Perşembe, Ekim 11, 2007

“Tek Ülkede Sosyalizm” İddiası Sosyalizmin İnkârıdır (1) Elif Çağli

“Tek Ülkede Sosyalizm” İddiası Sosyalizmin İnkârıdır
1.bölüm

Elif Çağlı

13 Ocak 2007

Marksizmin kurucuları, dünya işçi devriminin gelişkin kapitalist ülkeleri kucaklayan sürekli devrimler sayesinde sosyalizme ilerleyebileceğini savunmuşlardı. Tarihte yaşananlar bunun doğruluğunu tersten de olsa kanıtladı. Bu durum çarpıcı ifadesini, proleter sosyalist devrimin Rusya gibi geri bir ülkede patlak vermesi ve Avrupa devriminin imdada yetişmemesi neticesinde biçimlenen koşullarda buldu. Her zaman olduğu gibi tarih yine düz bir çizgide ilerlememiş ve devrimci Marksistlerin önüne çözümlenmesi gereken yeni sorunları yığmıştı. İşçi devriminin Rusya’da sıkışıp kalmasının doğurduğu sonuçlar, “tek ülkede sosyalizm” tartışması bir yana, sosyalizme geçişin temel koşulu olan devrimci işçi iktidarının uzun süre tek başına yaşayamayacağı gerçeğini gözler önüne seriyordu.

Marksist teoriyi eğip bükmeye yeltenmeden, onu etkin bir düşünsel silah olarak kullanmayı becerenler için bu sorunların doğru tarzda kavranabilmesi imkânsız değildi. Nitekim, sosyalizm ve dünya devrimi gibi can alıcı konularda Marksizme sadakatle bağlı kalan Lenin ve Troçki gibi önderler, ortaya çıkan tehlikelere dikkat çektiler. Vahim olan, mevcut gerçekliğin Stalinist bürokrasi tarafından olması gereken zaten tam da buydu şeklinde çarpıtılarak sunulmasıydı. Burjuva cepheden gelen saldırıları bir tarafa koyacak olursak, esasen bu durum, dünden bugüne Marksizme ve sosyalizme duyulan inanç ve güvenin sarsılmasının başlıca nedenini oluşturmaktadır.

Stalinist resmi tarih
İşçi sınıfını iktidara taşıyan 1917 Ekim Devrimi henüz aşılamayan bir tarihsel örnek olmayı sürdürüyor. Ne var ki 1920’lerde cereyan eden gelişmeler, ilerleyen tarihsel sürece damgasını vuran ve etkisi günümüze dek uzanan son derece ciddi sonuçlara, insanı kahreden nice acı olaylara yol açmıştır. Lenin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde Stalinist bürokrasinin egemenliği kurulmuş ve işçi iktidarı getirdiği tarihsel kazanımlarla birlikte tasfiye edilmiştir. Bu konu üzerinde daha önce çeşitli vesilelerle durduğumuz için bu noktada sözü fazla uzatmayalım. Ancak bu tarihsel gerçeklerin devrimci Marksistler için ayan beyan açık olması, bunların işçi sınıfı tarafından da bilindiği veya devrimci saflarda bu gibi konularda genel hatlarıyla bir kavrayış birliğinin sağlanmış olduğu anlamına gelmiyor.

Solda birlik özlemi çeken iyi niyetli insanlara ne denli sevimsiz görünse de, işçi hareketinin farklı siyasi eğilimler temelinde bölünmüş olması aslında doğaldır. Toplumun sınıflara bölünmüşlüğünü yansıtan çeşitli sol siyasetler olduğu gibi, önemli tarihsel olayların da farklı algılanışları ve yorumları vardır. Sınıf mücadelelerinin ve farklı sınıfsal çıkarların çatışmasının dışında, kerameti kendinden menkul bir tarih mevcut değildir. İnsan topluluklarının şu ya da bu yöndeki eyleminin yaratabileceği farklı sonuçların belirleyiciliğinden soyutlanmış, tek düze ve önceden kurgulanmış biçimde insana hükmeden bir tarih anlayışı, gerçekliği değil olsa olsa idealist felsefenin yarattığı bilinç çarpılmasını yansıtabilir.

Yıllar içinde dünyada sosyalizm adına yaşanmış olanların veya Marksist düşünce adına ileriye sürülen teorilerin ak mı kara mı olduğunun hakkıyla değerlendirilmesi, bilimsel temellere dayanan bilinçli bir çabayı gerektiriyor. Doğruyu bulabilmek, haklıyı seçebilmek ve yanlışı mahkûm edebilmek için insanın her şeyden önce düşünsel eylemini dayandıracağı sağlam bir teorik temele ihtiyacı var. Bu olmadan, neye göre “bu haklı, şu haksız” veya “bu doğru, şu yanlış” denebilir ki? Sağlam teori ise, şu ya da bu kişinin kafasından fırlayan düşünsel bir icat olmayıp, gerçekliği bilimsel temellerde kavrayıp açıklamaya çalışan ve gerçeklerin testinden geçebilen değerlendirmelerdir ancak. Gerçekliğe denk düşmeyen, kasıtlı biçimde çarpıtılmış, egemen unsurların çıkarlarına yontulmuş bir tarih anlayışıyla, tarihsel olguları ve olayları doğru şekilde kavrayıp yorumlayabilmenin mümkün olamayacağı aşikâr olsa gerek.

Sınıflı toplumların tarihini incelediğimizde, hangi zaman dilimi veya hangi coğrafya söz konusu olursa olsun, egemen kesimlerin çıkarlarına göre yazılmış bir resmi tarih olduğunu görüyoruz. Çok eskilere ya da uzaklara gitmeye gerek yok. Örneğin Türkiye’de burjuva cumhuriyetin kuruluşunu, emperyalizme karşı kazanılmış şanlı bir zafer diye sunan resmi tarih malûmumuz. Sovyetler Birliği’nde de, Lenin’in ölümünden sonra işçi iktidarına son veren ve despotik-bürokratik bir rejimin kuruluşunu gerçekleştiren egemen bürokrasinin yazdığı bir resmi tarih var. O resmi tarihe göre Stalin en büyük devrimci, Troçki ise bir karşı-devrimcidir. Keza aynı resmi tarih, işçi sınıfının tepesinde egemenlik sürdüren bürokrasilerin sömürü ve baskı koşullarını yansıtan bürokratik rejimleri, yıllar yılı dünya işçi sınıfına ve devrimcilere “işte sosyalizm budur” diye sunmuştur.

Ne yazık ki bu resmi tarih, Marksizme ve sosyalizm anlayışına büyük bir kara çalma pahasına son derece etkili de olabildi. Zira Marksizmin kanıtladığı üzere, genelde egemen fikirler egemen sınıfın fikirleridir. Ve Stalinizm de, Sovyetler Birliği gibi muazzam bir coğrafyada egemenliğini sürdürmüş bulunan egemen sınıfın (devletli bürokrasinin) ideolojisi olarak biçimlenmiştir. Stalinizmin Sovyetler Birliği’nde ve daha sonra benzerlerinde hüküm süren bürokratik rejimleri “yaşayan sosyalizm” diye yutturabilmesi için Marksist teoriyi tahrif etmesi gerekiyordu. Bu tahrifatın başlıca ürünlerinden biri de, bilimsel gerçekleri yok sayan ve egemen bürokrasinin çıkarlarına denk düşecek tarzda icat edilen “tek ülkede sosyalizm” teorisi idi. Bunun gibi daha birçok konuda gerçekler çarpıtıldı ve böylece kendini Marksizmin yerine ikame eden Stalinist bir ideoloji yaratıldı. Stalinizmin iktisadi alandaki ifadesi ulusal kalkınmacı-devletçi planlama, siyasi içeriği totaliter bürokratizm, örgütsel ilkesi ise bürokrasinin egemenliğini garantiye alan bir monolitik parti anlayışı oldu.

Marksizmi katleden bu egemen bürokrasi, kendi egemenlik alanının tüm yansımalarını yıllar boyunca nice devrimci kuşağa “doğru budur, buradan yürüyeceksin” diyerek benimsetecekti. İnsan bilinci gerçekliği çarpıtan bu gibi prizmaların bir kez tutsağı olmuşsa, artık her şey buna göre “doğru” ya da “yanlış” görünür. Böylece, Ekim Devriminin önderlerinden biri olan Troçki hain ilan edilecek, Marksizmi yaşatmaya çalışan devrimcilerin seslerine kulaklar tıkanacak, “tek ülkede sosyalizm”in mümkün olmadığını haykıran Marksistler sosyalizm düşmanı olarak algılanacaklardı. Buna şaşmamak gerek.

İşin hazin olan tarafı, gerçekten de devrimci inanca sahip ve devrim için canını vermiş veya vermeye hazır pek çok insanın bu tür çarpılmalara uğramış olmasıdır. Stalinizm egemen bürokrasinin elinde bir iktidar asası olmuşsa, bu tür egemenlik çıkarlarıyla hiçbir ilgisi bulunmayan dürüst devrimci insanlar için, onları gerçek devrimci düşünceden uzak tutan prangalar anlamına gelmiştir. Yaşayan ve çeken bilir derler. Stalinizmin egemenliği altındaki Sovyetler Birliği’ni, sosyalizm özleminin hayata geçtiği cennet olarak algılama gafletine düşen kuşaklar açısından gerçekler elem vericidir. Ama ne denli acı çekilirse çekilsin, gerçeklerin üzeri örtülemez, güneş balçıkla sıvanamaz. Tarih affetmez, döner dolaşır ödenmeyen faturaları insanın önüne koyuverir. Tarihten ders alabilmek içinse, devrimci düşüncenin keskin kılıcının altına boynunu uzatabilecek cesarete sahip olman ve bedel ödemen gerekiyor. Gerisi lafı güzaf!

Düşünsel düzeyde büyük çabalar harcamaya, bu uğurda ter akıtmaya, gerekirse örselenmeyi veya tecrit edilmeyi göze almaya pek de yatkın olmayan bir anlayışın egemen olduğu bu topraklarda, sol siyasette genelde tutuculuk egemendir. Aman fincancı katırları ürkütülmesin! Böyle gelmiş, böyle gitsin! Stalinizmin işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından ne anlam ifade ettiği Marksizmden öğrenerek değil, yine bizzat Stalinizmin çarpıtmaları temelinde değerlendirilmeye devam edilsin! İşçi sınıfına nice zarar, egemen bürokrasiye ise büyük yarar getirmiş olan Stalinizme karşı devrimci mücadele bayrağını yükseltmeye çalışan devrimci önderler, bırakın ajanlıkla, hainlikle suçlansın! Kimse, bu devrimci önderlerin ne dediğini ve neyi savunduğunu bizzat onların eserlerine bakarak anlamaya teşebbüs etmesin! Aman ha, kurulu düzenler altüst olmasın!

Bu tür bir düşünsel korkaklığın başka ülkelerde de tanığı olmamız mümkün. Ama Türkiye gibi devletçi geleneğin ve Asyalı kültürün baskın izlerini taşıyan coğrafyalarda, bürokratik kalkınmacılığı sosyalizm sanan dar görüşlülükten beslenen sol anlayış misliyle güçlüdür. Unutulmasın ki devrimci fırtınaların alabildiğine estiği çok canlı dönemlerde bile, Türkiye, solda Stalinizmin okkalı egemenliğini yansıtan çarpıcı bir örnek olmuştu. Bu topraklarda egemen sol kültür, devrimci Marksist fikirleri savunmaya ve bu fikirlerin temsilcisi olmuş devrimci önderlerden öğrenmeye çalışanlara, “Müslüman mahallesinde salyangoz satma!” diyerek hücum etmeye yatkındır. O nedenle, Ekim Devrimiyle kurulmuş işçi iktidarının akıbetinden tutun da bürokratik rejimlerin karakterine ve sosyalizmin gerçekte ne olduğuna dek pek çok önemli konuda, devrimci Marksizmin bilimsel temellere dayanan değerlendirmeleri Stalinistlere küfür gibi geliyor.

Ne demişti koca Marx? Sen yolunda yürü, bırak ne derlerse desinler! Biz de, tarihi olguların derinliğine kavranması çabasını kısır bir “Stalinizm-Troçkizm” çekişmesine indirgeyen küçük-burjuva sol anlayışın dar görüşlülüğüne asla prim vermeksizin, devrimci Marksizm yolunda yürümeyi sürdüreceğiz. Bu yolda layıkıyla, hak ederek yürüyebilmenin temel koşullarından biri de, sosyalizmin gerçekte ne olduğunu ve ne olamayacağını bilmektir. Aslında Marksizmin kurucularının çözümlemeleri, bu gibi konularda kimin doğru kimin yanlış yol tuttuğunu kavratacak bilimsel temeli bizlere bahşetmiş bulunuyor.

Sosyalizm sınıfsız ve devletsiz toplumdur
Stalinizmin teorik alandaki suçlarından biri de, kapitalizmden komünizme geçiş konusundaki Marksist açılımları bilinçli olarak tahrif etmesidir. Bu tahrifat nedeniyle dün olduğu gibi bugün de dünya genelinde sol harekette, sosyalizmi proletarya diktatörlüğü dönemi ile özdeş sayan bir anlayış yaygındır. Böylesi bir vahim yanılgının pençesinden kurtulamayanlara, daha Marksizmin kuruluşu döneminde açıklığa kavuşturulmuş bulunan bazı temel gerçekler, yanlış, tuhaf veya özgün gelebilmektedir. Bu konuda verilebilecek en çarpıcı örneği, insanlığın kapitalizmden geleceğe uzanan tarihsel serüvenini bilimsel anlamda başlıca üç evreden müteşekkil gören Marksist yaklaşımın reddedilmesi oluşturuyor. Bu tarihsel evreler özetle, proletarya diktatörlüğü altında yaşanacak geçiş dönemi, sosyalizm (sınıfsız toplumun ilk evresi), komünizm (sınıfsız toplumun olgunlaşmış evresi) diye sıralanmaktadır.

Oysa Stalinist gelenek, sosyalizm evresini, kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş dönemi yani proletarya diktatörlüğü dönemi ile aynı şeymiş gibi gösterir. Belirtmeliyiz ki, Troçkist saflarda da bu kapıya çıkan bulanık yaklaşımlar az değildir. Nihayet kısaca vurgulamak gerekirse, Stalinizmin icadı olan “tek ülkede sosyalizm” teorisi, sosyalizmi, sınıflı ve devletli bir toplumsal düzen düzeyine indirgemektedir.

Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, kapitalizmden komünizme giden yolda önce bir geçiş döneminin, bir devrimci dönüşümler döneminin yaşanması zorunludur. İnsan yaşamını sınıflı toplumların esaretinden kurtarıp, sınıfsız toplumun özgürlük dünyasına kavuşturacak olan bu devrimci dönüşümler ancak işçi sınıfı iktidarı altında gerçekleşebilir. Nüfusun üreten ve emeğiyle geçinen çoğunluğuna dayanan bu iktidar, proletaryanın, burjuvazi ve devrimi tehdit eden unsurlar üzerindeki diktatörlüğü anlamına gelir. Kapitalizmden komünizme geçiş döneminin siyasal karşılığı olan proletarya diktatörlüğü, tarihsel örneklerden bildiğimiz üzere komün tipi (ya da aynı anlama gelmek üzere sovyet tipi) bir yarı-devlete dayanır. İşçi sınıfının doğrudan egemen olduğu ve devletin bürokratik bir mekanizma olmaktan çıkarak daha baştan sönmeye yüz tuttuğu bir dönemdir proletarya diktatörlüğü dönemi. İnsanlığı sınıfsız toplum düzenine ulaştıracak olan proletarya diktatörlüğü döneminin olmazsa olmaz koşulu ise işçi demokrasisidir. Altını kalınca çizerek belirtelim ki, işçi demokrasisinin yaşatılmadığı bir durumda işçi sınıfının iktidarı kesinlikle ölmeye yazgılıdır.

Proletarya diktatörlüğü dönemi henüz sınıfların ve devletin yok olmadığı, ama tüm sınıflarla birlikte sınıflı topluma özgü kurumların da tasfiyesinin sürdüğü bir tarihsel evredir. Sınıflı toplumlar tarihinde ilk kez ezilen ve sömürülen bir sınıfın iktidar oluşu, tarihin gidişatını tamamen değişikliğe uğratacak muazzam bir eylemdir. Dünya devriminin ilerleyişiyle birlikte tüm gezegenimiz üzerinde işçi iktidarının kurulması, kapitalizmi ve sınıfsal ayrımları geri dönüşsüz biçimde sona erdirebilir. Ve zaten işçi demokrasisi sayesinde daha baştan bir yarı-devlete dönüşmüş bulunan devletin sönümlenmesini sağlayabilir. Proletarya diktatörlüğünün tarihsel görevi, insan toplumunun yaşam koşullarını kapitalizmin zincirlerinden kurtarmak ve sosyalizme taşımaktır. İşçi sınıfı bu soylu misyonunu evrensel düzeyde başarıyla yerine getirdiğinde, kendisi de dahil tüm sınıfların varoluş koşulları ortadan kalkacak ve proletarya diktatörlüğü dönemi tamamen son bulacaktır. Böylece insanlık sınıfsız toplum düzeninin sosyalizm adını verdiğimiz ilk evresini yaşamaya başlayabilecektir.

Sosyalizm, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayanan, sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz ve üreticiler arasında hak eşitliğinin sağlandığı bir toplumsal düzendir. Sosyalizm, sınıfsız toplumun olgunlaşmış evresine, yani bayrakları üzerinde herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre ilkesi yazan komünist toplum düzenine sıçramaya hazırlanan özgür üreticiler topluluğudur.

Sosyalizm konusunda yaratılan zihinsel karmaşa nedeniyle birkaç hususa daha değinmekte yarar var. İşçi sınıfının siyasal iktidarı fethetmesi ve burjuva devlet aygıtını parçalayarak kendi egemenliğini ilan etmesi, yalnızca siyasal devrimin başarılması demektir. Unutulmasın ki proleter sosyalist devrim, siyasal ve toplumsal devrimin bütünlüğünden oluşur. Ayrıca da bir ülkede proletarya diktatörlüğünün kuruluşu, aslında siyasal devrimin bile kısmi zaferi anlamına gelir. Zira siyasal devrimin bütünsel zaferi, işçi sınıfının dünya ölçeğinde egemen oluşuna bağlıdır. İşçi sınıfının amacı, işçi iktidarının yani işçi demokrasisinin tek ülkede kuruluşuyla yetinmek olamaz. Proletaryanın çıkarı, tüm ülkelere işçi demokrasisi bayrağının dikilmesinde, devrimin sürekliliğinin sağlanmasındadır.

Bir ülkede iktidara gelen işçi sınıfı, kapitalist üretim ilişkilerini tasfiyeye girişerek ve toplumsal ihtiyaçları gözeten planlı bir iktisadi işleyişi başlatarak, maddi zemini sosyalizme daha da hazır hale getirmeye koyulur. Bu nedenle işçi iktidarı altında gerçekleşecek bu tarihsel adımların, bir başka deyişle toplumsal dönüşümlerin sosyalist kuruculuk diye adlandırılmasında pek de mahzur yoktur. Tıpkı işçi sınıfının, ilerleyeceği hedefi belirtmek amacıyla kendi devrimini sosyalist devrim olarak nitelemesinde bir sakınca olmadığı gibi. İşte sosyalizm kavramının bu anlamda ve kapsamda kullanılmasıyla, tek ülke sınırları içinde sosyalizme geçileceği, yani sosyalizmin yaşanmaya başlanacağı iddiasının hiç ama hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır.

Sınıfsız toplumun ilk evresi olan sosyalist toplum hakkında yukarda özetlediğimiz hususlar dikkate alındığında, “tek ülkede sosyalizm” teorisinin saçmalığı kolayca anlaşılacaktır. Bu saçmalığın derecesini vurgulamak için yalnızca önemli bir hatırlatma yeter. Bir yandan bir ülkede proletarya diktatörlüğünden söz edilecek, yani sınıflar ve devlet varlığını sürdürecek, öte yandan o ülkede “yaşayan sosyalizm” olacak! Böyle bir iddianın, gerçeklikle, bilimle ve Marksizmle bağdaşabilir bir yanı yoktur. Sınıfsız toplum düzeni olarak sosyalizm, tek tek ülkelerde taksit taksit yaşanmaya başlanacak bir toplumsal olgu değildir. O yüzden, Stalinist veya merkezci akımların iddia ettiği şekilde, sosyalizmin tam zaferinden söz edilemese bile yine de tek ülkede sosyalizmin kurulabileceği iddiası bir fasaryadan ibarettir. Sosyalizm, gezegenimizi özgürlüğe kavuşturacak olan dünya işçi demokrasisi altında insanlığın hep beraber sıçrayacağı bir tarihsel moment olabilir ancak. Ve ancak bu sayede, insan toplumu yine tüm dünya üzerinde hep beraber sınıfsız toplum düzenini olgunlaştıracak ve onun komünizm dediğimiz olgunluk evresine ulaşabilecektir.

Stalinist bürokrasinin “tek ülkede sosyalizm” teorisini icattan muradı, kendi egemenlik koşullarını sosyalizm diye yutturabilmekti. Bunun gereğini yerine getirmek üzere yeniden yazılan “Marksizm”de, proletarya diktatörlüğü dönemi sosyalizm dönemi olarak lanse edildi. Ve bürokratik diktatörlüğün de kendini işçi iktidarı yerine ikame etmesiyle birlikte tahrifat tamamlanmış oldu. Böylece, sınıfsız toplum düzeninin ilk evresi anlamına gelen sosyalizmle alâkasızlığı bir yana, aslında işçi iktidarıyla bile hiçbir ilintisi bulunmayan bürokratik diktatörlükler, insanların belleğine “yaşayan sosyalizm” diye kazındı.

Bazı tartışmalı sorunlarda yanlış anlamalara fırsat vermemek için önemli gördüğümüz birkaç hususa daha değinelim. Bir dünya sistemi kurmuş bulunan kapitalizmin tasfiyesinin ancak dünya ölçeğinde gerçekleşeceği ve sınıfsız toplum düzeninin de ulusal değil bir dünya düzeni olacağı çok açıktır. Bu bakımdan işçi sınıfının devrimi (sosyalist devrim) bir dünya devrimidir. Ancak bu devrimin niteliğini derinlemesine kavrayabilmek için, bazı sorunları onun siyasal ve toplumsal boyutunu ayırt ederek tartışmak gerekiyor. Örneğin tek ülkede işçi sınıfı iktidarının kurulması mümkündür ve bu olasılık devrimin siyasal boyutunu ilgilendirir. Oysa sosyalist kuruculuk asla tek ülkede tamamlanamaz ve bu gerçeklik de devrimin toplumsal boyutuna işaret eder. Siyasal devrim boyutuyla sosyalist devrimin hangi ülkeden başlayarak patlak vereceği, ekonomik gelişme düzeyinin basit bir türevi olamaz. İşin bu yönü, bir ülkede siyasal ve toplumsal çelişkilerin derinleşip keskinleşmesiyle alâkalı bir sorundur.

Siyasal devrim pekâlâ şu ya da bu gelişkinlik düzeyine sahip bir kapitalist ülkede patlak verebilir ve işçi sınıfını iktidara taşıyabilir. Fakat esasen sosyalist devrim, işçi sınıfının çeşitli ülkelerde iktidara gelmesiyle birbirine eklemlenen ve bu sayede kapitalizmin geri dönüşsüz tasfiyesini mümkün kılan sürekli bir devrim sürecidir. Ve bu devrim ancak dünya ölçeğinde tamamlanabilir. Ayrıca tek ülkede sosyalizmin imkânsızlığı bir yana, bir işçi iktidarının tek ülkede yalıtık vaziyette uzun süre yaşaması da mümkün değildir. Bir başka deyişle, tek ülkede proletarya diktatörlüğünün akıbeti de tamamen iç ve dış koşullara bağlıdır. Kapitalist sistem tarafından kuşatılan yalıtılmış bir işçi iktidarı, dış müdahale tehdidi bir yana, nihayetinde içte biriken çelişkilerin kurbanı olabilmektedir. Bu gibi hususlar, 1917 Ekim Devrimi pratiğinin Marksist teoriyi zenginleştiren katkılarıdır.

Buradan hareketle, dünya devriminin ilerleyişine dair bazı öngörülerde bulunmak da olanaklı görünüyor. Siyasal boyutuyla dünya devrimi, tüm ülkelerde ani ve eşzamanlı bir tarihsel eylem biçiminde cereyan etmek zorunda değildir. Dünya işçi sınıfının devrimci siyasal atılımı, pekâlâ kopuşsuz bir tarihsel süreç içinde çeşitli ülkelerde patlak veren proleter devrimler zinciri şekline bürünebilir. Bu gibi konularda spekülasyona kaymamak koşuluyla çeşitli olasılıklar irdelenebilir. Fakat çok açık olan gerçek şudur ki, dünya devrimi süreci ancak kapitalist kuşatma tarafından esaslı bir kesintiye uğratılmaması, yani süreklilik arz etmesi koşuluyla ilerleyebilir ve zafere koşabilir. Bunun için, bir ülkedeki veya bölgedeki devrimin etkisinin dünyanın diğer alanlarına yayılması, şu ya da bu ülkede kurulan işçi iktidarının bir diğeri ile tam manasıyla enternasyonalist komünist tarzda kardeşleşmesi şarttır. Ve de dünya işçi sınıfının devrimci enternasyonalist önderliği olmadan bu görevlerin üstesinden asla gelinemeyeceği aşikârdır. Bu öznel koşulun yanı sıra, nesnelliğin önemi de büyüktür. Bir ülkede meydana gelen devrimin dünya devriminin ilerletici gücü olabilmesi için, kapitalist sistemin yalnızca çeperlerine değil merkezine esaslı darbeler indirmesi şarttır.

Marksizm mi, “Marksizm” mi?
Yukarda kısaca değinmeye çalıştığımız gerçeklikler, devrimci Marksizmin, burjuva ve küçük-burjuva sosyalizm anlayışlarından ayırt edilmesini sağlıyor. Marx ve Engels’ten başlamak üzere, Lenin, Rosa, Troçki gibi devrimci önderler, bu gerçeklerin ifadesi olan bir siyasal çizgiyi mücadele içinde bıkıp usanmaksızın egemen kılmaya çalıştılar. Geçmişten günümüze uzanan bu kızıl çizgiye damgasını basan temel unsurların, dünya devrimi kapsamında sürekli devrim anlayışı ve tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı şeklinde özetlenmesi hiç de yanlış olmayacaktır. Stalin bile Lenin’in otoritesi altındayken dünya devrimi çözümlemesine karşı çıkmamış, tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğunu söylememiştir.

Lenin’in ölümünden sonra, Stalin, egemen olan bürokrasinin çıkarları doğrultusunda yeni bir “Marksizm” yaratmaya koyulacak ve bu bağlamda eşitsiz gelişme yasasının da Lenin tarafından keşfedildiğini ilan edecektir. Amacı, bu yasanın esasen kapitalizmin emperyalizm döneminde işlemeye başladığını beyinlere kazımaktır. Marx ve Engels’in “bilemeyeceği” bu “yeni” özelliğin, tek ülkede sosyalizm lehine nesnel bir değişim yarattığını iddia eder Stalin. İşin aslında Stalinizmin bu tür iddiaları tam anlamıyla kuyruklu yalanlardır. Zira Marx’ın kapitalist iktisadi sistemin derinlerine dalan tahlilleri, eşitsiz gelişme yasası dahil bu üretim tarzının tüm gizlerini ortaya serer. Muazzam Kapital çalışmasında Marx, şayet tüm alanlarda eşzamanlı ve eşdeğerde gelişme olanağı olsaydı kapitalist üretimin asla meydana gelemeyeceğini açıklamaktadır.

Stalinizmin, “tek ülkede sosyalizm” masalına dayanak olsun diye anlamını çarpıttığı eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının dünya kapitalist sisteminin işleyiş yasası olduğu çok açıktır. Stalin’in çarpıtmalarından arındırılacak olursa, bu yasa, bir yandan tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığına işaret ederken, diğer yandan proleter devrim açısından dünyanın ve dünya işçi sınıfının kaderinin bütünleştiğini kanıtlar. Özetle, Marksizmin kurucularının temel teorik argümanlarıyla Lenin’in düşünceleri arasında bir açı yaratmak ve emperyalizm çağının Marksizmi şeklinde bir Leninizm icat etmek tamamen abesle iştigaldir. Böyle bir siyasal tutum, Lenin’i son derece haksız biçimde Marx’tan koparmak anlamına gelir.

Lenin hemen her konuda Marksizmin kurucularının sadık bir öğrencisidir. Lenin’in tüm teorik çalışmaları, onun sosyalist devrimi tıpkı Marx ve Engels gibi bir dünya devrimi kapsamında kavradığını gözler önüne sermektedir. Proleter devrimin Avrupa’nın gelişkin kapitalist ülkelerinde kaydedeceği sıçrama Marksizmin kurucuları açısından ne denli önem taşıyorsa, bu Lenin için de öyledir. Zira bu tür açılımlar devrimci önderlerin kişisel tercihlerine değil, bazı nesnelliklere işaret ederler. O yüzden Lenin, Rusya gibi geri bir ülkede proleter devrimin yaşama şansını, devrimin Avrupa’daki ilerleyişine bağlamıştır.

Rusya, dünya devrimini ilerletmenin nesnel olanakları bakımından gerçekten de tamamen elverişsiz bir ülkeydi. Ne var ki, Çarlık rejimiyle birleşen bir kapitalistleşme sürecinin yoğunlaştırıp keskinleştirdiği çelişkiler Rusya’da devrimi dayatmış bulunuyordu. Bir başka deyişle, Rusya iktisaden çeşitli Avrupa ülkelerine kıyasla daha geri bir durumda olsa bile, tarihsel ve siyasal koşullar bu ülkeyi dünya proleter devriminin patlak verebileceği bir zayıf halka konumuyla öne çıkartmıştı.

1917 Ekim Devrimi pratiğinin gündeme getirdiği yeni sorunlar, Lenin ve Troçki gibi devrimci önderleri Marksist teoriyi çekiştirmeye değil, tersine bu sorunların dünya devrimi açısından yarattığı tehlikelerin kavranıp açıklanması çabasına yöneltti. Onlar bu devasa sorunların bindirdiği basınç altında, Ekim Devriminin ürünü olan işçi iktidarını korumak ve yaşatmak için çırpındılar. Bu devrimci önderlerin tutumu ile, iradi çabalarla aşılamayacak nitelikteki sorunların ürünü olan yozlaşma ve çarpılmayı teorize eden ve böylece Marksizm dışı bir “sosyalizm” anlayışı yaratan Stalinizm arasında keskin bir ayrım çizgisi vardır.

1917 Ekim Devrimi sonrasında yalnız kalan işçi iktidarının kaderi konusunda Lenin’in yaptığı değerlendirmeler, onun proleter devrimin ancak bir dünya devrimi olarak başarıya ulaşabileceğine duyduğu bilimsel inancı ortaya koyar. Bütün bu dönem boyunca Lenin gibi gerçek Bolşevikleri endişe ve acı içinde kıvrandıran temel sorun, tek başına kalan işçi iktidarının yaşatılıp yaşatılamayacağıdır. Sovyet egemenliğinin yaşatılabilmesi için devrimci önderlerin çırpınışlarını, onların tek ülkede sosyalizmi savundukları şeklinde tahrif ederek sunmak, bu önderlerin derinlikli Marksist kavrayışlarıyla dalga geçmek anlamına gelir.

Tek ülkede sosyalizm bahsinde Lenin’in ardına sığınmaya çalışanlar gerçekten de fena halde yanılıyorlar. Stalinist tahrifatlara verilecek en iyi yanıtı bizzat Lenin’in değerlendirmeleri oluşturuyor. Marx ve Engels’in, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminin dünya çapında uzun doğum sancılarını gerekli kılacağına ilişkin çözümlemelerini özenle yorumlamıştır Lenin. Marx ve Engels için olduğu kadar Lenin için de, bu geçiş sürecinin kapitalizmin bütün biçimlerinin ve eski kuruluşların tümünün parçalanacağı zahmetli bir dönem olacağı açıktır. Yine devrimci Marksist önderlerin dikkat çektiği üzere, bu yolda başarıya ulaşabilmek için bütün ülkelerin işçilerinin mücadele ve eylem birliğinin sağlanması kesin bir zorunluluktur.

Rusya’da siyasi ve toplumsal çelişkilerin yoğunlaşması, ekonomik gelişme düzeyine bakmaksızın bu ülkeyi öne fırlatmıştı. Fakat Avrupa devriminin geri çekilişi, Ekim Devrimini gerçekleştiren öncü müfrezeyi yalnızlığa sürükledi. Tarihin devrimci önderlerin rızasına bakmaksızın önlerine çıkarttığı devasa sorunların üstesinden salt iradi çabalarla gelinemeyeceğinin bilincindeydi Lenin. Bu nedenle de temel devrimci görevi, Avrupa’da yeniden canlanacak proleter devrimin imdada yetişmesine dek dayanmaya çalışmak şeklinde ifade ediyordu. Lenin, koşulların muazzam zorluğu nedeniyle yenilgi ihtimalinin ağır bastığı bir durumda bile devrimci mevzileri çarpışmadan terk etmeyecek kalibrede gerçek bir devrimciydi. O yüzden, mücadeleye girişmeksizin daha baştan pes edenlere taviz vermeyecekti.

Lenin o günün koşullarında Rusya ölçeğinde bir şeyleri korumaktan söz etmişse, kuşkusuz bunun ulusal dar görüşlülükle hiçbir alâkası yoktur. Tersine bu koruma kaygısı, yalnız ve yalnızca dünya devriminin ilerleyişi umuduna bağlanmış enternasyonalist devrimci bir görev anlayışının yansımasıdır. Yeri gelmişken önemli bir hususu da belirtelim. Avrupa devriminin geri çekilişinin Sovyet devleti açısından yarattığı tehlikenin bilincinde olmakla, henüz hiçbir şeyin kesinleşmediği bir tarihsel anda umudu yitirmeyip, devrimi elden geldiğince koruyabilmek için mücadeleyi sürdürmek birbiriyle çelişen tutumlar değildir. Aksine bu iki tutum, tarihsel gidişatın kısa ve uzun vadeli diyebileceğimiz farklı boyutlardaki Marksist kavranışıdır ve birbirini devrimci tarzda bütünlemektedir. Ayrıca da gözden kaçırılmaması gerekir ki, diğer müfrezeler imdada yetişene dek Rusya’daki devrimci burcu korumaya çalışmanın, sosyalizmin tek bir ülke sınırları içinde gerçekleşebileceği iddiasıyla hiçbir ortak noktası bulunmamaktadır.

Ne yazık ki dün olduğu gibi günümüzde de kimileri, Stalinist “Marksizm” tarafından çarpıtılmış siyasi bakışlarıyla, Lenin’in sosyalizm kavrayışını bir tür “ulusalcı sosyalizm” kalıbına sığdırmaya çalışıyorlar. Bazı yazılarında iktidarın proletarya tarafından fethi yani sosyalist siyasal devrim anlamında kullandığı sosyalizm sözcüğüne dayanılarak, Lenin’de dünya devrimi anlayışından kopartılmış bir sosyalizm açılımının, bir tür ulusal dar görüşlülüğün kanıtları bulunmak isteniyor! Bu konuda kesin bir kanıt oluşturduğu düşüncesiyle, onun Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine makalesi tekrar tekrar önümüze konuluyor. Stalinist ve merkezci akımlar, bu makalede yukarda işaret ettiğimiz kapsamda kullanılan sosyalizm kavramından hareketle, tek ülkede sosyalizmin pekâlâ mümkün olabileceği konusunda Lenin’i şahit gösteriyorlar. Oysa Marksizmin endazesine vurulduğunda açıkça görüleceği üzere, bu tür siyasi yaklaşımlar tamamen yanlış ve sosyalizm mücadelesine zarar veren girişimlerdir.

Lenin, sosyalist toplumsal düzene ancak kapitalist sistemin dünya ölçeğinde tasfiyesi sayesinde geçilebileceğini tam manasıyla idrak etmiş bir Marksist önderdir. Onda küçük-burjuvazinin ulusal sınırlara hapsedilmiş sınıflı ve devletli “sosyalizm” anlayışının izini bulup ortaya çıkarma çabası beyhudedir. Tersine, dünya işçi hareketinin bu devrimci önderi, küçük-burjuva zihniyetin Marksizmle bağdaşmaz karakterini her bir önemli vesileyle teşhir etmiştir.

Bu konuda pek çok örnek verilebileceği gibi, Lenin’in editörlüğünü yaptığı ve önsöz yazdığı bir kitapta (Stepanov-Skvortzov’un Elektrifikasyon adlı kitabı) okuyucuya hararetle tavsiye ettiği satırlar hatırlanabilir: “Rus proletaryası, asla yalıtık bir sosyalist devlet yaratmayı düşünmedi. Kendi kendine yeten bir ‘sosyalist’ devlet, bir küçük-burjuva idealidir. Bunu az çok andıran bir durum, ancak küçük-burjuvazinin ekonomik ve politik olarak ağır bastığı koşullarda düşünülebilir; dış dünyadan kopuk küçük-burjuvazi, yeni teknik ve yeni ekonomiyle birlikte çok istikrarsız bir hal alan kendi ekonomik formlarını pekiştirmenin yolunu arar”. Unutulmasın ki, işçi sınıfının toplumsal devrimi üretim araçlarında özel mülkiyete karşı olduğu kadar, dünya ekonomisinin ulusal çıkarlar temelinde bölünmesine de karşıdır. Sosyalizm mücadelesinin özünde, her düzeyde enternasyonalizm ve insanlığın evrensel çıkarları yatmaktadır.

Gizlenemeyen gerçekler ve Stalin’in tahrifatları
Stalin’in dümeni tek ülkede sosyalizm çarpıtmasına kırmasından önce gerek Bolşevik Partide gerekse Komintern saflarında dünya devrimi anlayışının savunulageldiği aşikâr bir gerçektir. Bu konuda sıralanabilecek pek çok kanıt mevcuttur. Buharin ve Preobrajenskiy’nin kaleme aldığı ve Komintern tarafından temel eğitim kitabı olarak onaylanan Komünizmin ABC’si’nde, proleter devrimin ancak dünya devrimi olarak zafere ulaşabileceği, sosyalizmin muzaffer olabilmesi için dünya devriminin zaferinin zorunlu olduğu belirtilmektedir.

Rusya’da işçi sınıfının hiçbir zaman izole olmuş bir sosyalist toplum yaratmayı düşünmediği (ve zaten yaratamayacağı) bizzat Lenin tarafından açıkça ifade edilmiştir. Kendine yeterli bir “sosyalist” devlet düşüncesi olsa olsa bir küçük-burjuva idealidir. Aslında sosyalist düzenle hiçbir alâkası bulunmayan fakat kendisini öyle takdim eden sınıflı ve devletli “sosyalizm” olgusu, bir bakıma bu küçük-burjuva idealin gerçekliğe dönüşmesidir. Stalinist bürokrasilerin egemenliği altında biçimlenen ve günümüzde de küçük-burjuva sosyalistlerin düşlerini süslemeye devam eden ulusal kalkınmacı sözde sosyalist rejimler bu gerçekliğin somut ifadesi olmuşlardır.

Ocak 1918’de toplanan Üçüncü Sovyetler Kongresinde, tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığına işaret etmişti Lenin. Komintern’in Üçüncü Kongresindeki konuşmasında ise, dünya devriminin desteği olmaksızın Rusya’da proleter devrimin zafere ulaşamayacağını baştan beri bildiklerini vurguluyordu. Ama kendi irade ve tercihlerinden bağımsız olarak, olayların gelişimi onların önüne tek ülkeye hapsolan devrimci işçi iktidarını savunma görevini çıkarmıştı. Fakat şurası çok açıktır ki, Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Sovyet sistemini (işçi demokrasisini) korumak için gösterdikleri çaba, Stalinist bürokrasinin egemenliğini ifade eden bir sözde işçi iktidarını korumaya çalışmaktan tamamen farklı bir niteliğe sahiptir. Bu ikisi arasında bir benzeştirme yaparak, Stalin döneminde dünya komünist hareketine dayatılan bürokratik korumacılığı (yani sosyalizm sözcüğünün ardına sığınan bürokratik rejimin korunması) haklı göstermeye çalışmak devrimci ciddiyetle asla bağdaşamaz.

1921 yılında Lenin’in yol göstericiliğiyle biçimlenen Komünist Gençlik Programında belirtildiği üzere, Rusya muazzam doğal kaynaklar barındırıyor olsa da sanayi bakımından küçük-burjuva nüfusun ağır bastığı geri bir ülkeydi. Ve sosyalizme ancak sosyalist dünya devrimi aracılığıyla varılabilirdi. Nihayet, 1922’de toplanan ve Lenin’in katıldığı son kongre olan Komintern Dördüncü Kongresinde kabul edilen bir kararda ise, Bolşeviklerin dünya devrimi perspektifi şu sözlerle ifade edilmekteydi: “Dördüncü Dünya Kongresi bütün ülkelerdeki proleterlere, proleter devrimin hiçbir zaman tek bir ülkenin sınırları içerisinde zafere ulaşamayacağını hatırlatır; o yalnızca uluslararası biçimde, dünya devrimine gelişerek zafere ulaşabilir.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal - Belgeler, c.2, Maya Yay., Eylül 2002, s.390)

Stalin Lenin’in ölümünden sonra, Nisan 1924’te kaleme aldığı Leninizmin İlkeleri adlı broşüründe henüz aynı perspektifi savunur görünmekteydi. Bu broşürde örneğin şu satırlar yer alıyordu: “Sosyalist üretimin örgütlendirilmesi için bir tek ülkenin, özellikle Rusya gibi bir köylü ülkesinin çabaları yetmez; bunun için birçok ileri ülke proleterlerinin çabaları gerekir.” (Stalin, Leninizmin İlkeleri, Sol Yay., Eylül 1979, s.162) Ancak aradan fazla bir süre geçmeden, Stalin kendisininki dahil bu tür değerlendirmelerin yanlışlığını ilan edecek ve dümeni devrimci Marksizme tamamen ters yöne kıracaktı.

1924 yılının Aralık ayında Ekim Devrimi ve Rus Komünistlerinin Taktiği adlı yeni broşüründe, Stalin, artık dünya devrimi anlayışını savunanları eleştiriyor ve sosyalizmin tek ülke sınırları içinde kurulabileceği fikrini savunuyordu. Nitekim sosyalizm sorununda yaptığı bu “düzeltme” doğrultusunda eski açıklamalarını geri çekmiş ve “sosyalist toplumu kurmak için gerekli her şeye sahip bulunduklarını” ilan etmişti. (age, s.163) Buna paralel olarak egemen bürokrasi, Lenin’in yazılarında geçen sosyalizm sözcüğüne de artık keyfi anlamlar yükleyecekti. Stalin’in “Troçkizme” karşı yürüttüğü seferberlikten Marksist külliyat da nasibini alacak, Marksist eserler üzerinde tahrifatlara girişilecek ya da bazı önemli yazılar ve programatik belgeler arşivlerde çürümeye terk edileceklerdi.

Hiç yorum yok: