahası, bunlara karşı yasal yollarla önlem almak da meşrudur ve demokratiktir.

Bu noktada dikkat edilmesi gereken yön, yasaklamanın, ardına halkın muazzam desteğinin yığıldığı bir yasaklama olmasıdır. Yalnızca meclis çoğunluğuna dayanan bürokratik bir yasaklama, halkı ikna etmemiş olacağından, yarardan çok zarar getirir. Bu nedenle, “Şeriatçı RP kapatılmalı’’ belgisinin ülkenin her köşesinden yükselmesi için çalışmalıyız.

“Şeriatçı RP kapatılmalı’’ kampanyasını, dine karşı bir cihat biçiminde anlamaya kalkacaklarla ciddi bir mücadele yürütülmelidir. Bizler toplumun laik demokratik güçleri olarak insanımızın inançlarına saygılıyız.

9) RP’’ye oy veren emekçileri RP kimliğinden ayrı tutan bir yaklaşım içinde olmalıyız.

10) Tüm toplumda akşam kursları, seminerler, sendika ve dernek eğitimleri vb yoluyla laiklik, inanç özgürlüğü ve modern devlet konularında yoğun bir eğitim seferberliğine girişilmelidir.

11) İmam-hatip okulları devletin eğitim sistemi dışına çıkarılmalıdır. İnananların vereceği paralar bunların ne kadarını açık tutabiliyorsa o kadarı açık kalır.

7. SONUÇ

Tüm dünya deneyleri göstermektedir ki, İslamcı Siyasal Hareket’in daha iktidara geliş sürecinde, büyük miktarda kan akıyor. Devleti ele aldıktan sonra ise, kendi iç çelişkileri içinde iyice zayıflayarak iktidardan düşürülmesine kadar çok zaman geçmesi gerekiyor ve yine çok kan akıyor. Ama böyle de olsa görülüyor ki, İslamcı Siyasal Hareket, devleti elinde tuttuğu süre içinde onu aşırı zayıflatıyor. En başta insan olmak üzere tüm üretici güçler eziliyor. Böyle ülkeler çağdaş dünya standardından daha da kopuyor. Yani sonunda o “adil’’ düzenlerini, toplumun, onların boğazlarından aşağı tıkması için gereken herşeyi yapıyorlar. İktidara gelseler de yıkılacaklar. Hem de ne yıkılma!

Ancak istenen bu olmamalıdır. Hele komünistler böyle bir yolu hiçbir zaman istemezler. Çünkü gerçek adaletli, özgürlükçü, demokratik ve sömürüsüz düzen olan sosyalizme ülkenin yıkımıyla değil, gelişmesiyle varılacaktır. Bu nedenle, İslamcı Siyasal Hareket’e iktidar şansı veren ekonomik, toplumsal ve siyasal unsurları hızla yok etmeliyiz. Bunun için de, en başta ve hemen tüm laik-demokratik güçlerle her alanda, her düzeyde, her çapta cepheleşmenin, bloklaşmanın, birleşmenin yolları bulunmalıdır.

İşçi emekçi semtlerinde gecekondularda, fabrikalarda, okullarda “devrimci” gürültüden uzak, kibirli homurtularla değil, somut veriye dayalı, teşhir ve aydınlatma çalışması yürütecek, taban çalışması yürütecek bir cephe. Halkın hareketi ile şeriatçı partinin sistem dışına atılması. Bu mücadeleye katılan yayın organları arasında yardımlaşma, dayanışma ve işlevsel işbölümü.

Modern laik-demokratik devlet kavramı, Heraklit ve Aristo’yla başlayan, Machiavelli, Voltaire, Rousseau, Montesquieu’yle, 1789 Büyük Fransız devriminin fikirleriyle, Hobbes, Spinoza, ve Hegel’le beslenen, 1871 Paris Komünü’nde pratik olarak uygulanan, insanlığın bilgi ve kültür hazinesinin en önemli bir tepesidir.

İslamcı siyasal hareket, şeriat devleti anlayışı ise tam anlamıyla cehaletten beslenmektedir. Bu cehaletle, soruna uygun yöntemlerle, ama olağanüstü enerjik bir mücadele yürütmek zorunludur, tarihsel görevdir. Yoksa, cehalet bir şeytandır, korkarız ki daha birçok trajedinin nedeni olacaktır!

Hiç yorum yok: